Ahmet İnam… Felsefeyi hayatla birleştirmeyi başaran, gerçek bir öğretmen… Evrenselliğin esasen yerellikten geldiğini savunan, üzerinde yaşadığımız kadim toprakların gücüne inanan bir Anadolu bilgesi…
Bir bilgeyle muhabbet
Kendisi ile içinde bulunduğumuz dönemden, birey olabilmekten, kaybolmaktan, mutluluğumuzdan, mutsuzluğumuzdan, umudumuzdan, umutsuzluğumuzdan, yüzleşmekten, yüzleşememekten, Anadolu’dan, öğrenmekten, Anadolu üniversitelerinin nasıl olması gerektiğinden, velhasıl her şeyden konuştuk.
Bir bilgeyle muhabbetin, her zaman tadı damağınızda kalır. Bizim de öyle oldu.
Güncel soru ile başlayalım. Birey olmanın vurgulandığı bir çağda yaşıyoruz. Ama aslında, insanın kendinden daha da uzaklaştığını görüyoruz. Böyle bir ortama, pandemi de eklenince, sizce kendimizle ilişkimiz ne hale geldi? Biz bu işin içinden nasıl çıkarız?
Birey olmak güzel bir söz ama ne olduğunu biraz kurcalamak lazım… Birey olmak, marjinal olarak yani içinde bulunduğunuz toplumun ve kültürün dışında tek başına, bütün o etkenlerden bağımsız gerçekleştirebileceğiniz bir var olma biçimi değil. Öyle düşünenler de vardır ama o çok romantik bir biçimidir. Çünkü bizim içimizde toplum var. Kültür var. Dünyanın neresine gidersek gidelim o içimizdekilerle gittiğimiz için birey olma, içinde yaşadığımız, doğumdan bu yana geliştirdiğimiz bizi etkileyen koşullar içerisinde olabilir. Dolayısıyla birey olmak çok önemli çünkü sürünün bir parçası olmamak, körü körüne bir inanca bağlanmamak, yaşamını kendi özgürlüğü ile kurabilmek, yani yaşam kurucu olmak, yaşama katkı sunacak ilişkiler kurmak, bütün bunlar sahip olduğumuz kültür içinde birey olmak ile olanaklıdır.
Birey olmanın aldatıcı yanları var
Öte yandan birey olmanın aldatıcı yanları var. Ondan son derece sakınmak gerekir. Çünkü çok popüler ve romantik hale getirildiğinde, sürü olmanın çok gaflet içerisindeki bir durumudur. Birey olmak; toplumun görünürdeki kurallarına veya size baskı yapan insanlara kafa tutmak, isyan yazıları yazmak, ergen çocuk gibi davranmak ya da bütün kalıpları kırıyorum demek ile kolay biçimde gerçekleşecek bir şey değil. Çok iyi bir donanım ve her şeyden önce ayağımızın toprağa basması gerekiyor. Ayağınızın toprağa basması şu demek; nasıl bir geçmişten geliyoruz, nasıl bir gelenek bizi etkilemektedir, nasıl bir düzen -sosyo ekonomik, kültürel, politik- içindeyiz? Tüm bunların ayırdına bir ölçüde varmayı gerektirdiği için, çok büyük bir çaba ve yaratıcılık isteyen bir şeydir. Birey olmak, kendinizi çok yalıtarak olabileceğiniz bir şey değildir. Yaşamı paylaşabildiğimiz ve birliktelikler kurabildiğimiz sürece, bireyliğimiz ortaya çıkabiliyor. Bu da bir ölçüde, yaratma gücümüze bağlı.
Kopya çeken, bu düzenin gidişine bir biçimde boyun eğmiş, çıkarcı, sırf etrafta görünebilmek ve farklı şeyler yapıyor olabilmenin, insanı birey olmaya götürdüğü yanılgısı içinde olmak çok tehlikelidir. Sosyal medya bu konuda son derece etkilidir. Tuhaf tweetler atabilirsiniz, Instagram’a garip fotoğraflar koyabilirsiniz, Facebook da dikkat çekici sözler, arkadaşlarınıza Whatsapp’tan çok cilalı resimler atabilirsiniz. Hayat şudur, hayat budur diye anlatan videolar gibi. Bu da çok tehlikeli biçimde sıradanlığın ve sığlığın içine düşmektir. Yani dikkat çekici ve farklı olmaya çalışmak da bu sürüleştiren kapitalist düzenin farkında olmadan bir parçası olmak anlamına gelir ve insanı narsistik açıdan baştan çıkaran bir şeydir.
