Ülke olarak bu sıralar yine bir kör döğüşün içindeyiz. Üzerine aslında çok da düşünülmemiş kavramlarla birbirine temas etmeyen monologlardan oluşan “diyalog”larımızla tartışanların birbirini alt etmek için konuştuğu, böylece kendimizi öğütmekten öteye geçemeyen, anlama ve anlatmaya çabası olmayan sözüm ona entelektüel hallerimiz, toplumdaki ikiliğin doğurduğu çatışmanın üzerine çıkmayı başaramıyor. Türkiye’nin belki tarihi boyunca bütün tartışmaları, maalesef bu biçimde olsa da bu ülke çok daha iyisini hak ediyor.
Bu sene artık Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılı içindeyiz. Halkıyla beraber var olan Cumhuriyet’in en büyük güvencesi ise hayalini kurduğu bireyleri… Herhangi bir cemaatin içinde eriyip gitmeyen, köhne kalıplara takılı kalmadan hayatı anlamaya çalışan, amacı sadece birbirini alt etmek olan tartışmaların ve çatışmaların üzerine çıkmaya çabalayan bireyler…
Bir Cumhuriyet değeri…
Cumhuriyet Söyleşileri’ne, Cumhuriyet’in yetiştirdiği böyle bir birey ile başlamak istedik. Cumhuriyet değerlerini kendine rehber edinerek kendi bir değere dönüşmüş Devlet Sanatçısı Tiyatrocu Dilek Türker ile… Kavram olarak çok yönlü tartışılabilecek Cumhuriyet’in her şeyden evvel insanların içinde taşıdıkları bir ruh olduğunu anlattı Türker.
Aynı zamanda bugün geldiğimiz noktada, Cumhuriyet’i bir takım kavgası gibi algılamanın, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki ruhun beslenememesindeki nedenler arasında olduğuna dikkat çekti:
“Cumhuriyet değerleri dediğimiz zaman, bütün bir yüzyıl içerisinde, başlangıcından bugüne kadar Cumhuriyet’in, değerleriyle savaşanlarla Cumhuriyet’in değerlerini bir ışık ve bir yol olarak alıp onu daha iyi ve daha güzel insan olmak için rehber edinen, Cumhuriyet’i bir sistem, felsefe, anlayış ve ruh haline getirebilmek meselesini kavramış, idealize etmiş insanlar var. Bugün etkisini ilk zamanlardaki kadar besleyememesi ise Cumhuriyet’in bir takım kavgası gibi algılanmasından geliyor.”
Ve ekledi: “Cumhuriyet değerleri nostaljik bir his değildir.”
Siz hayatınızın her döneminde Cumhuriyet değerlerine vurgu yapan ve onlarla yaşayan biri oldunuz. Bu özelliğinizi nasıl kazandınız?
Ben Cumhuriyet çocuğum. İstanbul Nişantaşı’nda doğmuş biri olarak Cumhuriyet’in ilk burjuvazisini yaratmaya başladığı bir dönemde, Anadolu’yu da görerek büyüdüm.
Benim bu konuda en yakın hissettiğim ve ailede en sevdiğim insan dayım olmuştur çünkü çok farklıydı. Cumhuriyet değerlerinin hakikaten bir idealistiydi. Entelektüeldi ve aynı zamanda Kuvâ-yı Milliye Döneminde Anadolu’da eğitim seferberliğinin önderlerinden olmuş bir öğretmendi. Şarkı söyleyen, kütüphane kuran bir öğretmen ve kültürel anlamda Cumhuriyet, bir toplumun kendisini yetiştirirken dünyayı, kültürü ve sanatı da kavramasını ön gören bir proje…
Onu köylerde gerçekleştirilmiş bir adamdı benim dayım. Mazot kokusunu hâlâ duyarım, hep mazotla temizlenen tahtalar ve onların içerisinde bütün klasik kitaplar vardı. Tiyatro kitaplarından tutun da Rus klasiklerine, mitoloji kitaplarına kadar… Şimdi aklım almıyor, ne kadar çok şey öğrenmişim. İlk tiyatro deneyimim 6 yaşında, dayımın yanında oldu. Biraz erken başlamıştım okula, 4 yaşında…
O bir klasik olarak bildiğimiz Cumhuriyet okullarından biriydi, giriş kapısındaki merdivenleri üçgen biçiminde hafif aşağıya doğru açılan… O merdivenleri “lüks” denilen gaz lambaları ile aydınlatıp orada bütün ilçenin devlet erkânı diyebileceğimiz, tapu memuru, öğretmenleri, muhtarları ve memurlarına tiyatro yapmıştım. O lüks lambalarının yerleştirildiği merdivenlerde onlara şiirler okurdum. İlk tiyatromda ise kurduğum hayalleri anlatmıştım. 6 yaşında bir çocuğa bu imkân sağlanmıştı.
