Cumhuriyetle gelen dönüşüm yok edilemez

“…Osmanlı modernizmi de Fransa rayı ile başlayıp gelişmiştir. Fransa ile savaştık ancak Milli Mücadele Döneminde en çabuk taraf değiştiren de Fransa’ydı. Lozan için masaya oturulduğunda Fransa ile zaten son iki senedir barış anlaşması imzalanmış durumdaydı. Aksine bu savaşı bitirip bizim için böyle mutlu bir sona varılması için yardım eden taraftı. Tabii karşılığında beklentileri vardı. Kapitülasyonlar meselesi, demiryolları, ruhsatı elinde olan madenler…”

“…Dil konusunda şahane bir gidişat vardı. İstanbul Üniversitesinden “dilbilim ekolü” diye bir şey çıkmıştı. Bu çok değerlidir çünkü Avrupa’da üç tane ekol vardır; Viyana, Frankfurt ve İstanbul. 1980’lerden beri Türkçe’yi nasıl öğreteceğimizi bilmediğimizi düşünüyorum. Zaten o güne kadar da tam öğrenememiştik. O gidişat ile bir yere varılacakken yarım kaldı. Bu çok acıdır. Bir şeyden emin olmak için başvuracağımız merciimiz yok. TDK artık bir şey de demiyor.”

“…Bu sergide başlangıcını gösterdiğimiz her inkılabın kesintiye uğradığı tarih başkadır. Örneğin sanat öğretmeni okullarının, köy enstitülerinin ve halkevleri gibi kurumların kesintiye uğraması açısından 1951 önemli bir tarihtir.”

“…Cumhuriyet ile gelen dönüşüme bakınca, ulaşmak üzere doludizgin gidilen bir yolda birdenbire uçurumla karşılaşılmış gibi geliyor fakat güzel olan görünür olunca bir daha kolay kolay yok edilemez. Yapılanı kendinizle bağdaştırmasanız bile… Çünkü güzel olan herkes için güzeldir.”

Yazar- Editör-Küratör İzzeddin Çalışlar ile söyleşimizin ikinci bölümü…

Siz Galatasaray Lisesi mezunu Fransız kültürünü bilen birisiniz. Cumhuriyet de Fransız Aydınlanmasından etkilenmiş.

Cumhuriyet’in ilk dönemine ait okumalar yaparken ve bu sergiyi hazırlarken bu etkiyi nasıl gözlemlediniz?

Aslında Cumhuriyet öncesindendir. Osmanlı modernizmi de Fransız rayıyla başlayıp gelişmiştir. Fransızca, İstanbul’un ikinci diliymiş.

1910’da Sofya’ya gitseydik vatan toprağında olacaktık, Filibe’ye gitseydik vatan toprağında olacaktık ya da Halep’e, Bağdat’a veya Riyad’a gittiğimizde yine vatan toprağında olacaktık. Yanya’ya gitseydik Fransızca konuşacaktık ve vatan toprağındayız diye İstanbul’da konuştuğumuz Türkçe ile işi çözemeyecektik.

Bugün bunu bilmek lazım…

Günümüzde mesela İbiza’ya giderseniz oradaki tabelalarda Kastilyan İspanyolcasının altında Katalan İspanyolcası yazar. Bahsettiğimiz dönemlerde Beyoğlu’na çıksaydık orada da görecektik ki bir tabelada “Cadde-i Kebir” altında da “Grand Rue De Pera” olarak Fransızca yazıyor olacaktı.

Yine Osmanlı arşivlerine baktığınızda da aşağı yukarı hepsinin Fransızcası var. Şehirlerde her gazetenin bir de Fransızcası basılıyor. Bunlar Cumhuriyet ile gelmedi, zaten vardı. Bu sergide güzel bir örnek vardır; dil çalışmaları yapılıyor Dolmabahçe Sarayı’nda.

