Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve ilk on beş yılda başarılanlar, sadece içinde bulunduğumuz yüzüncü yıl dönümü dolayısıyla değil, her daim güncel diyalogların konusu… Bu durumu ister hâlâ genç bir ülke olmaya bağlayın ister takım ruhundan ayrı düşenlere…
Nasıl yorumlarsanız yorumlayın bir gerçek var ki o da dönemin mevcut imkânlarına göre olağanüstü bir iş başarılmış olması. Ne var ki her daim güncelliğini koruyan, tartışmalarımıza konu olan bu dönemi, ezberlerin ötesinde ne kadar kavradığımız hâlâ meçhul…
Yüzüncü yılda bu başarının mirasçıları olarak belki de bize düşen büyük bir inançla peşinden gidilen o ortak kalkınma tasavvurunu anlamaya çalışmak veya hatırlamak… Nitekim Cumhuriyet, yüzünü geleceğe dönmenin bilgi ve aydınlanmadan geçtiğine inanan bir neslin eseri…
Geçen kasım ayından bu yana süregelen ve haziran ayına kadar misafirlerini kabul etmeye devam edecek olan “Cumhuriyet’in Yüzü” sergisi tam da bu tasavvuru; ülkemizin ilk on beş yılındaki kültürel dönüşümü tüm çarpıcılığı ile gösteriyor. Cumhuriyet vizyonunu hepimize yeniden hatırlatıyor.
Sergi vasıtasıyla Yazar-Editör ve Küratör İzzeddin Çalışlar ile bir araya geldik.
Modernleşen Türkiye’yi, Cumhuriyet ile gelen kültürel dönüşümü, her biri ayrı ayrı zaman dilimlerinde uçurumun kenarına gelen ama yok edilemeyecek olan inkılapları konuştuk.
Cumhuriyet ile elitlerin yaşam kültürünü sokaktaki vatandaşla paylaşan halkçı vizyonu, vatandaşının eğitimine önem veren modern anlayışı, dil ve yayıncılık konusunda gerçekleştirilen çalışmalarla yaratılan ekolü ve Fransız Aydınlanmasının “genç”lerinin bu topraklarda bıraktığı etkiyi hatırladık.
Ve Atatürk’ün başka hiçbir liderde rastlanmayan biçimde halkıyla kurduğu sevgi bağına hayran kaldık.
Yüz yıl önce bu topraklarda yüzünü aydınlığa ve geleceğe çevirmiş, ortak bir tasavvur ile var olma mücadelesi verenleri anlamaya çalışarak…
İşte uzun sohbetimizin ilk bölümü…
“Cumhuriyet’in Yüzü” kültüre odaklanmış bir sergi…
Gerek sergi hazırlıkları gerekse yakın tarih okumalarınız sırasında Cumhuriyet ile gelen kültür devrimi sizin için nasıl bir fotoğraf oluşturdu?
Aslında kültür devrimi tehlikeli bir laf çünkü kültür devrimi diye baktığınız zaman karşınıza aynı sıfata haiz bir olay çıkıyor, o da Çin yani Mao’nun yaptığıdır.
Aslında siyaset bilimi terminolojisinde kültür devrimi Mao’nun yaptığıdır. Kültür o kadar geniş bir kapsamlı ki özellikle yabancı dillerde bizdeki gibi sadece entelektüel tarafla ilgili diye bir kapsamı yok.
Mao’nun “kültür devrimi” denilen yaptığı şey de çok cazip değil. Bu yüzden bunu önlem olarak söylemek gerekir. Siyaset terminolojisinde bu şekilde geçmiş ama aslında baktığınız zaman çekinmeden aynı sizin gibi ben de “kültür devrimi” gibi nitelendiriyorum çünkü burada başka örneği olmayan bir şey var; o da dilin değişmesi…
Bunu sadece “elif”in gidip “a”nın gelmesi olarak görmemek lazım. Yeni bir dil yaratmayı da içeren bir durum, tek başına kültür devrimi sayılabilecek kadar büyük bir element bu. O yüzden başka türlü de bir veya iki kelimeyle ifade etmesi zor bir dönüşüm Cumhuriyet ile gelen…
“Modernleşme projesi demek Cumhuriyet’i küçümsemek olur”
Bu topraklarda modernleşme hareketleri aslında Osmanlı’da başlamış ama Cumhuriyet ile bir sıçrama yaşanmış. Üstelik çok bütüncül biçimde… Sizce Cumhuriyet aslında bir modernleşme hareketidir, diyebilir miyiz?