Neydi bunu sağlayan?
O işte Cumhuriyet ruhu ve tabii sistem… O çocuk bugün devlet sanatçısı oldu. Diyeceksin ki bu unvan önemli mi? Yani önemlidir o da şunun için; birileri biz seni anladık, seviyoruz, demiş. Türkiye’nin tanıtımına katkıda bulunanlara verilen bir unvan bu. Öte yandan sahnede 60 yıla yakın bir zaman geçirmiş biri olarak ben hâlâ oyunumu oynayabilmek için salon bulamıyorum.
Bulursam da o kirayı ödemekte zorlanıyorum. Bu bir şikâyet değil. Özelden genele gidebilmek için söylüyorum. Çocukluğumdaki o ruh, yani köy merdivenlerinde tiyatro yapan çocuğa oradaki insanlar saygı gösteriyor, onu izlemeye geliyor. O çocuğun onu yapabilmesi için orada bir sistem var. O okulun bir kütüphanesi var ve oradan faydalanıyor. Yani Cumhuriyet Devrimi bir ruhtur.
Peki, bu ruhu neler besler?
Uygar bir toplumun kuruluşu idealinden çıkmış bir şey Cumhuriyet Devrimi… Cumhuriyet değerleri dediğimiz şey, çağdaş, uygar bir toplumun kurulmasıdır. Çünkü savaştan çıkmış on küsur milyon insan, bir imparatorluğun yıkıntısı arkasında savaşlardan çok yorgun bir halk var. O coğrafyaya o halka, o kültüre, o dile âşık olmanın sorumluluğu ise yurtseverliktir.
Çağdaş olarak da hâlâ aynı değeri taşır. Yurtseverliği de anlatan bir sistemdir Cumhuriyet. O yurtseverlik olmasa böyle bir bağımsızlık savaşı kazanılamazdı. Aynı zamanda o yurtseverlik bugün kavgalar edilen etnik, mezhep farkları gibi şeylerin daha üstündeydi o zaman. Ben Halide Edip’te bunu gördüğüm için Hakan Altıner “Ateşten Gömlek”ten uyarladı ve “Türk’ün Ateşle İmtihanı”nı oynadım. Tabii orada bir kadın hikâyesi var. Bir de aslında bir buluşma hikâyesi…
Nasıl bir buluşma?
Cumhuriyet’in başlangıcında var olan açlıkla, sefaletle mücadele eden, o yurtseverlik değerini içinde hisseden bir buluşma hikâyesi… Robert Kolej’de okumuş Halide Edip ile Elazığ’daki Kara Fatma’nın buluşması ya da Kuvâ-yı Milliye’deki birçok kadınımız gibi. Asker Saime ile kağnı içinde doğum yapan Gülcan’ın buluşması gibi.
Günümüzde bu bağın kopuk olduğu ve bu durumda “aydın”ların büyük sorumluluğu olduğu yönündeki eleştirilere katılır mısınız?
Tabii… Birbirlerini anlama yetisi adeta kayboldu. Ne adına kayboldu? Biraz daha konfor, biraz daha modernite dedikleri şey nedeniyle… Ben konforu reddetmiyorum, konfor gerekli ama her şeyin feda edileceği bir değer değildir konfor. Yani o ruhsal beslenme, inanç, bilgi ve sevgi karşısında küçük kalıyor. Bir değere bir ideale âşık olmaktı o ruh. O buluşmayı sağlayan, Shakespeare çeviren Halide Edip ile Kara Fatma’yı buluşturan oydu. Yurt sevgisi ve o sezgi…
“Artık aydınların hayalleri esaretle boğuşmak zorunda…”
Sizce günümüzde bu buluşmanın önündeki en büyük nedir?
