Ahmet Bozkurt ile söyleşimiz İstanbul’un şehir ve eğlence kültürü ile devam ediyor. Divan şiirinin masalsı İstanbul’undan halk şiirinin sokakları çamurlu İstanbul’una kadar her yönüyle bu eşsiz şehri konuşuyoruz.
Divan şiirinin masalsı İstanbul’undan halk şiirinin sokakları çamurlu İstanbul’una
Ahmet Bozkurt diyor ki, “İstanbul göçlerle kozmopolitizmini oluşturmuş bir kent. Çok kültürlülüğü bilmek ve anlamak çok önemli. Şehrin en orijinal özelliği ise kendiliğindenlik… İstanbul, aslında Antik Çağ’dan bu yana tiyatro ile hep iç içe ve Antik Yunan’daki demokrasiye ve eğlence kültürüne dair her şey İstanbul için de geçerli.”
Kentler aslında gösteri toplumunun da mekânları… 19. yy’da modern sanatı doğuran Paris bu şekilde bilinçli inşa edilmiş bir şehir ama İstanbul, her zaman odak noktası olmuş. Sizce bunu nasıl başarmış?
İstanbul’u var eden en orijinal özelliklerinden birisi kendiliğindenlik… Kozmopolitizm burada çok öne çıkıyor ama spontan bir şekilde… İstanbul’daki tüm kültür sanatın ya da toplumsal hayatın biçimlendiği, gündelik hayatın canlı olduğu her yer, daha çok dinler ve ticaret merkezlerine göre belirleniyor.
Her şey ya bir cami ya bir kilise ya bir havra ya da pazarlar ve hanlar etrafında öbekleniyor. Şehrin tarihinde bu hep böyle oluyor. Başka bir sebebi yok. Tüm hareketlilik o bölgelerde çünkü şehrin asıl inşası Fatih İstanbul’a girdikten sonra başlıyor. İskân politikası başlıyor, Anadolu’dan insanlar geliyor ve her gruptan her milletten insanlar gelerek İstanbul’a yerleşiyor. İstanbul’un asıl İstanbul olduğu dönem o dönemdir ve yaşam büyük ibadet merkezlerinin etrafında akıyor, büyük ticaret merkezlerinin etrafında dönüyor.
Peki ya kültür sanat?
Gösteri sanatları da buralarda akıyor, edebiyatı da, masalları da, sözlü kültürü de… Her şey… Farklı kültürler kaynaşıyor ve bu doğal yerleşim, toplumda adı konulmuş ya da konulmamış bir sözleşme içerisinde gerçekleşiyor. Yani farklı dinler ve milletler arasındaki tüm ilişki ağı bu şekilde oluşuyor. Bugün modern dünya içerisinde daha homojenleştirilerek bir örnek hale getirilmeye çalışılan her şeyin, tam karşıtı aslında geleneksel toplumlarda var.
“Çok kültürlülüğü bilmek ve anlamak çok önemli…”
İstanbul da bu geleneksel toplumun, kozmopolit olanın en fazla olduğu ve yaşadığı kentlerden birisi… Tarihin her döneminde her milletin rahatça ticaretini yaptığı, gezip dolaştığı, yerleştiği ve yaşamını devam ettirdiği bir şehir… Zenginliğini de aslında buradan alıyor. Çünkü her renk her kültür bu şehrin yaşamında, dokusunda, sanatında ve edebiyatında iz bırakıyor. Adına İstanbul diyebileceğimiz ne varsa onu oluşturan bu renk yelpazesi içerisinde her kültürün bir payı var. Bunu bilmek ve anlamak çok önemli… Bunu edebiyatına baktığımızda görüyorsunuz, sonra İstanbul’un renkli yaşamına baktığınızda zaten görüyorsunuz.
Eskiden İstanbul nasıl eğlenirdi, nasıl yaşardı ve düşünürdü?
Külhanbeyinden meczubuna, esrarkeşinden ayyaşına, meyhane alemine, tandır sohbetlerinden tüm yeme içme adetlerine kadar bir mahallede bir günün içerisinden neler yapılıyorsa her şeyde bütün o renklilik var. Önemli olan o renkliliği bilmek, o renklilik bugüne nasıl kalmış; kalmış mı kalmamış mı bilmek, modern yaşam biraz oradaki o çok kültürlülüğün verdiği renkleri tek renge indirdiği için aslında toplumların sorunu da bu.
Bugün toplumlar önce homojenleştiriliyor sonra da çok renklilik ve demokrasi idealleştiriliyor hâlbuki İstanbul her zaman bunu başarmış, diyebiliriz o zaman?