Modernleşme zaten çok ayak direnebilecek bir şey değildir. İster istemez modernleşeceksindir. Modernleşiyorsundur, halen de sürüyor ama işte kimi zaman hızı azalır artar kimi zaman etki alanı daralır genişler.
Osmanlı modernleşmesinden de bahsederken de hep belli bir zaman dönemini ele alıyorlar hâlbuki onu da daha geçmişe doğru uzatmak çok mümkün ama Cumhuriyet’e sadece bir “modernleşme projesi” denirse çok küçümsemiş ya da doğallaştırmış oluruz.
Burada çünkü bir manipülasyon da var. Bir ya da birkaç kişinin vizyonundan ibaret olan birtakım dönüşümlerin ardı ardına planlı ve seri olarak hayata geçirilmesi durumu var.
“Devrim dediğiniz başlı başına bir tercihtir”
Cumhuriyet’in ilk yılları ile gelen bu değişimlerde nasıl yol alınıyor, sizin dikkatinizi çeken şeyler nelerdir?
Aslında orada birtakım tercihler yapılıyor. “Devrim” dediğiniz zaman tabii ki başlı başına bir tercihtir.
Gerçi var olanı olduğu gibi yıkıp yerine başka bir şey koyulduğu gibi dillendirildiğine de rastlıyoruz ancak bizde o dönem hem kilogram hem pound hem İngiliz ölçü birimi hem Fars ölçü birimi kullanılıyor.
Yapılan beş tane ölçü birimi ya da üç tane saat sistemi ya da dört tane takvimle yaşamaktansa bunlardan birinin tercih edilmesidir. Zaten bu şart çünkü imparatorluk yapısı yıkıldığı zaman onlara ihtiyaç da kalmıyor.
Bunların her birinin toplumda yer etmesi farklı kesimlerin tercihleri ya da işte çok kültürlü yapının getirdiği şeyler… Onun yerine, bir tane kültür bize yeter, diye öngörüldüğünde zaten bir ölçü birimine geçiyorsunuz. Mesela metrik sistemi seçmenizin nedeni en yaygın onun kullanılmasıdır.
“İtici güç kültür değil kalkınmadır”
Aynı şekilde Latin alfabesi en yaygın alfabe olduğu için seçiliyor. Sırf Batılı olsun diye değil ama bir de şu var; önce Batı’ya bakılması için de çok geçerli sebepler var. Batı dediğiniz zaman etki alanı açısından iki okyanus aşıyorsunuz ve aslında treninin gideceği yoldan söz ediyoruz.
Öyle değil de Güney Afrika’dan çıkmış bir kalkınma hareketi olsaydı yolu olmasa bile oraya gidilirdi. Burada itici güç kültür değil, hızla kalkınmadır. Çünkü önce buna ihtiyaç var ama hızla kalkınmayı ancak bir kültürün parçası haline getirirseniz devamlılığını sağlarsınız.
Mesela eş zamanlı olarak şu anda Eminönü’nde İş Bankası Müzesi’nde, aynı döneme iktisat ve sanayi politikaları açısından bakan bir sergi bulunuyor. Aslında ikisini birlikte görmek lazım… Biz çünkü burada ancak konu alanını daraltıp bir etki yaratmaya çalıştık ve kültür sanat çerçevesinde neler yapıldığını hatırlatmaya çalıştık.
Cumhuriyet bundan ibaret değil elbette. Ekonomisi var, sanayisi var, özel sektör canlandırma girişimleri var, üniversiteler var… Yani çok fazla kolu bacağı var.
“Şaşırtıcı olan bunca projeyi 15 yılda gerçekleştirmiş olmak”
Sizce en etkileyici olan?
Etkileyici ve şaşırtıcı olan bunca çok başlı eğitim ve insan kaynağı yaratma, verimlilik kazanma projesini 15 yıllık bir zaman diliminde gerçekleştirmiş olmasıdır.