İnsanların umutları ve hayalleri esir edildi. Artık aydınların hayalleri esaretle boğuşmak zorunda… Üstelik o dönemdeki fevri, gaddar ve vahşi esaret kadar hayallerin esareti de aynı şekilde gaddar, vahşi ve tehlikelidir. Yani tehlike aslında insan geleceği adına…
Bugün fütüristlerle oturup tartıştığınızda şunu görüyorsunuz; insan değeri gittikçe azalabiliyor. Belki insanlık yok olacak, robotlar hâkim olacak, deniyor. Bir kölelik sistemi var şu anda dünyada ve bunun savaşı veriliyor. Düşünün ki sanal dünyalar hep kandırmaca üzerine…
“Sanal dünyada sınırsız bir sınırlılık var”
Yani araçlar değişiyor ama sistem aynı diyorsunuz. Kölelik ardından köleliğe başkaldırı sonra tekrar farklı biçimlerde, modern araçlarla yine kölelik… Sistem sanki özünde böyle bir döngüye sahip. Ne dersiniz?
Bir o zamanlar o yokluk ve zulümler insanı yok edememiş ama bugün daha da tehlikeli bir durum var. Müthiş bir algı yönetimi ve sanal kölelik mevcut. Bir ergen çocuk düşün; metaverse gözlüğünü takıyor, oturuyor ve orada müthiş bir dünyanın içinde… Arka tarafta ise evinin mutfağında sadece biraz kurumuş ekmek var. Soğan olmuş 30 lira zaten…
O metaverse dünyasında hayran olduğu insanların peşinde… Marilyn Monroe, Brad Pitt, Madonna gibi… Gözlüğü taktığında o insanlarla aşk yaşayabiliyor, onlarla seyahatlere gidebiliyor ya da beş yıldızlı otellerde kalıyor, istediği ne varsa o dünyaya giriyor yalnız gelgelelim karın acıkıyor. Artık gözlüğü çıkarmak zorunda kalıyor, acıktı çünkü. Mutfağa gidiyor bakıyor ki hamamböcekleri, kuru ekmek…
Yani bu yalan ve gerçek arasında insanoğlunun tekrar sığınacağı liman, o metaverse dünyasındaki hayalleri ama orada sınırsız bir sınırlılık var. Hiç sınır olmayan korkunç bir sınırsızlık var. Bu işte köleliğin bu çağdaki versiyonu…
Bu dünyada umut vaat eden bir yön yok mu hiç?
Tabii böyle bir dünyada harikulade işler yapan, son derece önemli gençler var ve onların hayalleri bizimkinden çok daha ötede, ilerde ve aynı zamanda bu hayalleri esir etmemek için uğraşıyorlar. Adam gidiyor dünya çapında üniversitelerde bedava okuyacak zekâyı ve emeği gösteriyor ama Türkiye’ye o bilgiyi, emeği transfer edecek bir sistem yok. Tıpta mesela…
Yakınlarımdan biliyorum, kız 35 yaşında profesör oldu ve makine mühendisi olarak organlarla ilgili biyomekanik alanda çalışıyor. Türkiye’de bu konuda çalışmak için çırpındı ama burada öyle bir çalışma alanı yok. İşte o çocuğun oradaki emeğini ve bilgisini buraya taşımak istemesi Cumhuriyet ruhudur. Orada kendini kaybetmiyor yani…
“Cumhuriyet’in kutsallaştırılması değil, anlaşılması var”
Cumhuriyet değerleri nostaljik bir his değildir, diyorsunuz?
Gayet tabii… Nostaljik bir resim, geçmiş dönemin bir ruh tablosu değil. Bir güç var. Dünyayı ve yaşamı “anlamlamak” için kurulan felsefeye ışık tutacak bir alt bilgi var. Hem bilgi hem yaşanmışlık var. İşte bu nedenle Cumhuriyet tehlikeli görülüyor çünkü hayal kurduruyor.
Başarı öyküleri hayal kurdurur ama siz sadece Madonna gibi olmayı ya da yirmi milyon takipçisi olan bir sosyal medya fenomen gibi olmayı hayal ederseniz o zaman tehlikeli değilsiniz çünkü o hayaller zaten kontrol altında… Köleliğe gönüllü adaysınız. İster gladyatör olun ister gladyatörü organize eden…
Esas mesele; yıkıcı güçlerin sahibi olarak hayatı güzelleyeceğine inanan bir ruh ve beynin Cumhuriyet değerleri ile ilgisi yoktur. Cumhuriyet değeri dediğiniz yapıcıdır, diğeri yıkıcı… Cumhuriyet’in kutsallaştırılması değil, anlaşılması var.
