“Zihninizi geliştirin. Arzularınızın efendisi olun. Kendiniz ve büyük insan topluluğu içindeki ilişkileriniz üzerine açık seçik düşünmeyi öğrenin!” Epiktetos
İyi bir yaşama sahip olabilmek, kendini ve hayatı anlayabilmek için, okumanın kendisine yeteceğini sananlardandım.
Yeterli değilmiş.
Sonradan öğrendim.
Anlamak olarak ifade ettiğimiz durumun esas karşılığı; sadece okuyarak değil, aynı anda görerek, duyarak, başka insanlarla iletişim kurarak, hissetmekmiş. Hangi kanaldan olursa olsun, karşımıza çıkan bilgiyi, içselleştirerek hayatımıza uygulamamız; o bilgiyle yaşamımızın farklı alanlarındaki pürüzleri ya da problemleri çözebilmek demekmiş.
Okuduklarımız da ancak böyle idrak edildiğinde, anlam kazanıyormuş. Manayı içimizde hissettiğimizde, anlama başlıyormuş. Kendimizin ve doğanın yasalarını görmeye ve o yasalara göre yaşamaya başladığımızda. Bilgi, hikmete dönüşüyormuş. Aksi halde bize yeni görünen bir bilgiyi, derhal bildiğimiz mantık çerçevelerine yerleştirerek anlamış olduğumuzu farz etmek, pek de farkına varmadığımız bir alışkanlıkmış. Sadece anladığını sanmakmış.
Zaten bildiklerimiz
Bu satırları okuyan bazı insanlar, yukarıdaki ifadelerin “bilinirliği” karşısında şaşırabilir. Okumanın ve öğrenmenin anlamının bu olduğunu zaten biliyoruz, diye içinden geçirenler olabilir. Belki öyle ama bunu ifade etmemizin anlamı, bir idrak anını sizinle paylaşmak ve zaten bildiklerimize dikkat kesilmek… Meselemiz de aslında burada başlıyor; “Zaten bildiklerimiz…”
“Biliyoruz” dediklerimizi ne kadar biliyoruz? Peki, “bilmek” ne demek, bunu biliyor muyuz? Madem biliyoruz, “idrak etmek”, “içselleştirmek”, “hissetmek” sözcüklerinin sizce “mana”sı nedir?
İnsanın en büyük serüveni, kendine ve hayata dair bir konuda, “Tamam, artık ben bunu biliyorum, anladım” dediği ve kendinden en emin hissettiği anda; o zamana kadar, daha önce fark etmediğini keşfetmesidir.
Bazen kendi bencilliğinin farkına varmak, bazen uğradığı adaletsizliği veya yaptığı haksızlığı görememiş olduğunu anlamak, bazen endişelerinin altında yatan nedenleri keşfetmek, bazen de arzularının esiri olduğu halde doğru muhakeme yaptığı yanılgısını fark etmek…
Bu, yüzeyden derine inmenin, görünenin içindeki görünmeyeni algılamanın heyecanı. Kendini fark etmenin, bilmenin ve var etmenin ilk adımları. Bu yol, sonu olmayan bir yaşam ve bilgelik sevgisi demek. Bu yola sevgi sayesinde çıkar ve devam ederiz. Yol aldıkça da severiz.
Neden?
İnsanın iyi bir yaşam sürmek isteğinden ve mutlu olmak sorumluluğundan…
Yaşamak, hepimizin bilinçaltında kodlanan ve bilinçli olarak da istediği bir şey, değil midir? Dahası, iyi yaşamak…
İyi yaşamak, yani iç huzuruyla yaşamak
Bu zihinsel ve ruhsal yolculukta, her yeni keşifle, bazılarımız derinden sarsılır ve bazılarımızın da özgüveni(!) tuzla buz olur. Çünkü o ana kadar hiç sorgulamadığımız bir konuda artık farklı bir manzarayla karşı karşıyayızdır. Hatta bu gibi durumlarda bazılarımız, kafamızı kuma gömeriz; yüzeyde varlık ve etki alanımızı muhafaza etmeye çalışarak, enerjimizi sabit kalmak için tüketiriz. Kendi mağaramızda yaşamaya devam ederiz. Güneşin ışıklarını direk almak yerine gölgelerin asıl Güneş olduğuna derinden inanırız. Farkında değilizdir.