Bu günümüz koşullarında mümkün olan bir şey… Sadece finansmana bağlı olarak günümüzde planlanabilecek bir şeydir. Örneğin İç Anadolu Bölgesinde bugün yaklaşık 500 milyar dolarlık bir yatırım yaparsanız orada modern bir kent kurar, dünyanın en iyi hocalarının gelip gittiği okullar inşa eder, oradan yayılacak ve bütün dünyaya ışık tutacak eğitim sistemleri deneyleri, yeni uzay teknolojileri gibi birçok şey yapabilirsiniz. Üstelik bu dünyaca ünlü bir teknoloji şirketinin değerinden bile daha düşük bir bütçe…
Bu söylediklerimiz bugün mümkün ama yüz yıl önceki Türkiye koşullarında düşündüğünüzde, o dönemde maddi kaynak bulma, insan kaynağı oluşturma gibi gereklilikleri düşününce, işte o zaman bu yapılan şeyler daha şaşırtıcı ve incelemeye değer hale geliyor. Ayrıca bu “Ben devrim yapıyorum. Alfabe, giyim, dil bundan sonra budur. Artık şapka takılacak, frak giyilecek,” demekle olacak şey değildir.
“Bu sergi bir vitrin… Diyoruz ki, ilginizi çekiyorsa araştırın ve okuyun”
Peki, “Cumhuriyet’in Yüzü” sizce sergi olarak nasıl bir işlev oluşturdu?
Kültür konusu işin sadece bir parçasıdır. Ondan ibaret anılmasını istemem ancak burası bir vitrindir.
Bugün de şık bir mağazaya girdiğinizde vitrin bir cazibe noktasıdır ve içeriye girdiğinizde eğitilmiş çalışanları görünce ezilirsiniz, ne yapacağınızı bilemezsiniz.
Hâlbuki bir tane don almaya girmişsinizdir. Sonra onu seçerken nerede üretildiğine bakarsınız, mesela ipliği Bangladeş’ten gelmiştir ama o ipliğin üzerindeki çalışan haklarına da dikkat edilmiştir vs.
O ürünün ne kadar büyük bir tedarik zincirinin sonucu olarak karşınıza geldiğini, ürünü kurcalayınca anlarsınız. Burada da ona benzer bir şey var. Aslında biz bu sergiyle bir tane vitrin yaptık ve diyoruz ki: Burada gördükleriniz ilginizi çekiyorsa not alın, evinize döndüğünüzde arama motorunda bir arayın, bakın bakalım bu yapılanlar neymiş, o da kesmiyorsa kaynaklar zaten zikrediliyor.
Örneğin sergide “Namık İsmail” ismine rastladığınızda kendiniz araştırıp bulun ya da “Türk Beşleri” acaba neymiş, diye bulup okuyun. Belki hayatınızı değiştirir, belli mi olur. Belki de bizi şaşırtan soruların cevaplarını siz bulursunuz.
“Tamamen bir takım ruhu yok ancak tasavvur ortak”
Sizce Cumhuriyet vizyonu nedir?
Aslında şudur, bir önceki devlet yapısının can havliyle yetiştirdiği elit kesimlerin dünya konjonktürü ve içinde bulundukları durum uyarınca, “Bu iş böyle gitmeyecek, yeni bir şey yapın ve yeni yapacağınız şey de bizim seveceğimiz gibi olsun. Çünkü dünyanın yolu buraya gidiyor” tasavvurudur.
Cumhuriyet kurulurken aslında sonradan birçok konuda birbirileriyle ters düşmüşler, daha önceden de bazen ters düşmüşler. Tamamen bir takım ruhu yok ancak tasavvur ortak! Şöyle diyeyim, bir gün geldiğinde farklı partilerde yer alıp da siyaseten rakip veya düşman olunması, bu tasavvurun ortak olduğunu değiştirmiyor. Çünkü o tasavvur aynı zamanda o partilerin olmasını da öngörüyor.
“Cumhuriyet’i kuranlar kendi dönemlerinde özel yetiştirilmiş insanlar”
Türkiye Cumhuriyeti’nde yani devlette birleşmek, bu olsa gerek?