Türkçe kullanılması emredildiği için gazetenin yarısı eski yazı ile yarısı yeni yazı ile çıkıyor. Harfleri dizmişler. Aynı gazetenin Fransızcasını da bastıkları için ellerinde Latin harfleri var ama Fransızcada “K” harfi çok az kullanılır. Elinde üç tane var. Dördüncü “K” gerektiği zaman başka bir karakterden oraya “K” koymuş. Yani bu harflere yabancı değil hiç kimse çünkü okuma yazma bilen herkes Fransızca ya da Almanca biliyor. Okuma yazma bilen az…

Dedesinin mezar taşını okuyamamaktan şikâyetçi olanlar var şimdi…

O zaman dedesinin mezar taşını değil hiçbir şey okuyamıyordu ki… Hem de okumaya niyetiniz varsa okuyorsunuz zaten. Yine “Ş” harfi problemini de önce virgül ardından “S” harfi koyarak çözüyorlar. Aslında Latin alfabesine de dört tane harf armağan ediyoruz.

“1924 Anayasası ile gelen vatandaşlık tanımının alternatifini bulamadılar”

Fransız ekolünün yaşam kültürü açısından Türkiye’deki yansıması nasıl olmuş? 

Dolayısıyla zaten Fransızca Osmanlı okullarında da etkili olmuş. Ben Galatasaray Lisesi mezunuyum ve 1868 yılında eğitim vermeye başlamış olan bir Osmanlı devlet lisesidir. Birdenbire Fransızcaya geçmiş değil, kurulduğu günden bu yana Fransızca eğitim veren bir kurumdur.

Bu dil meselesiyle ulusal kültürün parçası olma konusunu da ayırmak lazım çünkü 1923’ten sonra ulusal kültürün inşası başlıyor. Osmanlı’da “millet” başka bir şey demekti. Osmanlı tebaası milletlerden oluştuğu için “ulus” kelimesini türetiyorlar.

Osmanlı’da dinsel kimliği farklı olan her grup bir millet olarak anılıyordu. Sadece Hristiyan, Musevi ve Müslüman diye de ayrılmıyordu.

Bir yandan da Ermeni milleti var ama Ermeni dinsel bir karşılık değil bir ırk ifadesi… Ortodoks olmayan Katolik Ermeniler de olduğu halde sayıları az olduğu için ayrı bir millet olarak adlandırılmıyordu. Dolayısıyla imparatorluk böyle çözmüş, böyle yönetebilmiş, haklar ve vergi yükümlülükleri bu sistem üzerinden ilerletilerek yüzyıllarca bir düzen içinde yaşanmış.

Yeni konseptte bütün bunlar hiçbir şey ifade etmiyor ve 1924 Anayasası ile gelen vatandaşlık tanımının yerine daha iyi başka bir formül koymayı beceremediler. “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” diyor. Vatandaşlık bağı, evlenme cüzdanı gibi bir şey ve ne ırkı ne dini ne cinsiyet tercihi önemli değil.

“1924 Anayasası ile gelen Türk tanımı çok radikal, öncülü hiç olmamış.”

Son zamanlarda “Türk” kelimesi ile “Müslüman” kelimesinin aynı anlama geldiğini ifade eden açıklamalar oldu, yanılmıyorsam?

Bu ifadenin bilimsel olarak alt yapısı olmadığı için siyasi bir jargon olarak kalıyor. Hâlbuki Anadolu’nun bir köyündeki adamın derdi değil bunlar. O zaten ne olduğunu biliyor. Şu da var, 1924 Anayasası ile gelen bu Türk tanımı çok radikal, öncülü hiç olmamış. Denenmiş de olmamış değil, hiç olmamış.

Çok renkli bir coğrafya için zekice bir ifade değil mi?

Oldukça işe yarar ve kimse bu ifadeye on yıllarca karşı çıkmamış. Hemen ertesi gün bir karşı çıkış olsa ve o itiraz büyüseydi, bu mutabık olma durumu dağılırdı. Şimdi üzerinden yüz sene geçtikten sonra bunu kurcalamaya çalışanların çabası beyhude olur diye düşünüyorum. Çünkü daha iyi bir çözüm bulamıyorlar.

Bahsettiğiniz bu maddedeki gibi alternatifsiz bir çözüm bulması gücünü aldığı nokta, sanırım?

Bu ABD’de işe yarayan bir sistem oldu. Avrupa kıtasındaki ne kadar işe yaramayan insan varsa toplayıp götürüp sonra da onları işe yarar hale getirebilmek de başarılı bir operasyon…

“Fransa, bu savaşı bitirip bizim için böyle mutlu bir sona varılması için yardım eden taraftı.”

