“Dergicilik Arkadaşlık Etmektir”

Bazı insanlar vardır aralıksız çalışır, emek verir, sırtındaki küfeyi o kadar benimsemiştir ki, onu asla yere değdirmeyecek, yere indirmeyi aklından bile geçirmeyecektir.

Metin Celâl’i ODTÜ’de mühendislik okuduğu üniversite yıllarından, Ankara Zafer Çarşısı Çay Ocağı’nda buluştuğu şair arkadaşlarından, kitapçılardaki edebiyat dostlarından, Cağaloğlu’nda yokuşu tırmanırkenki direncinden, gazeteci, şair, edebiyatçı, eleştirmen kimliklerinden herhangi birinin yardımcılığıyla tanımlayabilirsiniz. Ben ona en çok “idealist yayıncılar türünün son örneklerinden” denilmesini yakıştırıyorum. Kültür hayatına ilişkin birikimiyle, 1980 sonrası edebiyat ortamını anlamak isteyen okuyuculara değerli bir tanıklık sunmakta…

 “Hep Yaşadığımı Hatırlatıyorum Kendime” ve Bir Şiirdi Geçen Yıllar

Beni size çağıran şey, okumaktan çok keyif aldığım bu iki anı kitabınız oldu. Kıymetliler, çünkü bizim belgelemek gibi bir alışkanlığımız, geleneğimiz yok…

Aslında Osmanlı çok belgeci bir devlet, ama halkında belgecilik, geçmişi kaydetmek yok. Büyüklerimizin çoğunun doğum tarihleri bile doğru kayıt edilmemiştir.

Geçmişimizle yüzleşmek, gerçek bir özeleştiri yapmak istemediğimiz için de Türkiye’de en az yazılan şey biyografidir, ikinci olarak da anıdır.

Son zamanlarda üstünde çok düşünüyorum; bir sürü anı kitabı okudum, bizde anı yazanlar ya kendini doğrulamak için ya da bir konuda haklı olduğunu anlatmak için yazıyor kanısına vardım.

Hayatlarını okuduğun zaman hiçbir falso görmüyorsun. Hikâye yazdırıyorlar. O da biyografi olmuyor, kurgulanmış hayat hikâyesi oluyor. Oturup da samimiyetle hatıralarımı yazayım diyen çok nadir. Hatta o niyetle başlıyor, sonra hesaplaşmalara giriyor. Geçmişte birisi ile kavga edememiş, onun öcünü alacak…

Bir de bunu muhatabı öldükten sonra yapıyorlar ki, cevap veremesin, anıları anlatan hep haklı olsun.

 İyi biyografi yazan yok mu hiç?

İpek Çalışlar güzel biyografiler yazıyor. Çünkü bir hesapla yazmıyor. Merakla araştırıyor, öğrenerek, öğreterek yazıyor. Beşir Ayvazoğlu da aynı şekilde. Derinlemesine araştırıyor, ne bulursa onu yazıyor, tahrif etmiyor. Türkiye’de yasalar da biyografi yazmaya engel.

Kimse geçmişin doğru anlatılmasını istemediği için işine gelmedi mi yasalara sığınıp “Bize hakaret ediyor” diye dava açıyorlar. Kimse aleyhte laf istemiyor. Sonra da “Türkiye’de eleştiri yok!” diyorlar. Bizde eleştiriden anlaşılan övgüdür. Yeterince övdün mü diye bakar yazar, övmediysen “eleştiri yok” der.

Zaten artık yayıncılık sektörü çok güçlü olduğu için, onlar da önlüyor, yayınladıkları kitap aleyhinde yazı çıkmasın istiyor.

 Yayıncı nasıl engelliyor?

Yayınlar ilâna bağlı, ilân çekilince yayıncı da senden öyle şeyler istemiyor. Kapitalist bir ilişki var, ticarî… Eleştirinin, kitabın satışını engelleyeceğini düşünüyorlar. Oysa temel kuraldır, reklamın kötüsü olmaz. Eleştiri hakarete varmadığı müddetçe kitaba ilgi uyandırır, duyulup konuşulmasını sağlar.

Kitaplar hakkında çıkan yazıların yüzde 99’u tanıtma yazısıdır. Oturup da öyle Fethi Naci gibi günlerce bir kitabı okuyup da hakkında yazan en son Semih Gümüş, Ömer Türkeş vardı, onlar da bıraktılar ya da pek sık yazmıyorlar. Yıllarca yeni edebiyata ilgisizliğinden yakındığımız akademisyenler ise iyi işler yapıyor.