Evet ve onun demokratik olmasında birleşmek çünkü bu işler yapılırken bir taraftan antidemokratik yapıların nasıl diktatörleştikleri eş zamanlı olarak izleniyor ve aslında yönetme bakımından eskisine göre daha başı ucu belirli bir toprak parçası var.
Burada aslında kendi bildikleri gibi bir ülke kurulabileceğini düşünüyorlar. Çünkü bunların hepsi kendi dönemlerinin özel yetiştirilmiş insanları… Tutup da 1923’ten sonra “Biz de modern dünyanın bir parçası olalım” demiş insanlar değil. Zaten buna göre okumuşlar, eğitim almışlar, her biri birkaç dil biliyor. Hepsi Avrupa görmüş, Alman ve Fransız hocalardan eğitim almış insanlar.
“Cumhuriyet savunucuların bir körlük alanı olduğunu düşünüyorum.”
Bu da halkını değil ama bürokratını eğitmiş Osmanlı’nın mirası, sanırım?
Tabii, dinledikleri müzik, okudukları kitaplar, giydikleri kıyafetler ile zaten modernler… Kimi zaman öyle şeyler okuyorum ki… Cumhuriyet savunucuların bir körlük alanı olduğunu düşünüyorum.
Nasıl bir körlük? Göremiyorlar mı görmek mi istemiyorlar?
Görmek istemiyorlar. Cumhuriyet geldi, ne kadar kötü şey varsa attı yerine iyi olanı koydu, gibi bir söylemden bahsediyorum. Böyle değildir. Cumhuriyet aslında bir zümrenin yaşam tarzının görünür kılınmasıdır. Bunun herkes tarafından paylaşılabilir, uygulanabilir, ulaşılabilir ve istenirse içinde yer alınabilir olmasıdır.
Sen Türk olduğun için niye mahrum kalasın ki? Yıldız Sarayı’nın bahçesinin içinde olabilen bir şeyden sen niye mahrum kalasın?
Özünde eşitlikçi ve halkçı bir yaklaşım?
Tabii ve aslında sloganlaştırıldığı zaman çok anlaşılmıyor. “Cumhuriyet hürriyettir” gibi sloganların deşifresidir bu.
En simgesel örnek, bu memlekette sınırları daha genişken bir tane heykel olmamış. Dinimizce heykel günahtır, fikri demode olduktan sonra da olmamış. Ne olur ne olmaz, diye…
Abdülaziz 1867’de Avrupa turuna çıktığında, bir heykel ısmarlamış. Avrupalı hükümdarların at üstünde meydanlarda heykelleri var, onun niye olmasın!
Sonuçta çok da güzel bir heykel yapılmış, İstanbul’a gelmiş ama heykeli şehrin ortasında sergilemeye cesaret edememiş. Beylerbeyi Sarayı’nın bir odasında duruyor!
“Cumhuriyet ne elitizmdir ne ukalalık…”
Bahçede bile değil?
Değil… Ne olur ne olmaz bir gören olmasın! Buraya heykelin gelmesi 1926’dır. Sarayburnu’ndaki Atatürk Heykeli ile başlıyor. Cumhuriyet diyor ki, “Birileri bir yerde heykel yapıyorsa biz niye heykelden korkalım ki?
İnsan heykelden korkmaya utanır. Birileri heykel öğrenmeye yurtdışına gidebilir, masrafını devlet olarak ben karşılayacağım, biz de heykeltraş yetiştirelim. Gel bana heykel yap.” Bu ne elitizmdir ne ukalalıktır. Bu zaten olması gerekendir.
Ama şimdi, belli bir zümreye ait kültüre herkesin ulaşmasını isteyen paylaşımcı, eşitlikçi ve demokratik bir duruşu olan Cumhuriyet’i savunduğunu söyleyenler elitist bir tavır takınabiliyor, Cumhuriyet’e muhalefet edenler de Cumhuriyet’i elitist olmakla tenkit edebiliyor. Gelinen nokta sizce de çok enteresan değil mi?
Evet, 1910’da Osmanlı’nın Londra Büyükelçiliğinde bir tane Türkçe konuşabilen insan yok. Dünya ile temas noktasında çalışanların tamamı yabancı… Çok eski bir tarih de değil. Cumhuriyet’in bu tavrı ise yaygın bir paylaşım ve destek hatta tabiri caizse gönül bağları kurulmadan yürüyecek bir şey değil.