Peki, güzel sanatların bir medeniyetin mihengi olduğunu düşünürsek Cumhuriyet’in güzel sanatlarla ilişkisi nasıl sizce?
Şu anda sanat da köleleştirilmeye çalışılıyor. Yani sistem acıklı ve bilinçli bir şekilde köleleştirmeye çalışıyor. Sürü toplumu diyoruz ya aslında köle toplumu isteniyor.
Bu gelinen noktadan ne kadar sistem ne kadar bireyler sorumlu?
Tabii insanların düşünmeyi, felsefeyi ve güzeli aramaya yönelik enerjisi yok. Kaybolarak, başka yöne yönlendirilerek yok oluyor. Sanal bir dünyanın başında günde 12 saat oturursanız enerjiniz de kalmaz zaten. İnsanın burada seçmeyi bilememesi ve kendini keşfedecek vaktinin olmaması ve birey olabilmek için gerekli kişisel iradenin güçlendirilmesinin yerine farkında olmadan kaçışlara, uyuşturuculara yönelme tehlikesi var. Uyuşturucu sadece madde kullanmak değildir.
Dijital de uyuşturucu, konfor düşkünlüğü de uyuşturucu, çılgınca seks arayışı da uyuşturucu… Yani insana ait esas amacından ayrılan mesela aşk, sevişmek, sevgililik ya da biraz daha modern tabirle cinsel enerji diyelim, bunların insani değerlerini koruması ve tabii ki insanın masum ve temiz tarafının kendisini korumak üzere programlayabilecek iradeyi göstermesi önemli.
“Çağımızda insanların çoğu insan sevmiyor”
Elbette bütün bunlar çok zor. Bir kısım da çıkar sağlamak, güç sahibi olmak ve güce tapmak peşinde çünkü dostluk veya sevmek gibi değerler de değişiyor. Ben artık insanları iyi insanlar kötü insanlar olarak ayırıyorum. Şekil hiçbir zaman benim için önemli olmadı zaten ama o şeklin içindeki beyin ve düşünce tarzı çok önemli… Mesela çağımızda insanların çoğun insan sevmiyor hatta insanlardan korkuyor.
Onun için hayvanlarla gidermeye çalışıyor o ihtiyacını. Hayvan sevgisi çok güzel bir şey o ayrı ama benim söylediğim başka bir şey… İnsandan korkup insanı sevmemek ve hep hayatı güzellemek için bir düşman yaratmak ve karşısındaki o düşmanı yenmek duygusunun geliştirilmesi…
Dolayısıyla giderek artan bir haklı çıkma çabası ve şiddet ortaya çıkıyor, sanırım?
Evet ve bir şeye karşı çıkmış olmuyorsun aslında. Kendini yok etmiş oluyorsun çünkü her şey bir insanı sevmekle başlar demişti ya şairimiz, hakikaten de öyledir. İnsan sevmek bir sembol aslında… Gördüğün her insanı “Ah canım, ciğerim” diye sevmek değildir ama insana inanmaktır. İnsanı önemsemektir.
Belki de ne kadar hata yaparsa yapsın insanın içindeki iyiyi görüp o iyi için uğraşmak, diyelim…
Bravo. İşte böyledir.
Peki, buradaki denge nasıl olmalı?
İşte Cumhuriyet değerlerinde bu var. Ne kadar bilgisiz olursa olsun, okuma yazma bilmesin ya da çok bilgi sahibi olmasın ancak yine de insana inanıyor ve o insan değişiyor. O insan bir yerden başlıyor, önce okuma yazma öğreniyor sonra kültürel olarak gelişiyor. Bunları yaparken düşünmeyi de öğreniyor. Matematiği öğreniyor, fiziği öğreniyor, coğrafyayı, dünyayı öğreniyor.
