“MAĞARA RESİMLERİ, SEL FELAKETLERİ VE PAPAZLAR”:
Uzun zamandır aklımı meşgul eden ve beni heyecanlandıran bir konu bu. Üç parçadan oluşan yazı dizimde sizlerle dijitalleşen bir dünyada sosyal medyanın bizleri nasıl dönüştürdüğü üzerine tarihsel bir perspektiften yola çıkarak geçmiş ile geleceğe dair serbest doğaçlamalarımı paylaşıyor olacağım.
Sosyal medya devrimi mağara resimleri ile başladı
Başlangıcını tarihlendirmek için çeşitli yaklaşımlar var ve bazı düşünürler sosyal medya devriminin çıkış noktasını 1970’lere, bazıları 90’ların ikinci yarısına, kimileri ise 2000’lerden sonraya, FaceBook ile alevlenen bir dönüşüme dayandırmakta. Ben ise sosyal medya devrimini incelemek istediğimde bunu mağara resimleri ile başlayan bir “tecrübenin kaydedilip iletilmesi” olgusuna tarihlendirmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.
Medeniyet tarihine ivme veren, tüm sosyal aidiyet ve kurumların yapısını etkileyen devrimsel nitelikteki olay ve buluşlara göz attığımızda karşımıza birkaç mühim hadise çıkıyor. Bunların başında ne tekerleğin icadı ne de ateşin kullanımı var bana sorarsanız.
Henüz girift ve katmanlı bir toplum yapısı oluşturmamış olan atalarımız, gündelik hayata ilişkin tecrübelerini, inanç ve kaygılarını mağara duvarlarına resmederek bireysel ve geçici olanı toplumsal ve tarihi bir düzleme nakletmiş oldular. Tüm keşif ve buluşları gölgede bırakacak nitelikte bir öneme sahip olan bu döneme ilişkin yeni verilere ulaşıldıkça incelemeler de sürekli güncellenmekte. Bir müddet sonra türümüzün en temel tanımlayıcısı olan “kavramsal düşünme yetimizi” daha ileri bir seviyede kayda geçirip aktarma yolunu icat ettiğimizi biliyoruz. Böylece dünyanın bir daha asla eskisi gibi bir yer olmadığını da şu an tecrübe etmekteyiz.
Yazının icadı
Yazının icadı, bugüne kadar bildiğimiz tüm verilerin binlerce yıl içinde aktarılmasını sağlayan, türümüzün belki de bu denli etkin bir medeniyeti kurup devam edebilmesini sağlayan yegane unsur oldu.
“Tecrübenin aktarımı” meselesi, bir hayatta kalma meselesidir. Bizi insan türü olarak sürüdürülebilir kılan belki de en önemli ihtiyacımızdır. Öyle ki toplumlar karmaşık kurumlar doğurup sistemli organizmalar haline gelirken bu aktarımı gerçekleştirebilmemizi sağlayan “yazıya” ihtiyaç duymuşlardır.
Tarım, bildiğimiz anlamdaki modern toplumlara geçişin ilk devrimsel olayı olarak kabul edilirse, faaliyetiyle, ambar-tapınaklar ile dinleri, özel mülkiyet kavramı ile devlet fikrini, jeolojik ve meteorolojik olayların tesbiti ile de bilimi tetiklemiş, tüm bunların vücut bulabilmesi ve sürüdürülebilmesi için de bilginin üretilip kaydedilmesi gerekmiştir. Tarım, doğanın hareketliliğinin döngüsel bir fenomen olduğunu insana öğretmiş, nehir taşkınları gibi mevsimsel hadiselerin takip edilebilmesi ve üretimin kalitesinin arttırılabilmesi için de edinilen tecrübelerin kayıt altına alınması hayati önem arzetmiştir. Bilginin kaydedilebilir olmasının en önemli sonucu tecrübenin aktarılabilmesini sağlamasıdır ki, bu olmaksızın ne bilim, ne sanat, ne siyaset yapılabilir, ne de teknoloji üretilebilir.
Medeniyetin ürünlerini yazıya borçluyuz
Biz bu perspektifi merkeze oturttuğumuzda, özetle bugün evimize aldığımız ekmekten bindiğimiz uçağa kadar medeniyetimizin tüm ürünlerini önce mağara resimlerine ardından yazıya borçluyuz diyebiliriz.
Yazı, bir yandan mağara resimleriyle başlayan bu aktarımı daha erişilebilir bir yapıya da taşıdı. Bilginin dağıtılması elbette üretimi ve ardından kayda geçirilmesi kadar önemli bir devrimdir. Yazı, taşınabilir bir tecrübe aktarımı olma hürriyetini, üzerine kaydedilebilen malzemelerle kazandı. Ambar-tapınaklarda saklanan dikitler ve kil tabletlerden, daha mobil muhafaza edilebilen parşömenlere doğru bir “medyum” kayması, ticaret ile iletişimin yaygınlaşması ve otoriter yapıların hakim olma isteği ile yine medeniyetin ihtiyaçları doğrultusunda geliştirildi.
Kaydedilen bilginin muhafaza edildiği manastırlar Ortaçağ’da bu eylemin doruklarına ulaşan “elle çoğaltma” merkezlerine dönüşür oldu. Birbirlerinden uzak ve içine kapalı olan bu topluluklar kendi tarımsal üretimlerinin yanısıra adeta fotokopi makineleri gibi bilgiyi de çoğaltmaya başladılar. Böylece bir yazmanın birden fazla kopyası farklı dillere tercümeleri ile muhafaza edilmeye başlandı. Tüm bu gelişmeler, tecrübeye erişim ivmelerinin mil taşları olarak nitelendirilebilir.
Okur yazarlık kimin tekelinde?
Henüz okur-yazarlığın nitelikli bir azınlığın tekelinde olduğu bu dogmatik çağda, bilgi belli bir zümre arasında hızla yayılmaya başladı. Teoloji, antik bilgeliğin tecrübelerini yorumlarken, sansür ve propaganda kavramları güç kazandı; böylece muhafaza edilen tecrübenin aktarımı ideolojik bir boyuta da evrildi. “Sabit olanın” koşulsuz kabulü, medeniyet tarihinde yazıyla aktarılan doğanın devinimi ilkesinin yerini aldı. Bilgi kopyalama merkezleri olan manastırlarda bu eylemi gerçekleştiren rahiplerin antik bilgiye erişimi ile bu bilgiyi çoğaltıp aktarma yetkileri arasında ideolojik bir tercihin önem kazanması, kitlelerin bilgiye erişiminin erkler tarafından kontrol edilir olmasının en sistematik örneklerini içermektedir.
Tüm bu süreç, elbette üçüncü bir icadın yaratacağı üçüncü bir bilgiye erişim devrimiyle başka bir boyuta evrilecek, kitlelerin aydınlanmasına vesile olacak olan matbaanın icadı ve yaygın kullanımı, bilginin aktarılmasını hem sivil hem de seküler bir anlamda yeniden tanımlayacak, kendinden önce gelen tüm pratikleri altüst edecek, şeytani bir aygıt olarak tanımlanmaktan kurtulamayıp ileride üretimden kamusal alana, medeniyeti var eden hemen hemen tüm katmanları topyekün değiştirecektir…
Ve matbaanın icadı
Matbaanın icadı ile sürdüreceğim sosyal medya ve dijital iletişim devrimi üzerine serbest doğaçlamalarımı, bu yazı dizisinin bir sonraki kısmında aktarmaya devam edeceğim.
Merakı paylaşmak üzere, esen kalın…