Ancak Güneş’in tadını bir kez alanlarımızın, keşfettiği yeni bir bilgide kendine güveni sarsılmaz. “Bildiklerinin” yanlış olduğunun farkına vardığı an ortaya çıkan korkuya teslim olmaz. Hatta o korku oluşmaz bile. Tersine daha büyük bir güvenle yol alır. Çünkü iç dünyamızda her yeni keşifle hissederiz ki, aslında daha iyi bir yaşam için, yolda bir adım daha atmışızdır.
Uygarlık tarihindeki büyük öğretilere baktığımızda, insan için temelde iki büyük duygu olduğunuzu görürüz. Sevgi ve korku! Diğer duygular ise bu ikisinin yansımaları olarak karşımıza çıkar.
İyiye, güzele ve doğruya götürecek yöntemleri yani “ahlak”ı keşfetmek ise ahlaki sorumluluğumuzdur. Öte yandan seçim yapma hakkımız, belki de insan olmamızın en özel yanı. Çünkü her gün biraz daha iyi olmaya ve iyi bir yaşam için çabalamaya devam edip etmemek kendi tercihimiz olarak önümüze koyulmuştur. Bu hak hem cennetimizdir hem cehennemimiz. Diyebiliriz ki, yaşamımız büyük ölçüde kendi elimizdedir.
Nasıl mı?
Kontrol edebileceğimiz ve kontrol edemeyeceğimiz şeylerin ayırdına vararak…
“Olayları ve durumları algılayış biçimimiz, kanaatlerimiz, arzularımız, nefretlerimiz, içsel yaşamımız ve karakterimiz bizim kontrolümüzdedir. Elimizde olmayanlar ise, nasıl bir aileye doğduğumuz, diğer insanlar tarafından nasıl göründüğümüz ve başkalarına ait şeylerdir.”
Böyle söylüyor Epiktetos.
M.S. ilk asırdan, sadece kendi döneminin ya da içinde bulunduğumuz 21’nci asrın insanlarına değil, bütün zamanlara sesleniyor. Zamanın üstüne çıkıyor. Ölümsüzlüğe ulaşıyor.
Hayatımız elbette kendi iç dünyamızla sınırlı değil. İç dünyamızın dengesini etkileyen bir de dışarısı var. Her birimiz ayrı bir dünya, ayrı ayrı birer hikaye olsak da, zihinlerimiz ve ruhlarımız parmak izlerimiz gibi eşsiz ve tek olsa da, başka ruh ve zihinlerle bir toplumun içinde yaşıyoruz. Modern tabirle ifade edersek; aynı anda kolektif bir bilince sahibiz. Nasıl ki iç dünyamızda iniş ve çıkışlar yaşıyorsak, bazen güneş açıyor bazen karanlıklara gömülüyorsak, toplumların yaşamlarında da bazen güneş yükselirken bazen karanlık büyüyor, gölgelerin boyu uzuyor.
Bütün insanlık tarihi bu iniş çıkışlarla dolu değil mi?
Biz insanlar için çoğunlukla yaşadığımız çevrenin etkisinden soyutlanmak mümkün değil. Tarihin her döneminde dönemsel olarak birbiri ile alakasız görünen ama aslen aynı olumlu ve olumsuz koşullarda varlık savaşı verdiğimizi görüyoruz. Her çağda çabamız, daha iyi bir yaşam için. Varlık mücadelemizin tarihine dikkatle bakınca anlıyoruz ki; insanın ve uygarlıkların yükselişi de düşüşü de zihinlerde başlıyor. Tıpkı Ortaçağ’a düşüş ve Ortaçağ’dan Rönesans’a çıkış gibi.