Bütün bunları öğrenince düşünce sistemi değişmeye başlıyor tabii. Suya okuyup üflersen böyle olur, pirince okuyup üflersen şöyle olur, diyen adama inanmayı bırak, gelişip güçlendikçe insana ait kötülükleri yok etmek için uğraşıyor.
“Ben insanın var olacağına inanıyorum”
İnsan var oldukça doğru keşfeder, dürüst olur ve düşünmeye devam edersek sezebiliyoruz da… Kendi özelimden bazı şeyleri biliyorum. Mesela beni kategorize ederken “solcu” dediler, “anarşist” dediler sonra kabul edip “Atatürkçü” dediler. Bana sorsanız ne olduğumu, önce bir kere “insan” olmayı öğrenmeye çalışan biriyim, derim. İnsan evrimi sürüyor şu anda, tamamlanmış değil bence.
İnsan yok olacak tezi yerine, insanın evrimini tamamlayabilmesi için sevgi, iyilik ve masumiyet gibi kavramların tüccarın eline düşmeden, kendi kurallarını kendi yaratabilecek iyilikte, cesarette, akılda, sevgi dolu insanların dünyayı kurtarabileceğine inanıyorum.
İyi insan kimdir size göre?
“İyi insanlar” derken aptal ve cahil insanlardan bahsetmiyorum. Ben “iyi insanlar” derken, aptal ve cahil insanları aptallıklarından ve cehaletlerinden arındırıp gelişmeyi sağlayacak düzeni nasıl kurabilirim, ona nasıl yardım edebilirim diyen insanlardan söz ediyorum.
Tabii kapısına iki kilo nohut koyarak bu iş olmaz. Onun için ben Atatürk için sözcükleri az buluyorum. “Önemli” desem az, “kıymetli” desem az geliyor bana. Bu bir tapınma değil ancak bir “aşk” hissediyorum. Ben Atatürk’e aşk duyuyorum ama Nazım’a da aşk duyuyorum, Pablo Neruda’ya da aşk duyuyorum, Marquez’e de büyük hayranlık duyuyorum ancak Atatürk dediğiniz zaman başkadır çünkü benim coğrafyamda, benim dilimde, benim kültürümde ve ülkemde yurtseverlik sorumluluğuna ancak uygar bir topluma dönüşme gerçeği ile ulaşılabilir.
Sadece savaş kazanmak değil tabii her cephede kazanmış bir adam ama organlarını bitirmiş. 57 yaşında ölür mü bir adam, niye ölsün ki… Üzerine kafa yormadığı hemen hemen hiçbir alan yok. Dilden ekonomiye… İktisat kongrelerini gerçekleştiren, ekonomiyle uğraşan, sanat için konservatuarlar kurduran, II. Dünya Savaşı’ndaki Soykırım faciasından kaçan akademisyenleri Türkiye’ye çağırarak onlardan faydalanan biri… Bakıyorsunuz bir sürü akademisyen ve sanatçıyı ülkeye toplamış. Bütün bunlara nasıl bir sevgi duymayayım ki…
Bir de müthiş bir bilge…
Atatürk sadece bilge de değil. Bilgeden de üstün… Dâhi… Dâhilikle delilik arasında ince bir çizgi vardır ya zaman zaman delilik denilebilecek şekilde davranan bir dâhi… Yani öyle kararlar veriyor ki çılgınca ve gerçekleştiriyor da! Cehaletle uğraşıyor, fakirlikle uğraşıyor ama bir şey var ki insanına inanıyor. İnsanının içindeki masum özgürlük duygusuna, toprağına olan bağlılığın getirdiği güce inanıyor.
Atatürk insana inanarak yaptı bütün bunları bana göre. İnsanın evriminde yolun ilerlemesi için ışığı açmak için, insanı cehaletten kurtarmak için yaptı. O bir ışık yolcusuydu ve aynı zamanda ışık yolcularına yolu açan büyük bir güneş patlaması gibiydi onun yaptıkları. Işığı yarattı. Cumhuriyet öyle bir metafor… Ben Türkan Saylan’ı oynarken de “Türkan, Işık Yolcusu” koymuştum oyunun adını.
Sanırım en önemli özelliği asla vazgeçmemesi, ne dersiniz?
