Yunanistan, pandemiden evvel ne zaman özlesek arabamıza atlayıp gittiğimiz tabiri caizse komşu kapımızdı. Uzunca bir süre dışarıya kapılarını kapattığı için gidemedik. Burnumuzda tütüyordu. Yunanistan’a gittiğim her sefer beni sarmalayan rahatlık duygusunu özlemiştim. Bir ülkenin insanının alışkanlıkları, yaşayışı, o ülkenin enerjisi oluyor zamanla. Eğer algıları açık biriyseniz, bunu hissediyorsunuz ve bir süre sonra bu sakin ve rahat kalp atışına siz de uyumlanıyorsunuz.
Saate bakmadan, hatta saat takmadan, bir yere yetişme, bir işi bitirme telaşı olmadan geniş geniş yaşama hissini, uzosunu, zeytin ağaçlarını, müziğe çok yakışan melodik dilini, öğle uykularını, mezelerini çok özlediğimiz için Yunanistan’a doğru arabayla yola çıkmaya karar verdik.
Araba yolculuklarının güzel yanı, sizi özgürleştirmesidir. Serin gölgeli bir kahvede oturup istediğiniz kadar dinlenebilirsiniz, birden önünüze çıkan, sizi hiç görmediğiniz bir tarihi esere götürecek, kahverengi yol tabelası, hop bir bakmışsınız minik bir köyde, bir şapelde mum dikiyorsunuz.
Babaannemin doğup büyüdüğü şehri görmeye geldim
Aleksandrapoli, Türkçe adı ile Dedeağaç bizim için hep öyle bir yerdi. İpsala’da, sınırdan araba ile geçtikten 40 km sonra bizi karşılayan, hadi burada deniz kenarında yemek yiyip öyle devam edelim dediğimiz ilk Yunan şehri. Benim için bir diğer anlamı, babaannemin doğup, büyüdüğü şehir olması. Ailesi ile birlikte ortaokul yaşlarında İstanbul’a göç etmişler. Havasından suyundan mı bilemem hiç Türk tipinde değildi rahmetli babaannem. Bal rengi saçları, gri-mavi gözleri vardı.
Hayatta olsaydı, Dedeağaç’daki çocukluk, gençlik anıları, yaşayışları ile ilgili daha çok bilgi edinebilirdim. Yaşadığı sokağı arayıp bulmak isterdim. Ama böyle bir şansım olamadı. Yaklaşık yüz, yüz yirmi yıl evvelinden kalan çok az şey olduğunu tahmin etmeme rağmen onun gözleriyle görmeye, baktığı yerlere bakıyormuş gibi hissetmeye çalıştım.
İstanbul’dan 300 km uzaklıkta yaklaşık 3.5 – 4 saatlik bir araba yolculuğu ile varıyorsunuz Aleksandrapoli’ye. Tabi bayram, hafta sonu gibi gidiş trafiğinin yoğun olmadığı bir zaman giderseniz bu sürede varabilirsiniz. Sınır geçişinde önümüzde sadece bir araba vardı.
Şehri bu defa her geçişimizde gördüğümüz sahil şeridinden daha fazla görüp tanımak istedik. Ramada Hotel by Wyndam’da konakladık. Bu şehre ziyaret planlayan herkese bu oteli tavsiye ederim. Denize girmeye elverişli bir mevsimde gitmedik ama, otel pırıl pırıl bir denize sıfır plajıyla çok güzel bir konumda yer alıyor.
Sabahları gözünüzü güneşin denizin üzerindeki ışıltılarına ve martı seslerine açıyorsunuz. Otel odalarında genelde pek balkon yoktur. Kaldığımız odanın, oda kadar bir terası vardı. Her sabah, o güzel terasa matımı atıp, güneşi selamlayarak güne başlamanın mutluğunu yaşadım. Şansımıza kaldığımız süre boyunca hava serin ama güneşliydi.
Yazımın bu noktasından itibaren artık Osmanlı zamanlarındaki eski adı ile hitap edeceğim Dedeağaç’ı gezmeye önce içinden başlamaya karar verdik. Dedeağaç’ın sembolü olan deniz fenerinin hemen aşağısında büyük otoparka arabamızı park ettikten sonra sahil boyunca yürüdük. 1850 yılında Fransız bir deniz feneri firması tarafından inşasına başlanmış. 1880 yılından kullanıma açılan fener o zamandan beri aralıksız çalışıyor.