Bugünün koşullarıyla ortalama yetmiş senelik ömrümüzde, iyi bir yaşam sürmenin, var olmanın hatta iz bırakabilmenin yolunu nasıl bulacağız? Evrenin yasasını her birimiz yeni baştan tek tek mi keşfedeceğiz?
Peki zihinlerimizi farkında olarak veya olmayarak başkalarının emrine sunmuş şekilde yaşamayı kabul mü edeceğiz?
Bütün bunlar, ilerleme sanrısıyla tam olarak yerinde saymak olurdu sanırım.
Uygarlık tarihine dönüp bakmaya ne dersiniz?
Takvimlerle algıladığımız çizgisel zamanı geçersiz kılan, insanın doğasını anlamış ve evrensel çözümler sunabilmiş, dönemsel değil zamansız etiği keşfetmiş büyük beyinlerle, bilgelerle iletişim kurmamız iyi olmaz mı?
Günümüz modern çağında her dönemde olduğu gibi biz insanları köşeye sıkıştıran birçok etken bulunuyor. İçsel huzurumuzu bozan dış etmenlerden sıyrılmak için çabalıyoruz. 20’nci ve 21’nci yüzyılın dünyasında belki de karşılaştığımız en olumsuz durum, zihinlerimize eski çağlara göre daha “profesyonelce” müdahale edilmesi.
Modern dünya inşa edilirken kitleleri kontrol altında tutmak için, zihinleri yeniden kurgulamak ya da diğer bir deyişle manipüle etmek kuşkusuz ilk yoldu.
Nasıl mı?
İhtiyaç kültürü yerine arzu kültürünü inşa ederek.
20’inci yüzyılda ihtiyaç yerine arzulanan eşyayı satın alma alışkanlığımızın başlamasıyla tüketicilik rolümüz vizyona girdi. Bugün ise bu durum, artık sadece ihtiyaçtan fazlasını satın almanın getirdiği ekonomik bir problem değil. Zihnimizi ve yaşayışımızı arzularımıza teslim ettikçe, algılarımız, ilişkilerimiz, yaşam biçimimiz değişiyor; daha çok istiyoruz, duyguları ve düşünceleri hızla tüketiyoruz. Sindiremeden hızla yaşıyoruz(!) Çabucak anlıyoruz(!) Dolayısıyla da kendimizi gerçekleştirmek ile sürekli “ben” demeyi karıştırıyoruz.
Doymak bilmeyen satın alma isteğimiz, yaşamsal tercihlerimizde de doymak bilmez bir ruh hali yaratıyor. İnsan ilişkilerindeki karşılıklı işleyişi, almak-vermek özetinde sığ ve ticari olarak algılıyor, aldıkça da kendimizi güçlü(!) hissediyoruz. Sonuçta kendimizden başka herkesi her şeyi kontrol etmeye kalkıyoruz! Her şeye hemen ulaşmak isteğimiz, hayatımıza dair cevapları sabırsızca hemen alma talebimiz, sorularla yaşayamama halimiz, bizi doğamızdan ayrı düşürüyor.
Hayatı algılama ve içselleştirmede sınıfta kaldıkça hem kişisel hem de toplumsal olarak birbirinden bağımsız gibi görünen birçok konuda davranış problemleri ile karşı karşıya kalıyoruz. Nihayetinde kendimize yabancılaşıyoruz ve hayata güvenmiyoruz. Modern çağda, belki de insanlık tarihinde en sık rastladığımız, ötekine karşı korku sorunumuzu çözemiyoruz.
Çünkü Pandora’nın kutusu açıldı bir kere! Kendi zihnimizi yönetme işini kendi irademizle ele almak yerine, irrasyonel biçimde arzularımızın hizmetine girdik, yaşıyoruz(!)