Tabii… Şimdi “sürdürülebilirlik”, “inavasyon” gibi kavramlar var, elbette bunların hepsi değerli kavramlar ancak sanat olmadığı zaman siz araba üretemiyorsunuz. Togg, Mogg olmuyor. Japonlar nasıl yapıyor bu işi? Sanatçıları topluyor, otomobil sanayini kurarken sanatçılar çalışıyor orada. Hangi çizgi hangi psikolojiye hizmet eder, ne neyle buluşur bunu düşünüyor. Sanatçılar “buluşma” üzerine çalışıyor. “Barış” dediğimiz buluşma…
Atatürk ile ilgili kafamda çok şey var. Klişe bildiğimiz şeylerin dışında Atatürk gibi insanlar yüz yılda bir üç yüz yılda bir geliyor. Mesela sen filozofları çok iyi biliyorsun fakat Atatürk sadece düşünmemiş aynı zamanda hayata geçirmiş. Bir de o kadar farklı değerleri aynı anda düşünüp hayata geçiriyor ki…
Bak şimdi oturduğumuz masadaki peçetelere… Belki çok lüks değil ama masada otururken bir sofra adabımız, nezaketimiz varsa bunu bize Atatürk öğretti. Biz de şimdi Arap ülkelerindeki gibi pirinci avuçlayarak yemek yiyebilirdik.
Altın tuvaletle olmuyor bu işler, diyorsunuz?
Tabii olmuyor. Ayrıca şu da var; sadece Erdoğan’ı eleştirmeye odaklananlar artık cambaza bak laflarını bırakmalı. Televizyonda da dedim; bırakın artık şu cambaza bak laflarını diye… Politika da benim için öyle… Herkes cambaza bak, diyor.
Dolaylı olarak onu ön plana çıkartan sen oluyorsun bu sefer. Beni onun ne yaptığını anlatmanız hiç ilgilendirmiyor. Bu sistemin karşısında çözüm olarak siz ne düşünüyorsunuz ve ne yapacaksınız, beni o ilgilendiriyor. Ne yapacağız biz? Bir şey söylüyor musunuz?
Söylüyorlar mı peki?
Şimdi yavaş yavaş söylemeye başladılar. Köy enstitüleri gibi okul kuracağız vs diye… Siyaset kısır ve kirli bir şey… Bütün dünyada olduğu gibi… Bence sanatı da ele geçirdiler.
Nasıl?
Mesela Abromovic diye birisi var. Yugoslavya’da doğmuş. Muhalif sanatçı… Bu, saf muhalefetin de işgalidir. Oportünist, konformist, rezil bir kadın… İster Çin Seddi’nde otursun ister nerede oturursa otursun, fark etmez çünkü yalan dolan… İnsanı yok ederek muhalefet ediyor. Dolayısıyla sisteme hizmet ediyor. Açılışına davet ettiler, gittim. Kadın video sanatı diye iğrenç videolar hazırlamış.
Birbirine bağıran birbirini ısıran insanlar vs. Psikiyatri kliniğinden çıkmış gibi hepsi. İnsanlar da giyinmiş süslenmiş, pahalı İtalyan elbiseler, yanmış bronz yüzler ama bıkkın suratlar! Abromovic de orada sanat yapıyorum zannediyor, hopluyor, haykırıyor vs. “Sanat” hayatına katılan oradaki kadınların hepsinin enerjisi çekilmiş, erkekler de zaten mıncıklayacak birini arıyor.
Yani gelinen noktada vaziyet budur. Öte yandan Oscar alan filmlere bak, içinde insan yok. Bakıyorsun, pornolar masum kaldı. Şimdi böyle tehlikeler içindeyiz bu çağda. Yine bakıyorsun diğer taraftan silah sanayine, ilaç sanayine… Önemli olan insanı yok etmek hepsi için. Bunun için uğraşıyorlar.
Peki, nasıl çıkarız buradan?
Gelelim Cumhuriyet değerlerine… İşte Cumhuriyet değerlerinin oradaki ruhu yakalayabilirsek ve sanatı geneleve düşürmezsek buradan çıkabiliriz. Atatürk sürekli sanatın önemine dikkat çekiyor. Tiyatroya bakın, mimari, edebiyat, resim, müzik, dans hepsi tiyatroda…
Matematik de var tabii içinde. O estetik mimari, dekorlar müthiş… Yok öyle bir şey, kalmadı. Öyle mekânlar kalmadı. Bunları nostaljik “ah”lamalar yapmayayım ama yine bakıyoruz ki, siyaset konuşmayalım diyoruz ama, bu Cumhuriyet ruhu bütün dünyadaki toplumlar için geçerli. Sadece Türkiye değil.