Yani insanların “Bu vatandaşlık denilen şey hiç fena değilmiş. Bu kadar zamanda ne çok yol kat ettik,” ya da “Toprağı daha verimli kullanıyoruz, hastalıklar bitti. Daha rahat doktora ulaşıyoruz. Çocuklar daha az ölüyor” diyeceği şekilde doğrudan hayati ve pozitif sonuçlar alınmaya başlamasa Cumhuriyet vizyonu yürütülebilir bir şey değil.
Öyle “Cumhuriyet gelse de biz de dünyanın bir parçası olsak” diyen insan yığınları yok. Cumhuriyet vizyonunun ne olduğunun bilindiğini de çok fazla söyleyemeyeceğim ama halk açısından o dönemde şu var; bir dönüşüm oluyor ve buna “Tamam” denilerek, yapılanlara kredi veriliyor.
Çünkü bunlar zafer kazanan, bizi düşmandan kurtaran adamlar… Bu düşmanlar da her yerde çok farklıdır. Mesela Yozgat’takinin düşmanı başka Muğla’dakinin başkadır. Kars’taki başka bir şeyle, Ankara’daki başka şeyle uğraşmıştır. Dolayısıyla hepsinin beklentisi de farklı ancak birinci beklenti barıştır.
Çünkü 1910’dan bu yana süren bitmeyen bir savaştaydılar. Bu nedenle barış ortamını sağlamak Cumhuriyet’i kuran kadro için çok büyük bir prim…
Yani “Çocuklar bu sene ölmeyecek…” Bu da halkla güven bağının kurulmasıdır, sanırım?
Tabii… Yeni evleneceğim ikinci veya üçüncü kocam ölmeyecek, diyor. Bunlar atlanan meseleler ancak asıl temel bunlardan oluşuyor. Birincisi barış… İkincisi ise devlet teşkilatının kendisine kadar uzandığını hissetmeleri… Bugün de böyledir, mesela belediye çöpleri toplamadığı zaman şikâyetimiz başlar ama toplandığı zaman da “İyi ki toplandı,” demeyiz.
Çöp olmayan bir zamanı düşünün; tuzla buğdayı bir arada bulup ekmek yapabildiğinde, elektriğe ulaştığında, hukuk kuralları ile adil mahkemeye ulaştığında, eşkıya mevsiminde jandarma tarafından korunduğunda, kaymakama ulaşabildiğinde, ulaşması için yol yapıldığında, oğlu askere gidip de dönebildiğinde, bütün bunlar olduğunda o güven kuruluyor.
“Mustafa Kemal de bu rejimin kalıcılığından emin değildi”
Ama ne giydiği, şapka takıp takmadığı ikinci sırada?
Mesele şu, tarla iki senedir nadasta ve tohum ekmek gerekiyor. Bankaya gittiğinde banka “Al sana tohum kredisi,” diyor.
Hatta parayı da verdiğini kaydedip sana tohumu da getirtiyor. Sen de o aldığın krediyi ödediğinde ertesi sene iki misli kredi alabiliyorsun.
Tarla kiralayıp daha da çok ekebiliyorsun. İşte ilk on yıl bunları halledebildiği için o güveni sağlayabiliyor. Yoksa serginin girişinde de gördüğünüz 1928’deki karşılama fotoğrafında, Afgan Kralı’nın ziyareti sırasında Mustafa Kemal de bu rejimin kalıcılığından emin değildi. Olamazdı.
Neden?
Alınan önlemlerden anlıyoruz bunu. Polisiye önlemler, suikast riskleri vs. Cumhuriyet’i kurduk, bitirdik bu işi, gibi bir durum yok. Bu bir süreç… Bir de dış destek diye bir şey vardır. Ülkeler sizi tanırsa uluslararası konsensüs oluşursa rahat rahat yaparsınız bu işleri.