Fransız firma yaptığı için yer imlerinde Phare d’Alexandroupoli olarak da karşınıza çıkabilir. Fenerin yüksekliği 18 metre, en üst kısmındaki camlı yere çıkmak içinse içerden 98 basamak çıkmak gerekiyormuş, biz çıkmadık. Fenerin ışık huzmesi de 24 deniz mili yani 44 kilometre uzaktan görülebiliyormuş. Hemen önünden geçen yol akşamları trafiğe kapatılıyor. Akşam yürüyüşleri için ideal. Sahil yolu, koşmayı seven insanlarla oldukça yoğun bisiklet ve koşu parkuru, yazın daha hareketli olduğuna emin olduğum parkları ve yol boyunca sıralanmış balık lokantaları ve kafeleri ile turistlerin en yoğun olduğu yerler arasında.
Sahil yoluna paralel bir iç caddeye geçtiğinizde burası Demokrasi Caddesi, neredeyse tüm Dedeağaç’ı baştan sona yürüyebilirsiniz, o kadar uzun bir cadde. Demokrasi caddesi üzeri dükkanlar ve kafeler, pastahaneler ile dopdolu. Günün hangi saati, haftanın hangi günü olursa olsun bu kafeler hep insanla dolu. Kimi zaman boş yer bulmakta zorlanıyorsunuz. Demokrasi caddesini bölen ara sokaklara girdiğinizde de durum değişmiyor.
Bu mevsimde bu yoğunluktaysa yazın burası nasıl olur diye düşünmeden edemedim. Çalışmanın en verimli hale gelebilmesi için insanlarının eğlenip, huzurlu olmasına inanan Yunanlar, iş arası mola vermiyorlar, molalar arası çalışıyorlar sanki. Keyifleri bol olsun, hepsi bıcır bıcır sohbette.
Dedeağaç’dan, genel olarak Yunanistan’dan ne alınır diye soracak olursanız, kesinlikle zeytinyağını, Yunan kahvesini ve bizim rakıya benzese de bence tadı tamamen farklı olan uzoyu öneririm.
İlk günü şehrin içini gezmeye ayırdığımız için, deniz fenerini gördükten sonra, Demokrasi caddesi üzerinde yer alan Dedeağaç Tarihi Müzesine geçtik. Girişte size verilen İngilizce kitapçığı alın çünkü içerideki tüm yazılı bilgiler Yunanca. Şehrin Osmanlı dönemi yaşayışından bugüne kadar olan tarihine bir gezi sunuyor.
Şehirdeki önemli kilise, liman, okul, deniz feneri gibi yapıların kurulum tarihleri, hikâyeleri, yerel kıyafetler, eski fotoğraflar, kullanılan müzik aletleri ile bir zaman tünelinden geçiyorsun. Siyah beyaz fotoğraflar ile kaplanmış duvarın önünde çok vakit geçirdim. Belki babaannem ve ailesinin olduğu bir kare yakalarım diye. Ama bulamadım.
Diğer görmek istediğimiz müze Trakya Etnoloji Müzesi idi. Ancak açık zamanını yakalayamadığımız için bir türlü göremedik. Şehirdeki önemli müzelerden bir tanesi. Genel bilgi olarak, müzede Trakya tarihini gözler önüne seren çömlek, tekstil, kitap ve müzik aletleri koleksiyonu sergileniyor.
Makri Köyü, Güvendik Köyü
İkinci günümüzü şehrin etrafını görmeye ayırdık. Şehre en yakın mesafede bulunan Makri Köyü ile başladık. Yazın açık olan mekanları kapalı görmek bende hep bir hüzün yaratsa da, tahminimden öte beğendim Makri Köyünü. Hem bir köyün sahip olduğu basit ve zahmetsiz rahatlık hissini geçiriyor insana, hem de deniz kenarına indiğinizde Çeşmevari beachlerin ve önlerinde uzanan tertemiz denizin sunduğu yaz hayalleri ile etkileniyorsunuz.
Kiralık çok güzel taş evleri gözden kaçırmıyorum. Birkaç tanesinin ilanını fotoğraflıyorum. Makri Köyü ile çok methedilen Aya Yorgi Taverna ( St. George’s Tavern olarak da geçiyor ) akşam yemeğimizi yemek için dönmek üzere vedalaşıyoruz. Makri Köyü’nün hemen devamında Güvendik Köyü’ne geçiyoruz. Burası yaşayan ağırlıklı Türk soydaşlarımızdan dolayı halen Türk köyü olarak anılıyor. Güvendik Köyü yeni adıyla Mesimvria daha küçük, daha az turistik, şipşirin bir köy.
Yollarında tavuklar, horozlar serbestçe geziyor. Ege köylerinde gördüğümüz kahvehaneler, öğle güneşinde kerevetinde miskinlik yapılan kerpiç evler ülkemize çok yakın hissettiriyor. Sıkça rastladığımız Türkçe tabelalardan bir tanesi Salih’in Yeri. Kuzu, oğlak çevirme, et çeşitleri ve her türlü meze var. Güvendik Köyü’ne yolunuzu düşürürseniz, kendinize Salih’in yerinde bir et ziyafeti hediye edin derim.