Tabii, kesinlikle. Antik döneminden beri böyle… Vikingler de gelmiş buraya İran da gelmiş, Araplar da… Her kültürden her milletten ve her dinden insanlar zaten bu şehirde birlikte yaşamış. Çünkü İstanbul’u tarihin her döneminde belirleyen olgu aslında göç… Yani sürekli göçlerle büyüyen, göçlerle kendini ifade eden ve göçlerle kendi zenginliğini kozmopolitizmini oluşturmuş bir kent…
“Göç ayrıksı bir şey değildir”
Bugün göç hep ayrıksı bir şeymiş gibi düşünülür ama aslında öyle değil… Fransa’yı düşünün; Fransız felsefesini, belirleyen ve oluşturan göçmen düşüncedir. İki dünya savaşı arasındaki bütün o çalkantılarda sanat hayatına da düşüncesine yön veren şey buydu, yerleşik düşünce değil. Modigliani İtalya’dan geliyor, Picasso geliyor… Bütün ressamlardan tut edebiyatçılara kadar hepsi bir yerde toplanıyor ve göçmen düşünceyle bir ülke ve düşünce var oluyor.
Peki, bugün İstanbul’un aldığı göç? Sizce gelecekte edebiyata, resme, sanatın geneline nasıl yansır? Bu konuda bir tahmininiz var mı?
Bunun için şimdiden bir şey söylemek çok zor ama şöyle düşünmek gerekir; bunlar sancılı süreçlerdir. Bir taraftan da nasıl göç aldığınızla ilgili şeylerdir. Yani bunu öngörmek çok kolay bir şey değil. Genel olarak İstanbul’a rengini veren şeyin göçlerle belirlenmiş olması ve kozmopolit yapının oluşturulmuş olması, tarih boyunca evet pek çok sancılı süreçten geçilmiş ama ortaya bir medeniyet algısı ve farklı ikonik bir kent çıkmış.
Tabii tek başına bu özelliğiyle de var olan bir şey değil, öyle bir şey de hiçbir zaman söylemem zaten ama İstanbul bunu imparatorlukların başkenti olarak da özümsemiş, kabul etmiş ve yönetmesini de bilmiş. Ayrıca eğlence hayatı da çok canlı, hem saray çevresinde hem halk çevresinde… Sarayda bambaşka bir hayat yaşanırken mahalleler ve toplum içerisinde bambaşka bir hayat var.
Eğlence kültürü, insanlara İstanbul kültürünün işlenmesinde en önemli araç sanırım?
Hem öyle bir araç hem de bir taraftan da toplumsal muhalefetin de araçlarından bir tanesi… En basitinden Karagöz’ü düşünün, Ramazan’da oynatılan eğlencelik bir gölge tiyatrosu gibi düşünülür, insanların algısındaki şey budur ama öyle değil. Toplumsal muhalefetin, politik mizahın en önemli figürlerinden bir tanesidir. Biraz öyle bakmak gerekiyor. Aynı şekilde halk edebiyatında o marifet fazlasıyla ön planda…
“Divan şiiri soyuttur halk şiiri somut”
Divan şiiri bir taraftan sürekli sarayı över, İstanbul’un güzelliklerini, masalsı yönlerini anlatır. Onda olmayan özellikleri bile üstüne koyar ve anlatır. O yönüyle bir taraftan çok soyuttur ama halk şiiri de somuttur. Çünkü ozan sırtına sazını alıyor ve o hayal beldesi İstanbul’u görmek istiyor. Gidiyor bakıyor ve önce özlemini anlatırken sonra bir bakıyorsunuz bütün o çarpıklıkları anlatıyor. Sokakların nasıl çamurlu olduğunu, insanların ne türden çıkar ilişkilerinin olduğunu ya da pazarları anlatıyor. Halk şiirine girdiğinizde, bu sefer pazardaki çığırtkanların sesini duyuyorsunuz.
İstanbul’un gücü galiba o çamurlu sokaklarında, ne dersiniz?
Tabii… Yerel kültürler her zaman rengini vermiş İstanbul’a. O yönüyle de İstanbul’u bütün dönmeleriyle bilmek, bütün yaşam kalitesiyle anlamak çok önemli. Evet, Evvel Zaman İçinde İstanbul kitabındaki pek çok yazı bir taraftan İstanbul’u yukarıda bir yerde tutan metinler olabilir ama bir taraftan bunun dışında olan metinler de var.
İstanbul eğlence kültürü deyince, Bizans tiyatrolarından Osmanlı meddahlarına kadar, çok geniş bir yelpazeden bahsediyoruz. İstanbul’da eğlence hayatının özellikleri ve anlayışını nasıl tarif edersiniz?