İletişim, Metis, Dergâh gibi yayınevlerinden gayet iyi çalışmalar çıkıyor.

“Geldiğim noktada ben artık ‘kitap okuru’ olarak sayıyorum kendimi. Kitap tanıtımı yapıyoruz, çok az da eleştiriyoruz… Bu sayede o kitaplara, yazarlarına dikkati çekebilmişsem ne mutlu bana. Onlar benim okuma notlarım. O yazıları okuduğum kitapları anımsamak için yazıyorum.”

E sizin eleştiride 40 yılınız var, Edebiyat Haber’iniz var…

Geldiğim noktada ben artık ‘kitap okuru’ olarak sayıyorum kendimi. Kitap tanıtımı yapıyoruz, çok az da eleştiriyoruz… Bu sayede o kitaplara, yazarlarına dikkati çekebilmişsem ne mutlu bana. Onlar benim okuma notlarım. O yazıları okuduğum kitapları anımsamak için yazıyorum.

Çağımızın en önemli sorunu dikkat eksikliği ve unutma. Daha kitabın sonuna gelmeden başını unutuyoruz. Bugün okudum, yarın yazdım; O eleştiri değildir. Eleştiri yapmak için bir bakış açın, estetik anlayışın olacak ve hakkında yazacağın kitaba vakit ayıracaksın. Kaleme aldığın metinde de bu bakış açını, teorini ortaya koyacaksın.

Bizim eleştiri geleneğimiz başından beri zayıf mıdır? Geçmiş nesil edebiyatçıların kavgalarının tadı çok farklı meselâ, ama yer yer leziz…

Hep alaylılar yapmış eleştiriyi. İşin baştan sakat gelişmesinin nedeni bu. Bu geleneği başlatan da Nurullah Ataç. Türkiye’de gazetecilik tarihine bakarsan, gazeteler bir nevi edebiyat dergisinden gazeteye dönüşmüştür. Hele ilk çıkan gazetelere bakarsan, neredeyse edebiyat dergisi havasındalar.

Romanlar tefrika ediliyor, hikâyeler yayınlanıyor. Şiir de yayınlıyorlar. Köşe yazarları edebiyatçı. O yüzden edebi konulara çok değiniyorlar. Kavgalar da o polemiklerden çıkıyor. Her gün yeni konu uyduracağına, “O onu dedi, yanlış dedi” diye günlerce yazıyorlar.

Edebiyat tarihine baktığımızda yazar polemikleri de günlük gazetelerde yaşanır hep. Günlük gazetede geliştiği için, temeli olan şeyler değil. Onun fiilî kavgaya dönüşmesi, o kafasına bastonla vurmalar, evini basmalar falan nadir olaylar.

 En büyük polemikçi kim?

En çok polemik yapan Ataç tabii. Gazetedeki yazıları kitap yapmış, oturup da kitap yazmamış. Vakti de olmamış. O bir gelenek oluşturmuş, ‘eleştirel deneme’ diyoruz, aslında ‘eleştirel köşe yazısı’. Onu takip eden diyelim ki Fethi Naci, Mehmet H. Doğan gibi önemli isimler var.

Sayıları gayet az aslında, çok isim yok. Ahmet Oktay biraz geniş çalışmalar yaptı. Seksenlere, doksanlara kadar bu iş böyle gitti. Yayıncılık sektörü güçlenince de eskisi gibi gazetedeki köşenden sallayamıyorsun tabii, hemen baskı yapıyor, eleştiriyorlar.

Eleştiriye hakkını verenler kimler?

Jale Parla’nın, Nurdan Gürbilek’in yazdıkları eleştiridir. Uzun süre bir şeyin üzerinde çalışıyor, emek veriyorlar. Dediğim gibi genç kuşaktan da değerli isimler var.

Mehmet Can Doğan çok kıymetli çalışmalar yapar. Asuman Susam, Jale Özata Dirlikyapan gibi birçok isim saymak mümkün. Dediğim gibi eleştiri eleştirel köşe yazısı olmaktan kurtuldu ve farklı bir yapıya evrildi. İyi de oldu. Keşke okurlar bu tip çalışmaları daha yakından izlese.

Edebiyat lobileri hakkında düşünürken, kitabınızda dikkatimi çeken bir yer var: Başlangıç yıllarınızı yazarken diyorsunuz ki; “kendimiz dergi çıkarttığımız için yayınlatmakta sıkıntı yaşamadık.”