Fransa ile ilgili bir de şu var; bu ülke ile biz savaştık ancak Milli Mücadele Döneminde en çabuk taraf değiştiren de Fransa’ydı. Milli Mücadele Dönemine ait yapılan değerlendirmelerde Lozan Anlaşmasına ilişkin dikkatten kaçmaması gereken, Lozan için masaya oturulduğunda Fransa ile zaten son iki senedir barış anlaşması imzalanmış durumdaydı.

Aksine bu savaşı bitirip bizim için böyle mutlu bir sona varılması için yardım eden taraftı Fransa. Tabii karşılığında beklentileri vardı. Kapitülasyonlar meselesi, demiryolları, ruhsatı elinde olan madenler… Bir taraftan da bunları kurtarmaya çalışıyorlar. Dertleri o tabii…

“Artık elektrik varsa o aydınlık bize yetiyor.”

Bu durumda da Türkiye’nin yaşaması ve devlet olarak var olması onlar için avantaj?

Tabii… Geri dönüş alacaklar çünkü. Sonuçta Türkiye çimento yaparken, demiryolu yaparken gelip Fransız şirketi yapmıştır. 1940’lara kadar gazetelerin Fransızca yayınlamaları da bunun göstergesidir. Fransızca yayınlar lüks olsun diye değil, okunduğu ve ihtiyaç olduğu için basılmıştır.

Fransızca ikinci dil olma durumunun devam ettiğini görüyoruz ama 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bizim Fransızca’ya, Fransız kültürüne ya da Fransız İhtilali değerlerine filan ihtiyacımız kaldığını söyleyemeyeceğim. Tamamen Anglosakson küreselleşmesinin bir parçası olmak için çalıştık, halen de çalışıyoruz. Artık elektrik varsa o aydınlık bize yetiyor.

Fransız Aydınlanmasını benimsemiş “Genç” Türkler…

Sina Akşin, Atatürk’ün 19 Mayıs’ı sadece yaşı genç insanlara değil, Fransız İhtilali ile ortaya çıkan evrensel değerleri benimsemiş insanlara atfettiğini söyler. Çünkü 19’ncu yüzyılda Fransız Aydınlanmasını benimsemiş insanlara “genç” denirmiş.

Doğru, “Jön Türk” aynı zamanda “Genç Türk” demek ve o insanların yaşının da çok genç olduğu söylenemez. Zaten o kurucu kadro Fransız İhtilali ile ortaya çıkan değerlerle yetişmiş insanlar… Kendi aralarında uzlaşmadıklarını ama küçük gruplarla yapılmış bir takım uzlaşmaların bu büyük değerlerle eş dönüşümler oluşturduğunu görüyoruz. Kadın hakları gibi, medeni kanunda olduğu gibi…

Harf Devrimi de öyledir. Üzerinde öyle büyük bir uzlaşma yoktur. Büyük, uzun ve çok taraflı bir tartışmadır, yüz sene boyunca süren. Ama kadın hakları konusu ne tartışılmıştır ne de büyük gruplarca paylaşılmıştır. Dedem Org. İzzettin Çalışlar ile 1917 Kasım’ında konuştuklarını biliyorum.

Diyor ki, “Kadınlara da sosyal hayatta eşitlik tanımak lazım. Bunu da not edelim. Tesettür meselesi bile tartışmaya açılmalı.” Bunlar Atatürk’ün günlüğünde var. Dedemin günlüğünde de aynı şeyler yazıyor.

O gün konuşmuşlar ve unutmamak için not almışlar. 13 sene sonra da kadına seçime katılma hakkı tanınıyor ama yeni bir uzlaşı sağlanacak alan olarak 1923’ten itibaren bu söylenmeye başlıyor. Hakkı hep yense de Latife Hanım’ın burada çok etkisi var. Halide Edip Adıvar’dan daha aktivist bir kadın…

Amerika’dan, Fransa’dan, Belçika’dan onunla görüşmeye gelen gazeteciler, yayınlarında Latife Hanım’ın düşüncelerine çok önem veriyorlar ve donanımının çok güçlü olduğunu söylüyorlar.

Yeniden sergiye dönecek olursak, Haziran’a kadar süresi uzatıldı ve ilgi görüyor. Peki, size göre insanlar üzerinde oluşturmasını beklediğiniz etkiyi yaratıyor mu?        