Covid’in çok iyi bir öğretmen olduğunu düşünüyorum
Covid nedeniyle insanlar kapandıkları ve daha çok yüz yüze ilişkide sıkıntı çektikleri için, hayal ve yanıltıcı olanın içine daha kolay düşebilirler. Yüz yüze ilişki kurmanın, birlikte yürümenin, insanlara dokunmanın, şarkı söylemenin, dans etmenin olmadığı durumlarda, insanı daha yanıltıcı ve sanal gerçeklikler içerisine tıkma tehdidi olabilir Covid’in. Ayrıca ölümler, hastalıklar ve bunlarla birlikte insanın içerisine düştüğü umutsuzluk, dünyada ve bizim ülkemizde de Covid’in olumsuz etkisidir. Ama birey olma çabaları açısından Covid öncesi ile Covid sırasında ve sonrasında büyük bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. Düzen, yine kapitalist düzen. Çünkü bakın, Covid ile görünür olan şeyler var. Ama Covid öncesinde ve belki sonrasında da kripto Covid’ler yaşıyor olabiliriz. Görünüşte virüs yoktur ama biz zaten hastayızdır. Covid bize bir şey gösterdi. Burada Martin Heidegger’in bir öğrencisi olarak; Covid hangi hakikatlerin perdesini açtı, yaşamın bize hangi yüzlerini gösterdi, diye sormam gerekir. Niçin bunu yaşamaktayız? Bunun anlamı nedir? Dolayısıyla Covid bir yönüyle hakikat açıcı bir yanı da olan, insanın küresel olarak başına gelmiş doğal bir afettir. Ancak bu afetleri bu gezegen binlerce yıldan beri yaşıyor ama bu kadar bilmiyorduk. Çok öldürücü salgın hastalıklar, kırımlar, savaşlar, zelzeleler, yanardağ patlamaları, seller hep vardı. Dolayısıyla biz Covid’i sadece çağımıza özgü, bize özgü bir şey sanıyoruz. Bu yaşlı gezegen ne Covid’ler görmüş. Covid’in bize söylediği çok şey olduğunu düşünüyorum. Her birimizin Covid’den öğreneceğimiz şeyler var. Belki bu sizin de yazabileceğiniz bir şey olabilir, Covid’le biraz muhabbet etmek lazım. “Gel bir muhabbet edelim; neden buradasın, ne yapmak istiyorsun?” gibi diyaloglar oluşturabiliriz. Ben Covid’in çok iyi bir öğretmen olduğunu düşünüyorum.
Covid’in biraz abartıldığını düşünüyorum
Bireysel olarak siz bu dönemi nasıl geçiriyorsunuz?
Covid benim hayatımda bir şey değiştirmedi. Demek ki ben uzun yıllardan beri Covid hastasıymışım. Dolayısıyla beni çok sarsmadı gibi gözüküyor. Gerçekten yakalanıp ölebilirim de… Hasta olsam ağır bir yaşantıdır ama Covid’in biraz abartıldığını düşünüyorum. İnsanlar bundan sonra hayatımız müthiş değişecek diye düşünüyor. Halbuki hayatımız her doğan günde değişecek zaten. Hızlı bir değişimin Covid ile geleceğini düşünmüyorum. Diğer açıdan aç kalan, yakınları ölen, dükkânını çalıştıramayan, ağır bedel ödeyen insanlar var. Onlar için hakikaten ağır bir şey. Fakat genel olarak baktığımızda dünyanın bir bütün olduğunun anlaşılması açısından çok dersler çıkarılabilir.
İnsanların kendileriyle yüzleşmeleri için bir aracı olabilir mi? Sosyal mesafeli ve daha yalnız olmak, samimi bir sorgulama doğurabilir mi?