12 Eylül darbesinin tam ertesiydi. Gösteri, Sanat Olayı hepsi yeni çıkıyor ve onlar holding dergileri. Biz kendimize yer göremedik o dergilerde. Biraz Varlık’ta olabildik. Orda da hoş olmayan şeyler yaşandı. İstediğimiz gibi şiir, yazı yazmak istiyorsak kendimiz yayınlayacaktık.

 Kemal Özer’e kızıp başına Enver Ercan gelene kadar Varlık’a dönmemişsiniz. O da arkadaşımızdı diyorsunuz…

Varlık’ta Kemal Özer başta bizim yazılarımızı, şiirlerimizi yayınlıyordu. Sonra baktı bizimle baş edemeyecek, onun istediği yöne değil tamamen ters yöne gidiyoruz dostça yollarımızı ayıralım dedi.

Küsmedik Kemal ağabeye. O da bize küsmedi. Net bir şekilde “Ben sizi yayınlamak istemiyorum,” dedi. Polemik kısmından dolayı olan şeyler bunlar. Şiir kısmında kalsaydık Varlık bizi yine yayınlardı.

“Dergicilik arkadaşlık etmektir. Biz her gün aynı kahveye gidip birbirimizle konuşa konuşa çok şey öğrendik. Biz o kadar şanslı bir dönemi yaşadık ki. 1940 kuşağından, 1950’lerin yazarlarından, İkinci Yeni şairlerine dek neredeyse hepsi hayattaydı.”

 Sonrası nasıl gelişti?

Kendi dergilerimizi, kitaplarımızı çıkarmak bize avantaj sağladı tabii. Çünkü yayın desteği olmadığı halde bir şey olunabildiğini gördüler. Tuğrul Tanyol’un şiir kitabını çıkardık, Behçet Necatigil Ödülü’nü aldı, Mahir Öztaş’ın öykü kitabını çıkardık, Sait Faik Ödülü aldı.

Bu ödülleri almak önemliydi o zamanlar. İstersen dışla, ama kıymetli birileri var mesajını veriyordu. Kendimizi gösterdik. Bizi manipüle edemediler, kabul ettiler. Gösteri Dergisi, Sanat Olayı, hepsi bize kapılarını açtı. Varlık’ta da Enver Ercan döneminde çok yazdım.

Türk şiirinde kadın şairlerin yeri ciddi biçimde değişti, siz bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Biz dergi çıkarırken de daha önce de ortada hemen hiç kadın şair yoktu, aramızda kadın şair de olmalı demiştik. Çünkü onların değiştirici etkisi olacağını düşünüyorduk, kadın bakışı önemliydi. Nitekim Oya Uysal ile öyle tanıştık.

Size tanık olduğum bir anımı anlatayım. E Yayınları’nın sahibi Cengiz Tuncer ölmüş, eşi de Sungur Yayınları diye bir yayınevi kurmuş. Cağaloğlu’nda hiç olmayan bir kadın değil aslında, ama hiç matbaaya gitmemiş. Kendi yayınevini için matbaaya gitmiş, ben matbaaya girdiğimde de yeni çıkmıştı oradan.

Matbaacılar dehşet içinde konuşuyorlardı “Buraya bir kadın geldi!” diye. Gemilerde kadın olması uğursuzluk gibi algılanır ya! Benzer bir şey. “Her şeyi de biliyor” diye şaşkındılar. Durum buydu. Seksenden itibaren değişti. Daha evvel son derece sayılıydı kadın şair sayısı. Gülten Akın, Sennur Sezer, biraz da küsüp gitmiş Türkân İldeniz…

Ama 1980’lerde Türkiye’de gerçek anlamda bir feminist kadın hareketi başladı. Onunla çok ilgili kadının edebiyatta, şiirde varlığı. Yazko Somut’ta kadın sayfası başladı. Stella Ovadiya, Ayşe Düzkan, Handan Koç mücadele verdi, o sayede bir şeyler değişti… İşin başlangıcı odur.

O yılların dergicilik ortamından çıkıp bugünün internet ortamında gün geçtikçe çoğalan internet dergiciliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

Onlar dergi değil, derleme. Ne edebî, ne de siyasî görüşleri var. Niye derleme diyorum, çünkü birlikte yapmıyorlar. Dergicilik arkadaşlık etmektir. Biz her gün aynı kahveye gidip birbirimizle konuşa konuşa çok şey öğrendik. Biz o kadar şanslı bir dönemi yaşadık ki.