Öyle bir durum zaten yok. İlk gelen yabancı devlet adamı, beşinci senede Afgan Kralı… O da New York’tan dönerken uğruyor, direk gelmiyor. Mısır’dan, Bulgaristan’dan bile gelen yok. Ankara’da devlet, ülkeler için sefarethaneler kuruyor, yeter ki gelsinler diye ama kimse gelmiyor. Ta ki onuncu yıla kadar…
“Kurucu kadrodakilerin yerinde başkaları olsaydı Mustafa Kemal yine başarırdı”
Peki, bu kadar yok sayılırken, tam tersine büyük bir devlet olduğuna dair inancını korumak sizce nasıl bir güç?
Bu başarıyı ortaya çıkaran bir kadro var ve birlikte başarılan bir şey bu. Şunu da söylemek gerekir ki bu kadrodakiler yerinde başkaları olsaydı Mustafa Kemal yine başarırdı gibi geliyor bana ama o olmasaydı o kadrodan yine bunları yapacak biri çıkar mıydı ondan emin değilim.
Kurucu kadrodakilerin de birçoğu zaten buna benzer şeyleri dile getirmişler. Yani haybeden, tesadüfen veya öyle gerektiği için lider olunmuyor. Bir kumaş meselesi var. Geriye dönük hayatına baktığımız zaman da her koşul, ortam ve grup içinde böyle bir özelliği olduğu görülüyor.
Bu liderlik vasfı tek başına işi çözmez aslında ama hızlandırıyor ve kolaylaştırıyor. Orası kesin… Mesela size desem ki “Okullarda ders saatini 10.00’da başlatalım.” Beni, “Ne gereği var?” ya da “Hangi gerekçeyle?” diye sorgularsınız ama “Bu adam bu işleri bilir, o diyorsa bir bildiği vardır” diyebiliyorsanız işte o noktada iş hızlanır. Atatürk bunu söyletebilmiş bir adam ama dediğim gibi bu her şeyi tek başına çözmez.
“Atatürk’ün halkıyla hâlâ büyük bir sevgi bağı var”
Atatürk’ü özel kılan sizce diğer özellikleri nelerdir?
Bir kere bir sevgi yumağı durumu var. Bu sevgi bağı sosyal bilimlerde yeri olmayan bir şey… Şöyle anlatmaya çalışayım; Birinci Dünya Savaşı ile küresel vaka olarak ne köhnemişse bir deprem oluyor ve bütün çürük yapılar yıkılıyor.
Bu bir fikir de olabilir, devlet yapısı da imparatorluk anlayışı da… Bunun üzerine baştan bir şeyler inşa edilmeye başlanıyor ve bu herkes için geçerli.
İtalya, Fransa, Almanya, Avusturya, Macaristan, Romanya, yani solumuzda kalan kim varsa hepsi için geçerli…
1920’lerde ya da 1930’larda İtalya’da büyük halk desteğini alarak ülkenin liderliğine gelen ve bunu senelerce sürdüren adama baktığınızda karşınıza Mussolini çıkıyor.
Öbür tarafta Hitler çıkıyor, diğer tarafta da Stalin… Kendi vatandaşlarına sorduğun zaman hepsi bunlardan yaka silkiyor. Ömürlerinden zaman çalmış adamlar olarak görüyorlar.
“Yüz yıl sonra bile duvara resmi asılan, videosu görününce ağlanan başka lider yok.”
Diğer liderler de güçlü ama tamamen olumsuz bir imajla…
Evet… Ama bunlar salak adamlar mıydı? O kadar kitleyi nasıl arkalarına aldılar, neyi yanlış yaptılar da herkesi o yanlışa inandırdılar? Fransa’da bugün 20 yaşındaki bir çocuğu yoldan çevirelim ve De Gaulle hakkında ne düşündüğünü soralım. Tanımaz. Ülkede De Gaulle’ü tanıyanlar yüzde 10’dur.
Macron seçildiğinde De Gaulle’cü bu, diye demedikleri kalmamıştı ama tabii oylar dağıldığından Macron kazandı. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllar moda akım olarak güçlü liderin oluşturduğu yönetimler dönemi…
O zaman değişen dünyada hükümdarlar işi devredip çekilmeye bakıyorlar ve işi bildiği düşünülenlere de vekâleten yönetimi veriyorlar ama baktığınızda gerek sağdan gerek soldan, halkının büyük çoğunluğu tarafından hâlâ bu kadar sevilen, yüz yıl sonra bile duvara resmi asılan, videosu görününce ağlanan başka lider yok.