Böyle bir duyarlılık geliştirmiş ve böyle bir donanıma sahip olmuş insanlar için zaten geçerli bu. Ancak sadece dünyada yaşamda kalabilmek için çok çalışmak durumunda olup düşünmeye zaman ayıramayanlar açısından bir fırsattır elbette. Böyle hazırlığı olmayan insanlar için de yalnız kalmak çok kolay değildir. Zaten kalmıyor da, elinde telefonla… Yalnızlık ayrı bir şey… Yalnız olmanın her insanın harcı olduğunu sanmıyorum. Güzel ve birey olmakla da ilgili bir şey… Bir başına olmakla yalnız olmayı ayırıyorum. Yalnız olmak paylaşamama anlamına geliyor. Bu baya öldürücü ve olumsuz bir şey. Bizim olanaklarımızı ve potansiyelimizi ortadan kaldıran bir şey. Ama bir başına olmak, bir cesaret ve kendimiz olmamız açısından bir olanak. Covid bazılarımıza bu olanağı sunmuş olabilir. Nasıl bir insanız, nasıl bir dünyada yaşıyoruz, konusunda düşünmelerini sağlamış olabilir. Ama genel olarak dünyadaki kalabalıklar için böyle bir etkisi olmuş mudur, bilemiyorum. Bu, Covid sonrası yapılacak araştırmalar ile çıkarılacak bir şey ama benim yakın çevremdeki, benim gibi yaşayan insanlara çok bir şey ifade etmiyor. Covid yokmuş gibi yaşayanlardanım. Öyle düşünmüyorum çünkü, bir başına olmak için illa Covid’i mi bekleyeceğiz? Ben madenci de olsam, yine bir başıma olurdum. O maden ocağında kazma sallarken de, bir şirkette muhasebeci olarak günde 14-16 saat çalışırken de, bir yandan kendi küçük defterime kendi duygularımı yazabilirdim. Çünkü Kafka bizim abimizdir. Ondan böyle şeyler öğrenmiş olabiliriz. Evet, Covid’in dünyamıza verdiği acılar büyüktür ama öğreneceğimiz şeyler de var. O bakımdan haklı olabilirsin. Garip bir dönem yaşıyoruz ama bu dönemin, dünya tarihinde birçok döneme benzediğini düşünüyorum. Yeni olan belki de 2020’lerde yaşıyor oluşumuzdur. O yüzden geçmişi de bilmek, Covid’i anlamak açısından önemlidir.
Kendi tabirinizle sizin “şikayet etmeyi seven elitler”den olmadığınızı ve her zaman umuttan yana olduğunuzu iyi biliyorum. Anadolu bilgeliğini esas alan gönül felsefeniz ile de daima umudun altını çiziyorsunuz. Peki siz her zaman umudunuzu koruyabiliyor musunuz?
Zaman zaman göçtüğüm oluyor, büyük umutsuzluklar yaşıyorum. Bundan sonra da yaşayacağım çünkü canımın sıkıldığı çok şey var. Ama birkaç şekilde bu düşüncelerden çıkabildiğimi düşünüyorum. Bununla ilgili şu anda “dirlik” konusunda bir yazı yazmaya çalışıyorum. Dirlik daha yeni fark ettiğim bir kavramdır. Düzen ve huzur anlamında. Bir insanın dirliği iniş çıkışlıdır. Dolayısıyla sürekli umut diye bir şey olabileceğini sanmıyorum. Bir ilaç kullanmıyorsanız bu dirlik iniş çıkışlı bir şeydir. Ben çok kolay çökebilen bir insanım. Çöktüğüm zaman pek kimse ile konuşmak istemem, herkesten kaçmaya çalışırım. Alttan alta yaşama umudu sağlayan şey, yaşadığınız dar zaman dilimine sıkışmamakla mümkün. Örneğin Türkiye şu anda ne kadar kötüye gidiyor? Oysa, bakış olarak da zaman dilimini genişleteceksiniz. Hem geriye doğru hem ileriye doğru. Anı yaşamak ayrı bir şey…
Yaşatma sorumluluğu duyduğunuzda acı çekmekten utanıyorsunuz
Hafızamız, bilincimiz olarak sürekli bizimle olan, içimizde taşıdığımız bir şey. Gelecek de şu anki edinimlerimizle oluşacaksa zaten biz hepsini şu anda yaşıyoruz. Kastettiğiniz bu mu?