Vistonida Gölü’nde flamingolar
Yunanistan’ın en büyük gölü Vistonida, adını, bölgede yaşayan bir Trakya ırkı olan Viston’lardan almış. 422 kuş çeşidin göçler esnasında dinlendiği bir durak olması, kuş gözlemcileri için burayı çok cazip kılıyor.
Vistonida Gölü üzerindeki Agios Nikolaos Kilisesi ise bu civara yolu düşenlerin görmesi gereken önemli yerlerden bir. Aynoroz Kutsal Vatopedi Manastırı’nın bir kolu olan Agios Nikolaos Kilisesi, zengin Aynoroz mirası nedeniyle Hıristiyan dünyasında hem dini ve hem de tarihi öneme sahip. Sazlık bir göl üzerinde uzayıp giden ahşap köprüden, martı sesleri arasından geçilerek gidiliyor.
Agios Nikolaos Kilisesi diğer bir ahşap köprüyle diğer bir ada üzerinde yer alan Virgin Mary Pantanassa Ortodoks Kilisesi’ne bağlanıyor. Anlatılanlara göre bu bölgenin Osmanlı egemenliğinde olduğu döneminde varlıklı bir adama ait olan Porto Lagos bölgesinde aziz çileci varmış. Adamın kızı hastalandığında çilecinin yardımlarıyla iyileşmiş. Müteşekkirliğinden dolayı adam da tüm bölgeyi Aynoroz Kutsal Manastırı Vatopedi’ye bağışlamış.
Gölden ayrılırken, kayalar üzerinde pinekleyen birkaç balıkçıl kuştan başka bir şey görmedik diye hayıflanıyordum ki yolun sağ tarafında pembe kanatları ve zarif uzun bacakları ile sığ suda salınan bir flamingo sürüsü ile karşılaşmak muhteşem oldu. Gün batımında yakaladığımız bu eşsiz kare maalesef sadece beynimizde kayıtlı. Araba ile geçtiğimiz için bir an durup fotoğraflayamadık.
Yediğimiz, İçtiğimiz
Dönüş yolumuzda, yolumuzu tekrar Makri köyüne düşürdük. Bu köyde çok methedilen Aya Yorgi Taverna’da akşam yemeği yemeyi aklımıza koymuştuk. Bir yandan da mevsimi değil acaba kapalı mıdır diye düşünüyorduk. Aman efendim, ne kapalısı otoparkı neredeyse tamamen dolu, plakaların yarıdan fazlası İstanbul, Edirne, Tekirdağ tarafından. Bu defa acaba yer bulabilir miyiz telaşına düştük.
Makri Köyü’nün içerisinde böyle bir yer olabilir mi dedirtecek kadar hoş, Helenistik sütunlar ve zeytin ağaçları arasında, restorana girdik. Aman efendim, o ne manzara. Denize kaptan köşkü gibi tepeden bakıyoruz. Camlar yerden tavana, gözün görebildiği kadar gökyüzünün deniz ile buluştuğu ufuk çizgisini görebiliyorsunuz. Mevsim itibariyle camlar kapalı.
Yazın püfür püfür, bu manzaraya bakarak yemek yemenin harika olacağına eminim. Makri Köyü’nün yerlisi bir Türk garson menü konusunda bize çok yardımcı oldu. Hiç abartısız Yunanistan tatillerimizin tümünü hesaba katarsak ömrümüzde yediğimiz en iyi kabak kızartmasını yemiş olabiliriz. Parmesanlı mantar ızgara, fener balıklı linguine derken tatlıya yer bırakmak arzusu ile durduk. Aslında durmak istemiyorduk. Şuna da bir kez daha emin oldum ki hiçbir restoran boşuna 9.6 puan almıyor.
Servis, güler yüz, denize bakarken arkamızı ısıtan, kütüklerin çıtırtısı ile yemeğimizi yediğimiz ortam ve enfes lezzetler ile Aya Yorgi Taverna Dedeağaç tatilimizin en beğenilen restoranı oldu. Tatlı için yine hoş sohbet garsonumuzu masaya çağırdık. Hiç tatmadığımız bir şey önermesini söyledik. O da ‘Semadirek haşlaması’ nı önerdi. Tam karşımızda, zirvesi karlı dağlar ile uzanan Semadirek adasının meşhur tatlısıymış. “Haşlamaya takılmayın, adı öyle, haşlanmış hiçbir şeyi yok aslında.” deyince, daha evvelki tavsiyelerine uymuş olmanın verdiği memnuniyet ile onayımızı verdik.
