“Uyuduğun bir gecenin sabahına uyandığını bilmek bile büyük lüks, büyük mutluluk” demişti bir zamanlar çok sevdiğim bir adam. Ölümü öylesine alt etmek istiyordu ki ölüme çalım atmak için, kendinden yüzlerce, hatta binlerce parça bırakmak istercesine dağılıyordu hayata. Biz kadınlar öyle miyiz? Tabii ki asla bu şekilde dağılamıyoruz ve bilinçli olarak bunu yapmıyoruz… Hatta, en sağlıklı spermi kollayıp, onunla geleceğe imza atmanın yollarını arıyoruz. Aslında bu, baştan kaybedilen bir savaşın ve kendini tam bir yalnızlığa mahkum etmenin ilanı olabilir mi? Her ne kadar ilkel insanla aramızda yüzbinlerce yıl olsa da hücrelerimize işlemiş olan, varlığını sürdürebilme içgüdüsü ile kıvranıyoruz çünkü…
Bu gerçeğe, kadın ve erkek ilişkisi açısından bakınca durumun vahametini anlamamaya olanak yok. Ne yaman çelişki. Çünkü, her ikisi de kendinden bir parçayı dünyaya bırakabilme arzusu ile yanıp tutuşan ve bunun için birbirlerine yadsınamaz bir şekilde ihtiyaç duyan iki canlı, maalesef bu ihtiyacın içinde kıvranırken, büyük bir yalnızlığın bir başka kapısını araladıklarını bile fark edemeden, bir ilişkiye girmek ve bunun adına da aşk demek zorunda kalıyor. Dahası, iki kişilik bu yalnızlığa istekliymişçesine, düğün dernekle, herkese ilan ederek hayatını birleştiriyor.
Türünü devam ettirebilme arzusu
Oysa, içgüdülerinin ötesinde davranabilen ve karşısındaki kadını, erkeği hissedebilen, onunla birlikte yepyeni bir duygusal hayat var edebilen, karşısındakini tüm defoları, güzellikleri, yaratıcılığı, sevgiye olan gücü ile algılayabilen, kısacası iki kişiyi bir kılabilen o kadar az insan var ki… Hal böyle olunca; tanışmak için çok da zorlanmadığımız günümüzde, hoşumuza giden birilerini mutlaka buluyor, sonra içimizde kopan, türünü devam ettirebilme fırtınalarının yönlendirmesiyle deli gibi (aşık) oluyoruz. Güzel gözleri, sağlıklı vücudu, içtenlikli gülüşü, saçlarını savuruşu, İnstagram’da kendini oradan oraya savuruşu aklımızı başımızdan alıyor. Aslında aklımızı başımızdan alan kişiyle, aklımızın aşk sandığı duygu çoğunlukla örtüşmüyor ama hormonlar süreci ele almış oluyor. Aşkın başladığı evrede hormonlarımız bir bir devreye giriyor…
Hormonlar olmadan aşk yok
Aşkın en yoğun yaşandığı dönemde adrenalin ve noradrenalin hormonları vücudumuzda en yoğunundan salınmaya başlıyor. Yani, kalbimizin deli gibi çarpmasına neden olan, aklımızı başımızdan alan aşırı duyguları, bu hormonlar sayesinde yaşıyoruz. Sonrasında hayattan keyif almamıza, kendimizi iyi hissetmemize neden olan dopamin de devreye giriyor. Ve ilişki uzadıkça, oksitosin artıyor. Biz onu, bir süredir çok iyi biliyoruz. Anne ve bebeğin birbirine en yakın temasta oldukları emzirme döneminde artan hormon… Bağımlılık yaratan, mutluluk ve sevgi hormonu. Uzmanlar bu mutluluk halinde daha pek çok hormonun üretiminden bahsediyor ve ekliyorlar, ‘Aslında aşk hep kalple ilişkilendirilse de beyinde başlayıp, biten bir duygu hali. Hormonlarımız olmadan aşık olmamız mümkün değil. Ama kalp sağlığımızı da yakından ilgilendirdikleri bir gerçek.’
Sonuç olarak, bilim insanları yıllardır, erkek ve kadının aklını başından alan bu duygu durumuna nasıl girildiğinin araştırmalarını yapıyor. Bununla da yetinmeyin aşk adını verdiğimiz hormonların kaç yıl hayatta kalabildiklerini, ne kadar süre sonra takatlerini yitirdiklerini bulmaya çabalıyor. Bir takım sonuçları bulunca da doğal olarak açıklıyorlar. Kimine göre 18 ay kimine göre 3 yıl… Biz ise bazen bu üç yıl süren hal için bir ömürlük üzülüyoruz, kahroluyoruz o ayrı tabii….
Hepimiz birer yıldız tozuyuz
Oysa aşk; (Onu yaşadığımız sürece ve kesin olarak biteceğini her iki tarafın bilip, birbirine asla itiraf etmediği ve bilmesine rağmen içine balıklama atladığı bir hal olarak) bizi her ne kadar havalara uçurup, aklımızı başımızdan alsa da, hayatımızın yönünü tamamen değiştirse de, karnımızda bulutlar uçuyor ve her an fırtına çıkacak sansak da, gerçekle bağımızı koparsa da, ondan başkasının hiçbir anlamı kalmasa da, sabahları mutlu uyanmak için artık bir nedenimiz olsa da, kimi zaman depresyona soksa da, milyonlarca yıldır süren, insanın üreme iç güdüsünün, aklileştirilmeye çabalanan duygusal bir dışavurumu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
O zaman aslında hepimiz, kendi biricik yalnızlığımızda onu bir nebze de olsa aşmamızı sağlayacak geçitler arıyoruz diyebilir miyiz? Bazen o karanlık geçitlerde elinde bir lamba ile bir kadın ya da erkek siluetinin bize doğru geldiğini görüyoruz. İçimizi ısıtan bir gülüş, gözlerinin içinde o karanlık yalnızlığı gideren bir ışık ve sıcaklık bizi çekip bambaşka alemlere götürüyor. Sonrası, birlikte pek çok anı tabii ki ama…
Yalnızlığı en çok aştığımızı sandığımız yer ise sevişmelerimiz. Çünkü orada iki kişiden bir başka varlığı; bizi, bir olmayı oluşturabilme gücüne sahibiz. Belki de varlığımızın nedeni, büyük bir yokluktan olduğu içindir sonsuz yalnızlığımız. Sonuçta her birimiz bir yıldız tozu değil miyiz? Koskoca evrende ruh eşini bulmaya çabalayan birer varlık…
Sahi nedir yalnızlık? Sevgilinin elini tutarken bile hiçbir şeyden tam anlamıyla emin olmamak mı?