Doğru. Şu anı yaşama dilimini, yaşadığımız ana bakış açımızı, ufkumuzu genişletmek gerekir. Mesela başımıza bir şey geldiği zaman sanırdım ki bir tek benim başıma geliyor. Halbuki baktığımda birçok insan bunu yaşıyor. Hem benzer tecrübeleri paylaştığınız, “yaşantıdaşlarınızı” gördükçe hem de tarih açısından bakınca, “Böyle şeyler yaşanır,” diye düşünürsünüz. Dolayısıyla da, “Yaşadığım içinden çıkılmayacak çok ağır bir bela değil ve bunu, yalnız yaşamıyorum.” dersiniz. İnsan kendini, dünyanın merkezi sanır ama bu ana, geçmiş ve gelecek olarak genişleterek baktığımızda, benzer yaşantıları yaşayanları düşündüğümüzde, koca evrende bir noktasınız, bir hiçsiniz. Ama bir hiç olarak bu evrende var olmak istiyorsunuz. Beklemediğiniz her şey olabilir, bütün her şeyinizi yitirebilirsiniz. Ama bence gücünüz ve umudunuz varsa yaşamak ve yaşatmaktır önemli olan. Ben yaşamayı, yaşatmak için anlamlı görenlerdenim. Sırf kendim yaşayayım da dünyaya kazık çakayım olmaz. Uzun ömürlü olsan ne olur? Kimseye bir faydan yoksa insanların ufkuna, düşüncelerine, açlıklarına, sefaletlerine bir katkın yoksa niye yaşıyorsun ki? Yaşatma sorumluluğunu duyduğunuz zaman acı çekmekten utanıyorsunuz. Ne kadar ayıp bir şey… Elim ayağım tutuyor mu, tutuyor. Yarın yaşayabilecek gücüm var mı, var. İnsanlara şu ya da bu şekilde verebileceğim şeyler var mı? Bu, en yakınınız da olabilir ama orada kalmasanız iyi olur tabii… Ayrıca bu bir hüsnü kuruntu da olabilir, belki onlar böyle bir şey istemiyordur. Bir kedi yavrusuna ya da bir ağaca su verdiğinizi düşünün… “Ben neden yaşamalıyım?” diye sorduğumda, “Yaşatmak için bu yaşam bana verildi,” diye düşünenlerdenim. Dini açıdan değil, ben dindar değilim. İnsan olarak bunu hissediyorum. Cevherimde duyduğum bir şey. Yaşatmak için yaşamak durumundayım.
Düşünmek dokunmaktır
Bu beni yaşamda tutuyor. Çoluğumu çocuğumu, sevdikleri kaybetmeyeyim veya bankada param var biraz daha artırsam, bir arsa daha alsam… Bazıları bunun için yaşıyor olabilir ama ben de yarım asırlık bir öğretmen olduğum için gençleri gördükçe ve hala öğretmenlik yaptığım için böyle bir hüsnü kuruntum var. Mesela ben derse girip çocuklarla konuştuğumda, birileri bir şey söylediği zaman, “Hoca bu olmamış, uydurmuşsun, berbat” dediğinde, “Ha demek ki kötü de olsa bu bir şey… Demek ki yaşıyormuşum, birilerine dokunuyormuşum.” diyorum. Türkçe’de dokumak, dokunmak ve dokunarak bir şeyler dokuyabilmekten gelir. Düşünmek dokunmaktır. Bunu eski Yunan’dan çıkarıyorum. Agorada yaşıyorlardı ve birbirlerine değiyorlardı. Sizin de kitabınızda yer verdiğiniz Epiktetos, bizim Denizlilidir. Epiktetos da dokunan. Çünkü dokunmazsanız düşünemezsiniz. Bunu isterseniz fizyolojik olarak anlayın isterseniz düşünsel, isterseniz tinsel ama dokunma önemli bir şeydir. Ayrıca ben küçükken büyükler, “Ben bunu yemem bu bana dokunuyor,” derlerdi. Dokunmak “hastalık yapıyor” anlamında kullanılırdı. Dokunmak, dilbilgisi olarak da “taranmak” gibi kendi üzerine dönen bir yanı var. Ben “yaşanma” diye de bir sözcüğün düşünme ile çok yakından ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bilgeliğin bin bir kapısı
Anadolu bilgeliği nedir?