Öncelikle medya ilgisinden memnunum. Çünkü genelde bizde sergiler çok konu edilecek faaliyetlerden biri değildir. Bu sergi çok “fashioner” de değil. Gerçi Cumhuriyet’in ilk yıllarında öyle olurmuş sergiler. Çok meraklı olduğum için o dönemdeki sergileri inceliyorum.

O zamanlar kitlesel iletişim araçları olmadığı için bir şeyin rengi, orijinal ebatları ya da sebep ve sonuçlarıyla izlenebileceği tek şey bu enformasyon aktaran sergiler… Oldukça akıl almaz tasarımlar yapmış zamanın ustaları. Bir bakıma biz de onları taklit ediyoruz. Yani “Gel vatandaş yerli malı kullan çünkü öncelikle bu mallar var ve yerli malı kullanırsan ülkeye ve sana faydaları vardır” diyor. Biz de diyoruz ki “Vatandaş gel, bak o zaman neler yapılmış…”

“Atatürk’ü seviyorsun ama neler yaptığını da gör, öğren”?

Ve belki seçtiğin yöneticilerinden benzer şeyler yapmalarını talep edebilirsin…

“Aslına bakarsanız biz yüzyılda henüz ilkokulu bitirdik, koleje hazırlanıyoruz.”

Bu tabii bireylerin eğitimine katkı sağlayan modern bir tavır…

Şu da var; Cumhuriyet’in 50’nci yılında 1973’te bir sayım yapılmış ve okuma yazma oranının 50 yılda yüzde 5’ten yüzde 55’e çıktığı belirlenmiş. Bu çok güzel ama düşününce ben ilkokula giderken Türkiye’nin yarısı daha okuma yazma bilmiyormuş. Bir taraftan da bu var.

Şimdi arasan 50 sene daha geçti. Artık okuma yazma meselesini çözdük diye düşünüyorum ama aslına bakarsanız biz yüzyılda henüz ilkokulu bitirdik, koleje hazırlanıyoruz. Demokrasi deneyimimiz ve geçmişimiz de o kadar. Sınıf başkanını seçtik ama okul müdürünü daha kendimiz seçmedik. Mesela bizim ailede babam da Galatasaray Lisesi mezunu ama üniversite bitiren ilk nesil benim.

“1933’ten sonra kitap üretiminde patlama yaşanıyor.”

Siz aynı zamanda yayıncısınız. Cumhuriyet kurulurken eğitim konusunda önem verilen işlerden biri de gazete, dergi ve kitap yayıncılığı… Bu alanlarda nasıl bir yol izlenmiş?

Elbette, Harf Devrimi yayın piyasasını önce bir vuruyor. Harfler değişince yarı Arap alfabesi yarı Latin alfabesi ile idare etmek gibi bir durum olmuyor. 1928’in sonunda eski yazı yasaklanıyor. Yeni yazıdan başka bir şey yayınlanamıyor.

Devrim zaten böyle olur. Diğer türlüsü zaten daha önce de denenmiş. Biz bilmiyoruz sadece. Türkçe’nin Arap alfabesi dışında başka alfabelerle de yazılabilmesini bizden de yabancılardan da deneyen olmuş. Zaten onların oluşturduğu temeller sayesinde aniden yapılabilmiş.

Yayıncılıkta da bu durumda sektörel bir alt yapı değişimi gerekiyor çünkü her matbaada sandıklar dolusu hurufat, klişe, baskı kalıpları atılacak yerine yenileri gelecek. Dolayısıyla 1929 senesindeki yasakla beraber yayıncılıkta bir düşüş oluyor. Tabii burada yapılan belli destekler, teşvikler var. Bir buçuk sene içinde sistem toparlanıyor ve eskisi gibi çalışmaya başlıyor.

Peki, insanları kitap okumaya özendirecek uygulamalar var mı?

Şöyle 1933’te üretimde patlama yaşanıyor yani eskisinden kat kat daha fazla kitap basılıyor ve satılıyor. Gazete sayısı, mizah dergileri, kadın ve çocuk dergileri artıyor. 1929 ile 1931 arasında bir kriz oluyor ama sonra eskisinin kat kat üzerine çıkıyor. O iki senenin nasıl değerlendirildiği çok önemli.

