Bir ayakkabı boyacısının yaşamaktan değilse bile, alıkonmaktan vazgeçtiği bir dünya kimlere bahtiyarlık verebilir. Yeni yetme varlığını yetmişine kadar oradan oraya sürükleyeceğini bilse de, ehvenleştirdiği umutlarını yerleştirip, uysallaştırdığı omuzlarına vurduğu boya sandığıyla gidişini görüp, umursayan çıkar mı onu.
Tezatlar ülkesinde, değiştiremeyeceğin yazgınla nihayete erecek ömrünün herhangi bir yaşını, cebine asgarisi uygun görülmüş hakkına rıza gösterip yaşayıp gideceksin. Kesat hakkına razı olmasan da, gün başlar başlamaz, bir boyunduruk zorlaması koyuverecek seni sokak kapısına. Kapısında ayrı, vitrininde ayrı, caddesinde ayrı küseceksin hayata.
Kıyı kenar yürüsen, avare boşluklara düşeceksin, dilinin ucuna gelen birkaç sözle dertleşecek birini arasan, çullanacak üzerine sürülerin gümbür gürültüsü. Kırılan camlar, aynalar, yıkılan binalar arasında sıkışmış sanacaksın kendini. Sakınasın yoksa sözünden gayrısını, avaz avaz çınlatmadan önce sesini, uluorta hançerlemen gerekecek kör dövüşlerin çığırtkan öfkesini.
Her şeyin sahibi var bu dünyada
“Öğretmediler mi sana çocuğum, her şeyin sahibinin olduğu bir dünyada yaşadığını?’’ Göz alabildiğine; gördüğün, saydığın her eşyanın, her hareket edenin, yerinden kıpırdamayanın bir sahibi vardır. Seni buyur etmeyen sandalyeleri, okul sıralarını geçip, sahiplerini bilen koltukları boş bırakıp, şezlonglardan, salıncaklardan uzak durup, çömeşecek bir tahta sandığa razı olmalısın.
Sahip olduklarının künyesi-ismi-tapusu her zaman yetmiştir onlara. Kırk ambarları doludur, gerisi boştur. Irgat, cıbıldak, amele, hepsi kendigillere yük taşıyan kamburgillerdir. Boyacı epeydir bunları bilegelmiş, hiç birşeyciklerine imrenmemiş, kendisi için istediği iyi günlerin, varsılları da bu mal mülk edinme eziyetinden kurtaracağına inanarak neredeyse rahatlamış.
Tuttuğunu benim deyip, kollayıp-sarılıp varlıklarına, ömrünü tüketenler varsa, pay edip bulduğu üçü beşi, şenliğe dönüştürenler de var her bir şeyi. Gezgin boyacı, düş kırıklarının ortasında yalın aylak dolaşsan da, eğleşip söyleşsen de geçip gidiyor ömür.
Teselli vereceğine fikirleri uçuşturup, dertleri deşmek olunca rüzgarın işi, seyri kalıyor sözcüklerin hep birden havalanan kuşlar gibi gidişini.
Çömeşip sandığına, bakar güneşin altında kumlara. Aynı büyüklükte olmak ve aynı ışıltıyı paylaşmak fiziksel mi, sınıfsal mı diye düşünür. Düşünür de düşünür.
Tüm yaşam deneyimleri kuşların düğününe giden kamıştan bir düdüktür. Var dediği yok, yok dediği var çıkmıştır. Elini eteğini toplamış, bir başına kalmış, oturduğu sandığın söylettiklerini mırıldanmıştır.
Yitirmekten korkup çekinenler, mallarını gözettikleri, düşmanlarını gözetledikleri, kaleler, mahzenler yapıp, yaşamayı seçtikleri duldalarında ölüp gittiklerinde, miras olarak çocuklarına; hiçbir güzelliğini göremedikleri, paylaşmayı bir türlü öğrenemedikleri, renklerinden, kokularından haberdar olmadıkları bir dünya bırakacaklar.
Sen düşün, sen söyle sandığınla gezip dururken,
başka türlü olmayacak,
cümle kapısı açık oradan gel,
sesin herkes için bir ezgi,
habersiz bir bahar gelişin, çat kapı,
şarkının sözleri bilindik, hatırlayacak herkes,
‘Koşun, bembeyaz bir gemi yanaşıyor rıhtıma’.
Safa Özkızıltan