1940 kuşağından, 1950’lerin yazarlarından, İkinci Yeni şairlerine dek neredeyse hepsi hayattaydı. Hepsini görme, tanışma şansımız vardı. Bir yerde, özellikle kahvelerde karşılaşır, merhaba der, buyur derse oturur, demezse oturmazdık. Hepsi ‘90’lardan itibaren kesildi.

‘90’lardan itibaren kesildi dediniz, kırılma noktası neydi?

Toplumsal bir dönüşüm oldu. Dönüşüm 12 Eylül 1980’de başlıyor. Sokağa çıkma yasakları, dergilerin, gazetelerin kapatılması gibi pek çok şey sosyal hayatı olumsuz etkiledi. Kentsel dönüşüm başladı, deniz hızla kirlendi, hepsi birer işaretti. Çay bahçeleri, plajlar kapandı, insanlar buluşamaz hale geldi.

Müstakil evler yıkıldı, apartmanlar yapıldı, apartmanlarda büyüyen çocukları sokağa çıkarılmaz oldu. Arkadaşları yoktu, arkadaşlık etmeyi bilmiyorlardı. O yüzden dergi çıkaramadılar.

Bu iki anı kitabını yazarken motivasyonunuz neydi?

Yaşlanmak. Yaşlandıkça eski anıları arkadaşlar arasında daha çok konuşuyorsun. Hepimiz için öyle. Zaten daha az görüşebiliyoruz. Eskiden her gün görüşüyorduk. Şimdi ayda bir zor görüşüyoruz. Anıları bir şekilde kaydetmek lazım diye düşündüm.

Çünkü insanlar anlatıyor, herkes kendine göre anlatıyor. Sonra o kendine göre en çok anlatanın anlattığı, doğruymuş zannediliyor. Genellikle yanlış. Bir arkadaşımız var, Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ne her gün geldiğini iddia ediyordu.

Hatta o kadar her gün geldiğine inanıyor ki, o konuda röportajlar veriyor, ama biz biliyoruz ki her gün gelemezdi. Hep oradaymış gibi anlatıyordu. Biraz da bu tavırlar beni tetikledi.

Çok az fotoğraf çektirmişiz, biraz da bu nedenle anıları yazmak istedim. Attila İlhan’la yıllarca çalıştık birlikte bir tane fotoğrafım yok. Selim İleri’yle de yok.

Uzun ahbaplık ettiğim insanları söylüyorum. Cemal Süreya ile de bir tane fotoğraf çektirmemişim. Ece Ayhan’la tek bir fotoğrafımız var, Ece Ayhan-Asım Bezirci-ben. Onu da bir arkadaş zorla çekmişti. O zamanlar utanırdık fotoğraf çektirmekten.

FOTOĞRAFLAR: Lütfi Özgünaydın

Şebnem İyinam

Paylaş

Son Yazılanlar

Meze İle Kültürü Buluşturan Festival

Antalya’da her yıl ekim ayında düzenlenen Uluslararası Meze Festivali, yalnızca bir lezzet buluşması olmanın ötesine geçen kimliği ile dikkat çekiyor. Bu lezzetli festival üstlendiği misyonla

Bir nesilden bir nesile Bodrum Cup

Ege’nin, bir gün yaprak kımıldatmayan rüzgarsızlığında, bir gün hortuma neden olan rüzgarında 7. kez yelken açan Maximiles Black Bodrum Cup, “Nesillerce” temasıyla dostluğu, deniz kültürünü

Bir güz günü betiği

Göğe bakıyorum; kuyuya düşmüş de, bir parçasını görebildiğim maviliğe çekip çıkaracak bir güç arıyor gibiyim. Öylesine hafifim; rüzgarla bir kuştüyü kadar kolayca yükselebilir veya geçen

Beden, Sessizlik, Zaman Üzerine Yolculuk

Marina Abramović Albertina Modern’de: Beden, Sessizlik ve Zaman Üzerine Bir Yolculuk. Viyana bu sonbahar, çağdaş sanatın en radikal isimlerinden Marina Abramović’i ağırlıyor. Ünlü performans sanatçısı,

Alanya’nın Sessiz Dönüşümü

Alanya’ya her gelişimde, kentin değişmeyen ritmini yeniden duymaya çalışırım. Güneşin sabahları denize düşüşü, Kleopatra Plajı’nın rüzgârla dalgalanan kumları, sahildeki taşların sessizliği… Bu kez, Türkiye Digital