Bütün okullar ders bittikten sonra tabelasını değiştiriyor ve millet mektebi oluyor. Her yaştan öğrenci kabul ediyor. Zaten ondan önce bütün devlet memurları ve öğretmenler kurstan geçirilmiş. Dolayısıyla hazır bir eğitmen kadrosu var. Halka da deniyor ki, devletle işin varsa yeni yazıyla başvuracaksın. Tabii halk arasında yeni yazıyı bilen biri olmak da para kazandıran bir durum…

Kültür politikası açısından?

Hemen tercüme bürosu kuruluyor. Aslında o dönemin eski yazıdaki popüler edebiyat eserlerinden başlanıyor. Eski yazı varken popüler olanları hemen yeni yazıya çeviriyorlar. Aşk-ı Memnu gibi kitaplar… Sergide o dönemin kitaplarına da yer veriyoruz zaten. Yine dünya klasikleri tercüme bürosunda yeni yazıya çevriliyor. Meşhur Hasan Ali Yücel’in kitapları basılıyor.

Türkçe noktalama işaretleri buluşuyor…

Ayrıca bu sektör için bir altyapı işlevi oluşturan işin bilimsel tarafı da var. O da dilin o zamana kadar var olmayan noktalama işaretleri ile buluşması… Kuralların belirlenmesi ve tutmayanların değiştirilmesi gibi çalışmalar yapılıyor. Gerçi biz hâlâ nerede noktalı virgül nerede virgül kullanacağımızı bilmediğimiz için o sayede editörler diye bir meslek grubu oluştu ama editörün görevi bu değildir tabii.

Mesela Fransa’da bizdeki gibi editör bulamazsınız. Orada editör, yayıncı demektir. Her editör zaten yazardan eksiksiz ve baskıya hazır metin bekler. Çünkü işi yazarlık zaten… Kimse metnin virgülü ile uğraşmaz. Diğer taraftan bakınca İngiltere’de hiç öyle değildir. Amerika’da da yazar, editörü ile kendini pazarlar.

O halde kitap editörü olarak sorayım; geldiğimiz noktada editörlük adı altında, bitmiş kitap olarak önümüze gelen ama aslında çalakalem yazılmış edebi olmayan notları alıp kitap haline getirmenin dünyada bir karşılığı var mı?

Belki Hindistan’da vardır. Her yeri bilmiyorum tabii ama mesela ben editörlüğünü yaptığım her kitabı kendi kitabım olarak görürüm. Çoğundaki bütün cümleler benimdir.

Açıkça söylemek gerekir, biz editör olarak önümüze gelen metinlere müdahale etmiyoruz, onları basılabilecek bir kitap haline getirmeye çalışıyoruz. Şu var; 1980’e kadar süren dille ilgili bilimsel süzgeçlerle kuramsallaştırma çabaları, yani Türk Dil Kurumu’na bağlı derleme kılavuzu, tarama sözlüğü gibi yayınları öğrenciyken her sene baştan alırdık. Çünkü sürekli bir değişim vardı.

TDK’nın hâlâ kafası karışık…

Evet, son hali ve en doğru hali diye bir şey yok. Lengüistik süzgeci yok artık TDK sözlüğünün. İnternet sitesine girdiğinde “ya da”yı hem bitişik hem ayrı yazabileceğini söylüyor. Niye, diye soramıyorsun. Şunu kabul etmek gerekir; TDK’nın halkla buluşup buluşmadığı, türettiği sözcüklerin tutup tutmadığı tartışma konusu değildir.

Tutan kelime tutar, tutmayan da tutmaz. “Seçenek” diye bir kelimen var.  1970’lerde ortaya çıkmış bir kelime ve tutmuş. Daha önce “alternatif”ti. Ecevit meydanlarda “seçenek” kelimesini çok kullanırdı. Mesela şimdi de “süreç” ya da “noktasında” kelimesini çok kullanıyorlar. Bir de “adına”cılar var.

“İstanbul, Avrupa’daki üç dil ekolünden biriydi”

Eğer gerçekten duyarlıysan bir dil akademisi gibi çalışan Türk Dil Kurumun vardı. Bunun yayınları da hakikaten çok değerlidir. Fasikül fasikül yayınlandı. Bir köyün ücra noktasında bir kuşa verilen isimden tutun da dayının ikinci oğluna söylenen lafa kadar her şey kayıt altına alınıyordu. Bunların kullanılması gerekmez ama TDK’nın bu çalışmaları var. Artık tabii böyle işler yapılmıyor.

