Antalya’da her yıl ekim ayında düzenlenen Uluslararası Meze Festivali, yalnızca bir lezzet buluşması olmanın ötesine geçen kimliği ile dikkat çekiyor. Bu lezzetli festival üstlendiği misyonla mezenin sadece sofradaki yerini değil, toplumsal bellekteki karşılığını da yeniden düşünmeye çağırıyor.
Aynı zamanda da Türkiye’nin gastronomi haritasında anlamlı bir iz bırakıyor. Meze, paylaşmanın, beklemenin, sohbetin ve zamanın yavaş akışının simgesi.

Antalya ise bu ritüelin en doğal sahnesi: denizin kıyısında, güneşin altında, zamanın telaşsız aktığı bir şehir. Antalya’nın gastronomi kimliği, son yıllarda yalnızca turistik beklentileri karşılayan bir mutfak sunmanın ötesine geçti.
Yerel ürünlerin, mevsimsel döngülerin ve kültürel çeşitliliğin öne çıktığı bir mutfak anlayışı gelişiyor. Uluslararası Meze Festivali de bu dönüşümün en görünür örneklerinden biri. Festival, mezenin yerel köklerini korurken onu uluslararası mutfaklarla buluşturuyor.

Bu yıl yedinci kez düzenlenen etkinlik, Akra Antalya’nın ev sahipliğinde, 17 seçkin restoranın katılımıyla gerçekleşti.
Türkiye’nin farklı coğrafyalarından gelen restoranlar kadar İspanya, Yunanistan, Kuzey Kıbrıs, Rusya ve Avusturya’dan gelen şefler de festivalin çok sesli yapısına katkı sundu.
Festivalin ilk günü, stantlar arasında dolaşırken dikkatimi çeken şey, sunumların gösterişten uzak ama özenli olmasıydı. Her meze, ait olduğu coğrafyanın dokusunu taşıyordu.

7 Mehmet’in nar ekşili zahteri, Asma Yaprağı’nın zeytinyağlı enginarı, Hodan’ın tütsülenmiş yoğurtlu pancarı…
Her biri, kendi hikâyesini sessizce anlatıyordu.
Yabancı restoranların mezeleri ise tanıdık olmayan ama merak uyandıran tatlar sundu.

Gandarias Jatetxea’nın deniz ürünleriyle hazırladığı meze, Ai Giorgis’in limonla marine edilmiş sebzeleri, Umarfisch’in tütsülenmiş balık sunumu… Bu çeşitlilik, mezenin evrensel bir dil olduğunu bir kez daha gösterdi.
“Meze Talks” başlığı altında düzenlenen oturumlar, yalnızca bilgi aktarmakla kalmadı; meze kültürünün tarihsel, sosyolojik ve duyusal boyutlarını da tartışmaya açtı.
Tuzlanmış balık üzerine yapılan konuşma, Anadolu’nun gıda saklama tekniklerine dair kadim bilgileri gün yüzüne çıkardı.

Fermantasyonun kültür tarihi üzerine yapılan sunum ise, mezenin yalnızca bir yemek değil, bir dönüşüm süreci olduğunu hatırlattı. Lakerda atölyesi, teorinin pratiğe dönüştüğü bir alan sundu.
Katılımcıların ilgisi, gastronominin artık yalnızca mutfakta değil, düşünsel alanda da karşılık bulduğunu gösterdi. Festivalin ikinci günü, Likya mutfağının Roma etkileri üzerine yapılan oturumla başladı.
Bu konuşma, tarihsel katmanların günümüz mutfağındaki izlerini sürmek açısından önemliydi. Ardından içerik üretimi ve gastronomi ilişkisi üzerine yapılan sohbet, yeni nesil şeflerin ve içerik üreticilerinin mutfağa nasıl farklı bir gözle baktığını ortaya koydu.
Takipçi sayısından öteye geçen bir mutfak anlatısı, dijital çağın gastronomiyle kurduğu ilişkiyi sorgulamak açısından değerliydi.

Festival boyunca dikkatimi çeken bir diğer unsur, katılımcıların çeşitliliğiydi. Gastronomi öğrencileri, yerel üreticiler, şefler, içerik üreticileri ve meraklı ziyaretçiler…
Herkesin ortak noktası, mezenin peşinden gitmekti. Bu peşinden gitme hali, yalnızca bir tat arayışı değil; kültürel bir bağ kurma, geçmişle temas etme ve geleceğe dair bir umut taşıma biçimiydi.
Uluslararası Meze Festivali, gösterişten uzak ama derinlikli bir deneyim sundu.

Meze, bu festivalde yalnızca bir tabakta değil; bir sohbetin içinde, bir anlatının parçası, bir ritüelin taşıyıcısı olarak yer aldı.
Antalya’nın bu festivale ev sahipliği yapması, şehrin gastronomi kimliğini güçlendiriyor.
Meze ise bu kimliğin en samimi ve en kapsayıcı dili olmaya devam ediyor.
UNUTMAMAMIZ GEREKEN GERÇEK
Lezzet zamanla değil; paylaşımla anlam kazanır.