Tatillerde her zaman bildiğim lezzetlerin dışına çıkmak, yeni tatlar keşfetmek isterim. Semadirek Haşlaması’nı size tarif etmemin pek yolu yok. Çünkü bende ne yediğimi çok anlamadım desem yalan olmaz. Altı farklı, üstü farklı lezzetlerde ama birleşince dinlemeye doyamadığınız bir senfoni gibi. Sadece şuraya bir fotoğrafını bırakabilirim. Lütfen gittiğinizde benim için de yiyin diyebilirim.
Semadirek adasına geçip, hem orayı gezmek ve tatlıyı orada yemek isterseniz buraya her gün Dedeağaç’tan feribotlar kalkıyor. Yolculuk yaklaşık iki buçuk saat sürüyor. Sabah gidip akşam dönebilirsiniz. Ya da bir gece konaklayıp dönebilirsiniz. Burası 1457’den 1913’e kadar Osmanlı himayesinde kalmış. Balıkçılık ve turizmle geçinen bir ada. Adının manası Semaya (göğe) uzanan direk. Bugün Fransa’nın Louvre Müzesi’nde sergilenen Yunan Zafer Tanrıçası Nike’nin yapıldığı yer de bu adada.
Diğer restoran tercihlerimizi Dedeağaç deniz feneri yolu üzerindeki sahil restoranlarından yana yaptık.
İlki Gialos. Ahtapot ızgarası dışında pek bir fevkaladelik bulamadık. Methedildiği kadar yoktu. Diğeri, Loukoulos. İşte burası bir daha gelirsek kesin tekrar uğrarız listemize girdi. İlk geldiğimiz günden beri, önünden geçerken en kalabalık yerlerden bir tanesiydi. İğne atsan yere düşmüyor. Çoğunluk yine Türk. Menü Türkçe, garsonlar Türkçe biliyor, anlıyor haliyle. İki kişi gittiyseniz aman bizim düştüğümüz hataya düşmeyin.
Bir porsiyon iki porsiyon gibi geliyor. Alışmışız burada kalamar tava söyleyince altı zavallı dilim gelmesine. Kalamar bir geliyor. Bacağı, gövdesi, kolu, tepeleme ! İsli uskumrusu, kalamar tavası, karides ızgarası, kabak kızartması şahane. Süsü püsü yok, gayet mütevazi, içeride inceden Yunan havaları çalıyor. Yazın dışarıya deniz kenarına da masa atıyorlarmış. Biz samimi bulduk, çok sevdik.
Menüde tatlı göremedik dediğimizde , bizde tatlı ikramdır dediler. Kaç tane tatlı gelmiş olabilir ikram olarak sizce ? Dört ayrı çeşit tatlı geldi ikram olarak. Bu yemeği, euro bile olsa Türkiye’de bir balık restoranında yesek ne kadar tutardı acaba diye hesaplar yaptık her Türk gibi. Yediğimiz her şeyin gayet lezzetli ve bol olmasının yanında gayet hesaplıydı. Çok memnun ayrıldık.
Yunanlılar pastahane, fırın işleri, kek, pasta ve özellikle börek konusunda da çok iyiler. Ispanaklı böreklerini özellikle tavsiye ederim. Parmaklarınızı yersiniz. Sabah kahvaltısı olarak bir gün bir pastahaneden sıcacık yeni çıkmış börek ile kahvaltınızı etmenizi tavsiye ederim.
Gittiğim yerlerde beğendiğim yöresel lezzetleri öğrenmeyi ve evimde yapmayı çok severim. Otelimizde her sabah kahvaltımızda yediğimiz, Selanik bölgesine ait tatlı börek ‘ Bougatsa’ yı o kadar çok beğendim ki, evimde uygulamaya karar verdim.
Hazırlaması o kadar kolay, lezzeti o kadar güzel ki, bir gün evvel böreğin içini hazırlar, buzdolabında bekletirseniz, yarım saat pişirme süresi ile siz kahvaltıyı hazırlarken fırında pişiverir. Üzerine de pudra şekeri ve tarçın serptiniz mi, bu iş tamamdır. Bougatsa ismi ile youtube da aratırsanız pek çok tarife ulaşabilirsiniz. Bana teşekkür edeceğinize garanti veririm.
Dedeağaç’ı güzel anılar ile geride bırakıp döndük. Belki bir dahaki sefere Makri Köyü’ndeki taş evlerden birini kiralar, daha uzun süre kalırız. Komşumuz, ortak yaşanmışlıklar, benzer aile yapımız ve karakter özelliklerimiz ile bize her zaman evimizde gibi hissettiriyor. O yüzden tatil rotası tercihlerimizde hep üst sıralarda ve hep öyle olacak. Ulaşması en kolay, bize en yakın mesafede, bu iddiasız, samimi sahil şehri ile tanışmanızı öneririm.
Aslı Erten Çokça