1071’de başlayan bir Anadolu’dan söz etmiyoruz. 12 bin yıl Göbeklitepe’ye gidersek, o Anadolu, bütünüyle Anadolu… Ermeni’si, Rum’u, Kürd’ü, Zaza’sı, Arap’ı ile Anadolu’dan söz ediyorum. Sadece dini İslam olanlar açısından düşünmüyorum. Böyle bakan arkadaşlar için de çok üzülüyorum. Medeniyet tasavvuru neden sadece İslam dini üzerinden olsun? Elbette dine saygım vardır. Adım da zaten peygamber adıdır, hürmetimiz vardır. Ama bu kadar daraltmamak gerekir. Anadolu’nun bin bir kapısı vardır. Yunus’un kucaklayıcılığını düşündüğünüzde iş değişiyor.
Mutluluk bir hâl değil karakterdir
“Mutsuzluk ahlaksızlıktır. Mutluluk bir duygu hali değil, tavırdır” diyorsunuz. Mutlu olmak nasıl öğrenilir?
Bu sorunun da Anadolu ile bir ilgisi var. Çünkü İyonya Anadolu’nun içinde bir bölgedir. Felsefenin oralarda ortaya çıkmış, sonraları İtalya – Sicilya’ya kadar gitmiştir. Felsefe okullarını düşündüğümüzde, o insanların mutluluğa bakışlarını yeni bir anlayışla görmek gerekir. Mutluluk bir insan olma başarısıdır. İnsan olma çabasıdır. Mutluluk bir duygu durumu değildir. Keyfi yerinde olmak değildir. Mutluluk dürüst olmak gibi, özlemli insan olmak gibi (özlem sözcüğünü erdem dememek için kullanıyorum çünkü erdem, köküne gittiğinizde erkeğe benzer demek. Eril dil çok tehlikeli ve bu toprakların bilgeliğine yakışmıyor) bir durum. İyi insan olmak gibi bir şey… Çünkü eğer özlemli insan değilseniz yani müspet ahlaki vasıflara sahip değilseniz mutlu olamazsınız. Haz sahibi olabilirsiniz. Keyif ve mutluluk hasbelkader yaşayacağınız bir durum değil kazanacağınız bir şeydir. Emek sarf ederek, bedel ödeyerek, acı çekerek, bilgi edinerek, kendinizi insan olma vasıflarıyla donatarak, donatmaya çalışarak kazanmaya çalışacağımız bir ahlak karakterinin adıdır mutluluk. Sanırım bizim kimi filozoflarımız ya da bir kısım tasavvuf erbabı, “saadeti” böyle anlamış olabilirler. Bu nedenle mutluluğu çok ucuzlatmamak, gelip geçici hallere mutluluk dememek, çetin ve zor olduğunu anlamak gerekir.
Mutluluk direnmektir
Asıl söylemek istediğim, mutluluk mutsuzluk ile yaşanır. Küçükken babam bana sınıf geçtim diye altın bir madalyon almıştı. Dedim ki, “Baba kuyumcuya söyle, bu madalyonun üzerine bir tarafa mutluluk diğer tarafına mutsuzluk yazdırsın.” O zaman 14-15 yaşlarındayım. Bu fikrin nereden aklıma geldiğini bilmiyorum ama ben hayatımı hep mutsuz olduğumu düşünerek yaşamışımdır. Ama oradaki mutsuzluğa dönüp baktığımda arkasında bir mutluluk vardı. Dolayısıyla çocuklara şöyle bir ütopya vermek yanlış; bir gün gelecek tamamen mutlu olacaksınız ve sürekli devam edecek. Bu onların karakter geliştirmesine zarar verir. Böyle bir şey yok, böyle bir an gelmez. “Çok mutluyum” dediğiniz zaman karnınız ağrımaya başlayabilir. “Her şey güzel kendimi iyi hissediyorum” dediğinizde bakarsınız elektrikler kesilir veya sular akmaz ya da başka bir şey… Dolayısıyla bizim mutlu yaşantımız, daima karşıtı ile olacaktır. Yani insanlar mutlu mutsuz, mutsuz mutludur. Bunu anlarsanız mutluluk karakterini daha gerçekçi biçimde oluşturabilirsiniz. Mutlu insanın başına büyük felaketler gelebilir. Ama