Bu insan hayallerini, gelişimini, evrimini tehlike olarak görüp kendi geçici dünyasında savaşan bir siyaset gücü var. Buna karşın “İyi de ben insanım, olmaz böyle şey” diyen üniversitelerde yüzbinlerce de insan var. Doğru dürüst eğitim veren üniversiteler tabii. Atatürk niye eğitime bu kadar önem verdi ve ona niye “Baş Öğretmen” dediler? Bu nedenle…
“Cumhuriyet bütün zamanlarda karşılık bulan bir fikirdir”
Cumhuriyet değerleri istendiği kadar köhne, geçmiş zamanda kalmış gibi gösterilmeye çalışılırsa çalışsın öyle görülmemeli. Cumhuriyet değerleri “Biz artık tüfekten füzeye geçtik, tank, füze, uçak yapıyoruz” değildir. O öyle bir silah değildir. O bütün zamanlarda karşılık bulan bir fikirdir. Doğayı düşün, çiçek açar, dökülür, yeşillenir tekrar açar. Cumhuriyet değerleri böyle bir ruhtur.
O ok değildir, tüfek değildir, füze değildir. O bir ruhtur. Öyle bir ruhtur ki iyilik doludur, akıl doludur, enerji doludur ve başarmayacağı da hiçbir şey yoktur. Bütün bu etrafımızı çevirmiş, bizi karamsar ve mutsuz eden ne kadar olgu varsa Cumhuriyet onları bir ışık kümesiyle dağıtabilecek güçte değerleri vardır.
“Böyle şiirsel laflar ediyoruz gibi görünse de çok gerçekçi birisiyim.”
Aynı zamanda hayatla da çok gerçekçi biçimde mücadele etmiş birisiyim. 56 yıldır emeğimle yaşıyorum. Ne diploma ne aile ne miras ne koca hiçbiri ben var olurken “Hadi arkandayız” demedi bilakis engel olmaya çalıştı.
Sistemin kuralları filan var ancak şu var, ben Cumhuriyet’in değerlerine bu kadar inanmasaydım, ışık olarak o açtığı yolu görmeseydim sanatçı olamazdım. Bugün 78 yaşındayım. Çok ağır iki prodüksiyonu iki sene içinde gerçekleştirdim. Hastalıklar mücadele ederek Sara Bernhardt’ı çıkardım.
Ekmek paramı ve hastane masraflarım için ek iş yapıyorum ama şunu düşünüyorum ben iyi bir insanım. Çok güzel bir hayatım oldu. Hâlâ canım sıkılmıyor. Hiç canım sıkılmaz benim. İnsanın sadece yaşadıkları değil, yapmak istedikleri, düşündükleri önemli…
Üretebiliyorum, çalışabiliyorum, okuyorum, müzik dinliyorum, popüler kültürle hiç alakam olamıyor ama dizilere beşer dakika beşer dakika bakıyorum sosyoloji bakımından yapılan işleri görmek adına. İster hasta olun ister insani ne kadar probleminiz olursa olsun ölümü beklemiyorsunuz.
İnsanlar umutlarını çabuk kaybediyor günümüzde sanırım?
Evet, ben de diyorum ki aman sakın ha! İnsan öyle bir güç ki! İçimdeki mücadele ruhunu Cumhuriyet değerlerinden alıyorum. Yani ben insanı sevmeye insanın gücüne ve varlığına inanmaya devam ediyorum, devam edeceğim de…
Benim şu anki görevim bu. İnsanlar bir hayat felsefesi edinirken kendilerine bir de misyon edinmeleri lazım. Misyon duygusu iyi bir duygudur ama sahici olursa ve gerçekten altı sağlam olursa… Sadaka kültürü ile misyon duygusu olmaz. Misyon biraz felsefeye, tartışarak, anlamaya ve anlatmaya çalışmakla olur. Bunun için emek koymakla olur. Bana göre entelektüelliğin tarifi de budur, anlamaya ve anlatmaya çalışmak yoksa bilgiye bir tıkla da ulaşabiliyorsunuz.
Dilek Karagöz