Belki de asıl analiz edilmesi gereken bu sevginin nasıl yaşadığıdır. Çünkü Atatürk’ü çok sevdiğini söyleyen insanlarla konuştuğun zaman aslında o dönemde neler yapıldığını çok da bilmiyorlar. Sergiye gelip de çok şaşırdığını ve etkilendiğini söyleyen hanımlar var mesela.
“Tüylerimiz diken diken oldu” diyorlar. Ben de o zaman diyorum ki “Siz, Atatürk’ü bu kadar seven biri olarak zaten bunları biliyor olmanız lazım” Ama bilmiyorlar. Bu anlaşılır değil.
Sanırım, aydınlanmacı eğitim almış, analiz ederek anlamaya çalışan modern bir birey günümüzde bunu anlayamıyor?
Bana şöyle geliyor, birine âşık olursun ama onu tanıyınca bambaşka biri olduğunu görebilirsin. Tanımadan sevmek böyle bir şey olmalı.
Anladığım kadarıyla sergiyi gezenler o dönemde yaşananların detaylarını öğrenince sevgilerinin sağlaması yaptıkları için mutlu olmuşlar?
Aynen öyle…
Bu aslında Atatürk’ün zamansız bir adam olduğunun göstergesi değil mi? Çünkü söylediklerinize göre yapılan işlerin tarihi öneminin farkında olarak, bilgi birikimiyle Atatürk’ü seven modern bireylerin yerini çoğunlukla bilmekten ziyade hissederek onunla bağ kuran meta modern insanlar almış görünüyor.
Sonuç olarak Atatürk günümüzde de var olmaya devam ediyor.
Şu da var, bu durum ağır propaganda dönemi etkisi olamaz. Çünkü zaten diğer toplumlarda propagandayla gelen insanların tersinin döndüğünü gördük.
Düşünün ki aradan bir asır geçmiş. Aynı dönemde ortaya çıktığı için elbette bu örneği veriyorum, mesela Çin Komünist Partisi ile yaşıttır gerçekten Cumhuriyet. Çin Komünist Partisi’nin geldiği yere bakın, Atatürk’ün değerine bakın. Güncel tabirle söyleyecek olursak Atatürk’ün marka değeri eşsiz…
Atatürk’e duyulan sevginin güncelliğini koruması, sizin kişisel olarak hâlâ cevabını aradığınız bir şey mi yoksa bu konuda bulduğunuz bir cevap var mı?
Arıyorum tabii… Deli gibi de arıyorum diyemem ama izlediklerimden saptadığım şey bu. O dönemin liderleri içinde anısı yaşatılan tek lider… Ona karşı olanlar çok da ciddiye alınmaması gereken zayıf bir yapıdayken bile böylesine gönüllülükle ve cansiparane şekilde savunulan başka bir lider yok. Başka biri hakkında böyle bir durumu işaret eden bir kitap okumadım. Olana bitene bakınca da gerçekten böyle…
“İlköğretimde anlatılan inkılap tarihi doğruymuş”
Daha enteresan ve benim de garibime giden şey şu; bize ilköğretimde devletin anlattığı inkılap tarihi aslında doğruymuş. Hâlbuki biz üniversiteye geçtiğimizde ilköğretimdeki inkılap tarihi derslerini eleştiriyorduk. Evet, çok eksik ve özet haliymiş ama doğruymuş.
Ben 1970’lerde öğrenciyken, öğretmenim de Tek Partili Dönemde öğretmen okuluna gitmiş biriydi. Yani çok az bir zamandan bahsediyoruz. Şimdi baktığınız zaman resimler, otomobiller ve kıyafetler çok eski görünüyor, her şey siyah beyaz ve eski bir zamana ait.
Sonra durup ne kadar eski olduğuna baktığımda babamın babası Org. İzzettin Çalışlar, onlardan biriydi. Bugünden bakınca zaman çok eski değil ama yaşanan değişim çok acayip.
Dilek Karagöz
NOT: Söyleşinin ikinci bölümünde Fransız Aydınlanmasının Cumhuriyet’e etkileri ile dil ve yayıncılık alanında yapılan çalışmalar yer alıyor.