Dost sohbetlerimizin birinde, biraz yaşımıza dokundurmak, biraz da miskin ortamı dürtme fırsatını kaçırmayacak bir dost, ‘durduk yerde gözlerinin yaşarmasından’ yakındı. Olmadık yerde demek istedi daha doğrusu. Film izlerken, gönül havzasında dolaşırken, gözünü senden ayırmayan biriyle konuşurken. Niceleri için istifimizi bozmadıklarımızdan ne değişti de, iki damla yaş ile göveren gözlerimizden bu denli mahcubiyet duyuyoruz, deyiverdi. Neşeli geçecek bir günün cazibesini biraz ürkütse de çoğumuz uysal dinleyicilerdik ve gözyaşının kumsallarında epey zaman geçirmiştik.

Birimiz, yaşlı beyinlerde savunmaların zayıfladığını ileri sürdü; belleğin çoraklaşması, birlikte koşumlandıkları dün-bugün atlarından bugünün çözülüp çıkarılması. Sonra balıklar gibi dolaşmak ortalıkta.
Bizim yaşımızda konuşmalar uzadıkça uzar
Bizlerin yaşına gelmiş ahbap, dost, akranlar arasında konuşma bir başlamaya görsün, uzadıkça uzayabilir. Zaman; girilen tüneller, beklemeler, uyuklamalar, haber saatleri ile kesintiye uğrayabilir.
Bizim yaşımız derken iki haneli bir sayıya takılmamak keyifli olabiliyor. Siz yine de kabaca hepimizin işinin başında, her anı yeni heves ve devam yolları üzerine tartışan insanlar olduğumuzu düşünün. İçtenlik ve doğruculuktan vazgeçmediğimizi söylemek de abartılı olabilir. Konumuz apaçık: çatlak testiden su sızdırır gibi, gözlerimizin dolması, neredeyse boşalması. (Hemen de kınanması, günleri boydan boya kateden gerçekçilikle.)
Davet sonlandığında yüzlerinde değişen çizgiler ve gölgelenmeler gülümsemeyi andırıyor
Oysa biz yaşını almış, yaşadıklarını anlatırken üçü beşi aramayanlardan olmuştuk. Tek kusurumuz buymuş gibi bir şeyler izlerken, dinlerken, anlatırken gözümüzün dolmasından, sesimizin boğulmasından utanıp sıkılıyoruz. Bunları yaşamayalım diye konuşmaz, dinlemez oluyoruz. Bir arada olmaktan büyük keyif alıyoruz. Ama bazen göründüğümüzden daha kalabalık olduğumuzu farkediyorum. İsteyen istediğini getirmiş oluyor sanki, bazen de birimizin öteki berikinden gelen seslere kulağını çevirip bir başka içsel davete katıldığını farkediyorum. Davet sonlandığında yüzlerinde değişen çizgiler ve gölgelenmeler gülümsemeyi andırıyor.
Öylesi anlarda derimizden epey içeriye yol almış bir dikeni çıkartmaya bir kez daha çabalıyoruz sanki, öyle derin bir acı olmasa da gözlerimiz sulanıveriyor. Bizim yaşımızda bunayan da var mutlaka ama şimdilik kendimize hiç konduramıyoruz. Hastaların çoğu anlatacağı dertlerin ucunu kestiremediğinde geriye bir gözatıp ‘geçmişin birikintisi herhalde’ deyiverirler. Bu saptama herkesi rahatlatır, ne olsa yapacak bir şey yoktur.
Yarı yolda belleği tarafından terkedilmiş birçok hasta gördüm; yakınlarının kaygı yüklü gözleri önünde gelecek belki de gelmeyecek zamana fal açtık birlikte, ne olabilir, neler bekliyor bizi diye. Hastalar çoğalınca bu hikayeler de ucuzladı, bakımevleri toptan alıyor bu hikayeleri, tek tek unutup öldürüyorlar sonra. Aman Allahım, hepimiz müthiş korkuyoruz bunamaktan; oysa yarısına kadar acıklı bir hikaye, sonrası yolcularını indirmiş, menzilini yitirmiş bir trende yolculuk. Kimi hikayelerini alıp gidiyor, kimi başkalarına emanet ediyor.
İnsan sırtındaki ağır bir yükle zorlanır belki
Mezun olup göreve ilk başladığım köyde, kahvede toplaşan yaşlılar güler, eğlenir, söver, açık saçık konuşurlardı. Onların yanında olduğum zamanlarda kederli, zorunluluklardan azat edilmeyi bekleyen biriydim. Aynı öyküleri anlattıklarında da, aynı keyifle gülerlerdi. Şimdiki bilgi ve deneyimim olsa içlerinde bazılarının apaçık bunamış olduğunu söyleyebilirdim herhalde. Pek işe de yaramazdı, herkes halinden memnundu. Neşeleri, içi balık dolu koca bir ağı çeken balıkçıların neşesiydi. Keşke, bilmişlik taslamayıp bastonların, tespihlerin, çayların ve tütünün içten davetine katılıp, zamanımı içimi kemiren kurtlarla geçirmeseymişim. Birkaç diş görünen ağızlarını kapanmış galerileri ile maden ocaklarına benzetip, bu içten neşelerine dudak bükmeseymişim. Şimdilerde bu kadar neşeli olabilmeyi ne kadar isterdim. İnsan sırtındaki ağır bir yükle zorlanır belki ama küçük bir çıban da canından bezdirebilir. Yazılı, sözlü olmayıp, bizi çekip çeviren buyruklarla yaşamdan alınacak keyifler izne tabi.
Hepimizin derdi imiş meğer, gözümüzden süzülmesine engel olamadığımız yaşlar. İçimizde kar ya da buz iken, eriyerek yolculuklara mı merak salmış damlalar. Teknelerimiz kıyıya çekiliyor, yüreğimizin en saf okunuşu bizi utandırıyor. Gözlerimizdeki katre birkaç kelime ile kendini ele verir sanmıştık, derin bir sessizlik içinde, bilinmezlikle noktalandı. Yoksa son damlalar mı , gözlerimize tutunan, denizden kalan, yolculuklardan kalan…