Hâlbuki şahane bir gidişat vardı. İstanbul Üniversitesinden “dilbilim ekolü” diye bir şey çıkmıştı. Bu çok değerlidir çünkü Avrupa’da üç tane ekol vardır; Viyana, Frankfurt ve İstanbul. Bir dil nasıl türetilir, nasıl öğrenilir ve öğretilir üzerine akademik çalışmalar yapılırken bunlar kesildi. 1980’lerden beri Türkçe’yi nasıl öğreteceğimizi bilmediğimizi düşünüyorum. Zaten o güne kadar da tam öğrenememiştik.

O gidişat ile bir yere varılacakken yarım kaldı. Şu anda dünyada en iyi Türkçe bilenler bazı yabancı Türkologlar… Bizim rektörlerimiz öyle Türkçe bilmiyor. Bilmediğimiz gibi bir şeyi doğru bilip bilmediğimizi test edecek kaynağımız yok. Bu çok acıdır. Bir şeyden emin olmak için başvuracağımız merciimiz yok. TDK artık bir şey de demiyor.

“Parlak durumda değiliz”

Yayıncılık konusuna devam edersek…

Evet, dolayısıyla yayıncılık dil ile beslenir. Rekabetini bunun üzerinden koyar. Yazarlar da bunun üzerinden rekabet eder. Bugün yeni yetişecek genç bir yazarı, Selim İleri ile nasıl kıyaslayacağız? Yüz yirmi sayfalık bir metinde ortak kullanacakları kellimeler sadece sıfatlar olacaktır.

Bugün değilse on yıl sonra kesin böyle olacaktır. Sonuçta Selim İleri yaşayan bir yazardır, Kemalettin Tuğcu’dan bahsetmiyoruz. Yazar çok iyi yetişse de olmayacaktır çünkü okura okutmak için yazıyor ve karşısındaki okur anlamayacağı için Selim İleri’nin kullandığı kelimeleri kullanmamayı tercih edecektir. Ben bekliyorum açıkçası, yakında kapağında “Mrb” yazan bir kitap yayınlanır. Kısaca çok parlak durumda değiliz.

“Ulaşmak üzere doludizgin gidilen bir yolda birdenbire uçurumla karşılaşılmış gibi geliyor.”

Sergiyi gezdiğinizde yayıncılık dışında diğer alanlarda da yapılan dönüşümlerin amacına tam ulaşamadan yarım kaldığını hissediyorsunuz. Yanılıyor muyum?

Ulaşmak üzere doludizgin gidilen bir yolda birdenbire uçurumla karşılaşılmış gibi geliyor. Bu tek seferde ya da bir anda dönüşüm getirecek bir proje değil.

Yine dil konusundan örnek verecek olursam Harf Devrimi yapılmış ve alfabe sorunu çözülmüş evet ama ondan sonra dilin evrimi diye bir şey başlıyor ve bu bir anda olmuyor. Yani aslında bizde belli bir tarihte dil devrimi yapıldı, diye bir şey yok. Dil evriminin başlaması var. 18 tane kök verilmiş ve bir kelimeden, sonuna gelen eklerle başka dillerde dört ayrı kelime ile karşılığını bulabileceğiniz yeni kelimeler türetilebiliyor.

Mesela “rast-lantı-sal-cılık” kelimesi içinde dördü de ayrı anlama gelen, sadece ek çeşitleri ile logo yapar gibi kelime türetebiliyoruz. Diyor ki, istiyorsan yeni kelime yap kullan ve anlaşıl… Bu bir sistematik önerisidir. Bu sistem üzerinde çalışılırken, verdiğim örnekte olduğu gibi bunları dile almışken yani bir “tool” geliştirmişken bir anda bu sistem durduruldu. Bunu yapan da bir asker…

TDK resmen var olsa da 1980’den sonra bu işlevleri durdu. Uzman kadrosu atıldı ve yerlerine yenileri yetiştirilmedi. Bizim elimizdeki sistematik dil dünyada çok enderdir ve böyle sistematik bir dil paket olarak öğrenilebilir ve hatasız kullanılabilir. Buraya varmamıza az kalmıştı.

Dil konusundaki evrim gibi diğer alanlardaki çalışmaların da 1980 yılından itibaren mi kesintiye uğradığını düşünüyorsunuz?