Kitleleri kontrol etmek için insan doğası ile oynayan bu sistem, her birimizi içinden çıkılmaz mutsuzluk hastalığıyla baş başa bırakıyor; ama onun derdi zaten biz değiliz, değil mi?
Bizi hasta eden bu düzen, ilacı(!) da bize, yine kendisi sunuyor! Ve yine problemlerimizi çözmek için; evrenin doğasını, insan zihni ve psikolojisini anlamaya hayatını vakfetmiş insanlara bile yaka silktiren “yarı profesyonellerin” formülleriyle hızlı çareler arıyoruz. Yeniden kurgulanmış doğamızın içinde günü kurtarmaya çalışan gölge çözümler!
Oysa hâlâ yaşayan Epiktetos, ne diyor?
Zihninizi geliştirin. Arzularınızın efendisi olun. Kendiniz ve büyük insan topluluğu içindeki ilişkileriniz üzerine açık seçik düşünmeyi öğrenin!
Görünen o ki, Epiktetos’un yöntemlerine kulak vermedikçe, her birimizin zihnine nüfuz ederek iktidarını pekiştiren düzenin olumsuz etkilerinden kurtulmak pek kolay olmayacağa benziyor.
İnsanoğlunun, uygarlık tarihi boyunca bütün düşük ve karanlık dönemlerden, yüksek ve aydınlık zamanlara çıkış bileti hep evrensel değerlerle olmuş. Zamansız erdemlere kulak verdiğinde, evrenin ve kendinin doğasına uygun yaşadığında, başarmış.
Antik Yunan’da bir köle olan Epiktetos’un felsefesinin temelini bu ahlak oluşturuyor. Onun için mutlu bir yaşam, erdemli bir yaşamla bir ve aynı şey. Elbette, yaşanılan dönemin içinde popülerlikle kabul gören kavramlardan değil; tersine, takvimler hangi çağı gösterirse göstersin, evrenin ve insan doğasının değişmez değerlerinden söz ediyor. Bunun içindir ki, iki bin yıl önce söyledikleri, bugünkü modern insanın asıl ilacı olabiliyor! İçinde yaşadığımız dönemdeki yol göstericilere(!) göre çok daha anlaşılır, net, güçlü biçimde ve bize kalıcı çözümler sunarak yaşamaya devam ediyor. Böylece onun için zaman diye bir kavram kalmıyor.
Felsefesinin özüne akıl ve iradeyi yerleştiren Epiktetos’a göre, felsefe uygulanabilirliği ile değerlidir. Hayatımızda yer almamış, yaşayışımıza sinmemiş bilgiler ne kadar sağlam olduğu düşünülürse düşünülsün değeri geçicidir.
Epiktetos’u anlamak, tam da burada başlıyor; Erdemli, iyi ve mutlu olmanın, her zaman herkesin ulaşmak için eşit şansa sahip olduğu bir şey olduğunu fark etmek gerekiyor. Zengin-fakir, akademik eğitim almış ya da almamış, din adamı ya da felsefeci; fark etmez! Yeter ki hayatımızda, evrensel değerlere ve doğaya uygun yaşama iradesi gösterebilelim. Bunun için gayret edelim.
Bu kitap, bunu hatırlatmak için yazıldı. Hem kendime, hem size…
Birlikte büyüyelim diye…
Hiçbir yazılı eser bırakmayan Epiktetos’un öğretileri, öğrencileri tarafından kitaba dönüştürülmüş, bugüne sadece dört kitap ulaşmış. Eserleri, kurmaca biriyle diyaloglar biçiminde söyleşi türünde.
Siz de burada kendisiyle yapılmış hayali bir söyleşi okuyacaksınız…
Kendisini nerede mi buldum?
Kapalıçarşı’da küçük bir handa! Söylemiştim değil mi; onun için bizim anladığımız şekilde bir zaman sınırlaması yok diye…
*2018 yılında yazdığım Epiktetos ile Söyleşi isimli kitabımdan alıntıdır.
Dilek Karagöz