mutluysa, bu felakete direnmeyi bilir. Yaşama gücü ve yaşama sevinci yüksek insandır. Onu yıkmaya çalışan ne varsa direnir; bütün sevdiklerini kaybedebilir, ihanete uğrayabilir, organlarını kaybedebilir, ruhsal bunalımlar geçirebilir, ancak hepsine direnir. Yaşatmak için yaşadığı yaşamı zenginleştirir, geliştirir, daha serpilmiş yaşamlar yaşar, daha çoğulcu, seçenekleri olan, sıkışmamış, geniş, kuşatıcı… İki sözcük var ki, ben onları içki arkadaşlarımdan öğrenmişimdir. Az arkadaşım olur ama okulda odasına gidip birkaç kadeh içtiğim, -Okul meyhane mi, diyebilirsin ama elbette bilgi, manevi anlamda içkidir- İki sözcükten biri “küşayiş”. Farsça, “açıklık” demektir. Mutlu insan kendine açık insandır. Açıklık çok zor bir şey… Birtakım şeyleri unutmaya çalışarak, kapatarak, örterek, konuşmamaya çalışarak veya sevmediği insanlardan kaçarak, yaşamaya tutunmaya çalışanlar olabiliyor. Ancak küşayiş, o açıklığı anlama, kavrama, başka türlü düşünenlerin düşünce evlerini ziyaret etmek, onları öğrenmeye çalışmak, onlarla iletişime geçebilmek, demek. Diğer kelime ise inşirah… “Dar olmamak” demektir. Kuran’da da geçer. Çağımız insanını tatsız yaşamalara götüren şey darlaşmadır. Erken yaşlarda bir şeyi öğreniyor ve hep o dar çerçeve içinde sürdürmeye çalışıyor. Onun dışarısında düşmanlar vardır, dışta olanlar yanlıştır, daha alçaktırlar, daha kötüdürler.
Şeytanla muhabbet edemiyorsan imanında problem var
Belki uğraşmak istemiyordur, zor geliyordur ve tembellik korkuyu besliyordur?
Tabii… Mesela dindar arkadaşlar, korkarlar. Hristiyanlığı da bir öğren dediğinde, “Ama Hristiyanlığı öğrenirsem dinimi kaybedebilirim.” diye düşünüyor. Peki kendini bir Ateist’in yerine koysan? “Tövbe, şimdi dinden imandan olmayalım.” Senin dinin ateist gibi düşündüğünde hemencecik kayboluyorsa senin imanın da zayıf bir şey kardeşim. Böyle bir şey olur mu? Şeytanla muhabbet edemiyorsan, şeytandan korkuyorsan imanında bir problem var diye düşünürüm. Benim konuşmam çok ucuz ve kolay belki ama hep söylüyorum, felsefe şeytanla muhabbettir. Hiçbir zaman insanı imandan edecek bir şey değildir. Felsefe ile uğraştığın için imanından oluyorsan bence kabahat felsefenin değil, senin imanının zayıflığından olan bir durum olduğunu düşünürüm.
Bilgi çağında her şeyi internetten öğrenebiliyoruz ya, peki bu anlattıklarınız? Hayat bilgisi nasıl öğrenilir?
O dediklerine malumat diyorum. Malumat ile bilgi başka şeyler. Hayat bilgisi Google’dan öğrenilebilecek bir şey değil. Ayrıca “10 derste nasıl mutlu olursunuz?” kitaplarından da öğrenilmiyor. Hayat bilgisi öğrenebilmek için hayata bakışımızın küçük yaştan itibaren ya da bizi hayata hazırlayan insanların bakışının kökten değişime uğraması gerekir. Bu da zor, çünkü bu dünyanın akışı içinde hızlı yaşamak zorundayız. Bir yerleri karalayarak, 100 dakikada 120 soruya cevap vermek zorundasın. Birçok malumat edinmek zorundasın. Rakiplerin var, onları geçmek zorundasın. Bunlar seni ne yazık ki, daraltılmış ve gergin bir yaşamın içine itiyor. Oradan çıkman çok zor. Onun için küşayiş sahibi olup, açıklığımızı değiştirmek lazım.