Burada bizim başlangıcını gösterdiğimiz her inkılabın kesintiye uğradığı tarih başkadır. Örneğin sanat öğretmeni okullarının, köy enstitülerinin ve halkevleri gibi kurumların kesintiye uğraması açısından 1951 önemli bir tarihtir. O zamanki iktidarın “Biz bunlara hâkim olamayız, şimdi kapatalım da sonra yine bakarız” gibi bir tavrı var.

“Güzel olan görünür olunca bir daha kolay kolay yok edilemez.”

Peki, sizce şu anki durumumuz nedir?

Eğer tüketilebiliyorsa hiçbir şeyi durduramazsınız. Cumhuriyet ile gelen yenilikler gibi. Mesela sergide de yer verdiğimiz moda ve kılık kıyafet konusunu düşünelim, terziler çıkmış birbirinden şık kıyafetler dikmişler, moda gelişmiş ve görünür olmaya başlamış. Şıklık doğallık kazanmış. Siz şimdi moda tasarımını veya Türkiye’nin tekstil ülkesi olmasını, bütün dünyaya mal satıyor olmasını nasıl değiştirirsiniz?

Konjonktürel olarak iş gücü maliyeti ve sanayi açısından dalgalanır ama kaybolmaz. Bundan sonra Türkiye’den hep moda tasarımcıları çıkacaktır. O dönem evlerinde terzilik yapıp olgunlaşma enstitülerine gidenler varken şimdi de önemli markaların akademilerinde benzer şekilde yetişen insanlar var.

Bu Cumhuriyet ile gelen yeniliklerden sadece bir alan… Sonuç olarak güzel olan ortada görünür olunca bir daha kolay kolay yok edilemez. Yapılanı kendinizle bağdaştırmasanız bile… Çünkü güzel olan herkes için güzeldir.

Dilek Karagöz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

           

 

 

 

 

Paylaş

Son Yazılanlar

Balonlu bir cumartesi öyküsü

Bilmiş bilmiş konuşuyor, küçücük ellerinden biri boşta kalmış, boyundan yukarıda, şimdi yazdığı senaryoda oynuyor sanki. Öteki elini tutan annesine günün sonu kalmış bu tatlı yaramazla

Yıldızların altında gastronomi hikayemiz

Michelin Rehberi 2025 Türkiye seçkisi, gastronomi dünyasında büyük bir ilgi ve heyecanla bekleniyor. İstanbul, İzmir ve Muğla’nın öne çıkan restoranlarını kapsayan 2025 seçkisi, Türk mutfağının

Mirasla geleceği harmanlayan buluşma

Türk gastronomisinin global arenadaki en güçlü temsilcilerinden biri haline gelen Gastromasa Uluslararası Gastronomi Konferansı bu yıl dokuzuncu kez İstanbul’da düzenlendi. “Legacy & Menu” (Miras &

Zeytinyağının hayatımdaki önemi

Maria’nın günlüğünde bugün; zeytin hasadını konuşup zeytinyağının hayatımda, sağlığımda, evimde, restoranlarımdaki önemini anlatmak istedim. İki hafta önce sevgili arkadaşım Emine ve eşi Mark, beni arayıp

Trump Ekonomisi Enflasyona İşaret Ediyor

Borsa İstanbul geçen haftayı yüzde 3.37 artışla ile 9184 puandan kapattı. Gram altın 3062 TL’den ve  Ons altında düşüşle 2684 dolardan kapanış yaptı. Dolar 34.30, Euro

Kadın kooperatifleri tek platformda

Son sayılarda kadın kooperatifleri ve kadın emeği üzerine yazılar yazıyorum. İlgi duyduğum, özellikle bizim toplumuzda üzerinde durulmasını gerekli bulduğum bir konu Günümüzde Kadın emeği, dünyanın

Barcelona’nın ağırbaşlı kuzeni Madrid

Barcelona’yı Mayıs ayının denizden gelen iyot kokulu esintileri arasında bırakıp, Madrid’e doğru yola çıkıyoruz. İki şehir arasındaki 505 km mesafeyi iki buçuk saat gibi bir

İtalyan Edebiyatı’nın sesi Cendey

Eren Cendey, kırk yıldır İtalyan Edebiyatı’nın sesi. 150 kitap. Onun çevirdiği kitaplar, benim için yazarla yüz yüze buluşmak gibi. Çevirmenin “ihaneti” yok. O kitaplarda çevirmen