Aslında kitapta eğlence kısmındaki yazılarda bahar bayramı ve mesireler öne çıkıyor. İstanbul’da çok önemli mesireler var; Sadabad ve Boğaziçi Mesireleri gibi. Kağıthane’deki o eğlenceler, sünnet düğünleri, hokkabazlar, köçekler, curcunabazlar bir tarafta, meyhane âlemleri diğer tarafta…
İstanbul’da Geleneksel ve Batılı anlamda Türk Tiyatrosu
Gösteri ve sahne sanatları diye belirlediğim bölümde ise Geleneksel Türk Tiyatrosu, Karagöz Orta Oyunu, tuluat, meddah, hokkabazlar, çengiler… Sonra tabii Batılı anlamdaki Türk tiyatrosunu düşündüğümüzde Darülbedayi ile başlayan bir gelenek var. Literatürde tiyatro dediğimizde, Türk tiyatrosunun başlangıç evresini düşündüğümüzde İstanbul’da ilk tiyatro gösterimleri, büyükelçilik binalarında yapılan gösterimlerden ya da operalardan oluşuyor.
Sonra saray tiyatroları geliyor. Yıldız Sarayı ve Dolmabahçe Tiyatrosu gibi ancak asıl Cemil Topuzlu’nun da girişimiyle Fransa’dan Mösyö Antoine’ın gelişi ve Darülbedayi’nin kurulmasıyla başlıyor. Darülbedayi o yüzden Türk Tiyatrosu’nun başlangıç eşiği olarak en önemli yerde durur. Tabii Şehir Tiyatroları sonra Devlet Tiyatroları ve günümüzdeki Batılı anlamda tiyatro kavrayışının öne çıkması ve seyirci kültürünün oluşması geliyor.
“İstanbul, Antik Çağ’dan bu yana tiyatro ile hep iç içe…”
Hipodrom’da tiyatro gösterileri ve sirkler yapılıyor. Bunları biliyoruz. Bizans tiyatrosuna dair kayıtların az olmasına rağmen çok ciddi gösterimlerin yapıldığını biliyoruz. Tabii Antik Yunan’da, sonrasında Ortaçağ’da ve İstanbul’un Hristiyan döneminde tiyatro gösterilerine karşı kilise babalarının çok ciddi tepkilerinin olduğunu da biliyoruz.
Bir taraftan bu gösterimler tabii o Roma geleneğinin de bir devamı… At yarışları da yine fazlasıyla öne çıkan gösteriler… Bunlar kentin aslında sürekliliğini sağlayan eğlence kültürleri… Tiyatroda, Antik Yunan’da olduğu gibi tragedya ve komedyalar vardır ve Trilogy’lardan oluşur. O dönemde insanlar tragedyalara bildikleri hikâyeleri izlemeye gidiyorlar. Mitolojide zaten var. Kral Oidipus’un ve Antigone’nin hepsinin hikâyesini biliyorlar. Ezbere bildikleri hikâyeler ama yine de izlemeye gidiyorlar.
“Antik Yunan’daki demokrasiye ve eğlence kültürüne dair her şey İstanbul için de geçerli”
Şöyle bir şey anlaşılmasın; tragedyalar çok asık suratlı, çok yüksek sanatın ürünü olarak düşünülür çünkü soylu bir anlatım biçimi vardır. Seyirci o oyunu izliyor ama beğenmediği bir şey olduğunda direk oyuna katılıyor. Oyuncuyu beğenmediğinde çürük domates de atıyor, çıkartıp ayakkabılarını da… Yani o demokrasiye, o eğlence kültürüne rengini veren ne varsa Antik Dönem’de hep bu yaşanmış ve yaşanıyor. Seyirci oyunla birlikte var oluyor, oyuna katılıyor ve oyunu hissediyor.
Tiyatro sadece çerçeve bir sahne içerisine sıkıştırılmış sanat değil. Böyle bakmak gerekiyor. Yunan seyirci kültürü Antik Dönem’de böyle ve bu İstanbul için de geçerli… Antik Dönem’e ait bilgiler sınırlı olsa da tiyatronun en temel metinlerinin bir şekilde İstanbul’dan götürüldüğünü biliyoruz. Buna ilişkin kayıtlar var. O yüzden Antik Dönem’den bu yana İstanbul’da bir tiyatro kültürü var ancak seyirlik tiyatro geleneği de hep var zaten. Yani komedi dell’arte dediğimiz o tür, nasıl Avrupa’da gezici bir şekilde hep ilerliyorsa buralardan da etki taşıyor.
İstanbul’un Antik Roma Tiyatrosunda seyircinin oyuna dâhil olmasıyla Osmanlı kahvehanelerdeki hikâye anlatıcıları ile dinleyicileri arasındaki aynı katılımcılık değil mi?
Tabii… Karşılıklı atışmalar vs. Günümüze göre daha fazla toplumsallık bulunuyor ve bu şehir kültürünü besliyor. Bu çağda artık seyircinin bunları istemediği düşünülse de aslında o usta çırak ilişkisiyle yürüyen meddahlık gibi geleneksel hikâye anlatıcılığı devam etmeli…
Dilek Karagöz