Altı yıl önce bugün… Nişantaşı’nda bir kitapevindeyiz. Feridun Andaç ile sohbet ediyoruz. Anadolu topraklarının, Homeros’un ardından 20’nci yüzyılda yetiştirdiği gelmiş geçmiş en büyük anlatıcıyı konuşuyoruz.
Derken bir telefon geliyor; “Yaşar Kemal’i kaybettik. Başımız sağ olsun.” Cümleler, kelimeler, hatta aldığımız nefes bile bir anda havada asılı kalıyor. Kısa, kesif bir sessizlik…
Ancak bir süre sonra hayat yeniden başlıyor. Ölüm, büyük bir durak olsa da, ölümsüzlük suyunu içmiş insanlar için bir yok oluş olmadığını biliyoruz çünkü.
O gün olduğu gibi bugün de, ne kadar şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Elbette, bu topraklardan böyle bir yazar çıktığı için… Yaşar Kemal’in kitapları ile tanıştığım ilk günden bugüne kadar geçen yıllar boyunca, ruhumda demlenenler tek tek zihnime üşüşüyor. Zira onu anlatmak, öyle kolay bir iş değil. Ancak aklımdaki sorular ve anlamaya çalışma isteği pek rahat durmuyor.
Onu bu kadar büyük yapan neydi? Büyük yazar, büyük adam ve en önemlisi büyük insan… Hem bu “büyük” olmak ne demekti? İyi yaşamanın, iyi işler yapmanın, herkes gibi ölüp gitsen bile yok olmamanın tariflerinden biri olan “büyük insan” nasıl olunurdu ki?
İnsan, Yaşar Kemal’i düşündükçe kendine bu soruları sormadan edemiyor; çünkü onun hayatı, bizatihi bu soruların cevabı. Zor olan ise bunu görmek değil; bunu nasıl başardığını anlayabilmek…
Bir insanın başarılarını, başarısızlıklarını, mutluluklarını, acılarını, hasılı bütün bir hayatını birkaç sözcükte ve formüllerle anlatamazsınız. Ancak belli başlı durumları görürsünüz.
Onu, büyük yapan her şeyden önce kuşkusuz yaşadığı topraklardı. Ölümsüzlük suyunu içmiş biriydi. Ortaokul mezunu, Anadolu’da yetişmiş bir çocuktu. Ancak Çukurova’nın bereketli topraklarından başlayarak, dünyanın sayılı yazarlarından biri olmaya uzanan ve asıl kendisi roman olan bir hayata sahipti. Gücünü kendi topraklarından alan, gözlemciden çok katılımcı olduğu bir hikâye… Bugünkü kadar, kültürün, bilginin, bilgeliğin parası olana mahsus olduğunun düşünülmediği zamanlarda yaşamış olması ise belki de şanslı olduğu durumlardan biriydi. Yerelin içindeki evrenselliği anlatıyordu. İtibarını, her şeyden önce buna borçluydu. Üstelik bunu itibar için de yapmıyordu. Çünkü o anlatmaya mecburdu. Bizatihi anlattıkları kendisiydi.
Bunu yine en iyi kendisi tarif etmişti; “İnce Memed mecbur insandır. Ben de mecbur insanım…”
Ne demekti mecbur insan olmak?
“Çünkü İnce Memed, dağa çıkmak, ağaya başkaldırmak, zorundaydı. Çünkü orada yoksulların, bugünkü deyimle sessizlerin dili olmuştu ya da onların öfkesini dışa vuran, başkaldıran kişiye dönüşmüştü. Başkaldırdığı için de mecburdu dağa çıkmaya. Ben de kendimi mecbur anlatıcı olarak görüyorum. Mecbur insanım ben de… Baskı ortamında kendimi bir tür vebalı gibi görmeye başlamıştım. Çünkü ‘komünist’ diye damgalanmıştım. Yaşama ve iş bulma olanaklarım yoktu. Yazmaktan başka da yolum yoktu. Yazmak için de gitmem gerekiyordu. İstanbul’a geldim ve yazmaya başladım.”
Onu büyük anlatıcı kılan özelliklerinden biri de, yaşadığımız çağa tanıklık etmiş olmasıydı. Kendine olduğu gibi yaşadığı topluma da yabancılaşmamış, yüzünü yaşadığı coğrafyadaki kültürel zenginliğe çevirmiş ve bunu yaşayarak anlatmıştı. Tanıklık ettiği; Cumhuriyet tarihinde, bu ülkenin geçirdiği bütün değişim sürecinin, bütün güncel olayların ya da sorunların arka planını onun romanlarında bulmak mümkündü.
Ancak en önemlisi neydi diye düşündüğümde, tek bir cevabım var; insan sevgisi…
Çok net; insan sevmeyen ne insan olabilir ne büyük… Yaşar Kemal olmak, büyük bir yazar olmak için değil, insanını sevdiği ve dünyanın daha yaşanabilir bir yer olabilmesi için yazmaktır. Buna mecbur olmaktır.
Bu, ancak Anadolu’nun ölümsüzlük suyunu içmekle mümkün olur.
Kendisini büyük bir saygı ve sevgiyle anıyorum.
Devri daim.