Bizi koruyacak olan bu mudur?
Elbette biz yeni doğan çocuklarımızı yetiştirirken bunu deneyebiliriz. Bu yaşamın, elektronik ortamla veya eğitimle gelen ve bize dayatılanların dışında anlaşılma olanakları vardır. Buraya çekebilmek çok kolay bir iş değil ancak yapılabilir. Tabi ki gönül ister bu iklim üniversitelerde olabilsin ama üniversiteler yazık ki giderek ticari bir şirket haline getiriliyor. Sığ bilgilerle iş bitiren insanların yetiştirildiği alan haline getirilmek, bir takım “know-how”ların öğretildiği, teknik okullara dönüştürülmek isteniyor. Bir kısmı getirildi. Hele Türkiye’de sefalet içerisinde olan çok sayıda üniversite var çünkü oralardaki yönetim kabile gibidir. Tamamen feodal… Akrabayı, partiliyi dolduruyorlar ve oralarda bilim diye yapılan şey içler acısı… Deniyor ki, “Bizim üniversitelerimiz ilk beş yüze giremiyor” ya da “İlk yüze giremiyor.” Akademisyen seçimi ve akademisyenlerin yükseltilmesinde, bu ölçütler ile meseleye bakmakta bana sorarsanız bir sıkıntı var. Uluslararası nitelikte akademisyen olmak için, uluslararası saygınlığı olan dergilerde yayın yapabilmek gerekli. Peki o dergilerdeki araştırma konularını, araştırma programını kimler belirliyor? Müfredatı, akademik çalışma alanlarını kimler belirliyor ve niçin? Diyelim ki, çok yetenekli bir fizikçisiniz. Size bir yüksek lisans tezi veriyorlar. Soruyorsun, “Niçin bu tez?” Çünkü Harvard bunu çalışıyor! Yale da bunun çalışıyor… Aynı şey, sosyal bilimler için de geçerlidir. Sosyoloji dediğiniz çalışma alanının problemleri büyük ölçüde Avrupalı veya Amerikalı insanların kendi toplumlarını ve gereksinimlerini anlamak için ortaya koyduğu görüşlerdir. Biz onları fizik gibi evrensel bir şey zannederiz. Politik ve ekonomik gücü elinde tutanların çizdiği araştırma konuları var. Üniversiteleri de o açıdan etkiliyorlar.
Üniversiteler şirketleşiyor
Üniversitelerde konuya, piyasaya iş yapmak olarak bakılıyor. Üniversitelerin yanına tekno kentler kuruluyor ve sürekli olarak üniversite hocaları oralarda iş yapıp hem para kazanıyorlar hem piyasa ile bağlantı sağlıyorlar. Bir helikopter silahı yapıyor ama çoğu ne yaptığını bilmiyor. Katı hal fiziği ile uğraştığını sanan bir fizikçi, elindeki problemin çözümünün belki de bir silah yapımında kullanılacağından habersiz. Bilimin başlangıcından beri bu böyle miydi? Fizik bilgisi ve mekanik gerçekleştirildiği zaman bu sadece bilmek için miydi yoksa topçuların, hedefi tam isabetle vurması için, hesaplamaya yardımcı olan bir şey miydi? Silah için bilgi her zaman kullanılmış.
Peki az önce bilgeliğini anlattığınız Anadolu’nun, üniversiteleri nasıl olmalı?
Şöyle bir şeyi kaybediyoruz. -Bu belki dünyada birkaç üniversitede olabilir- Bir bilme biçimi var. Bu bilme biçimi anlamaya, kavramaya ve yorumlamaya yönelik. Yani maddenin yapısı acaba nedir? Burada hakikaten daha Aristoteles’lerden gelen bir şey var. Bilmek için bilmek. Bilme etkinliğinin kendisi için olması… O etkinliği -Aristotales gözüyle baktığımızda- çok değerli kılıyor. Artık o bilgi bir vasıta ya da araç değil, bir erek ve amaç oluyor. Bu anlamda Rönesans sonrasında, 18’inci ya da 19’uncu yüzyılda, bilim insanlarının bu çabalarıyla geliştirilen teknolojik bulguların, arkasında bir bilme aşkı taşıdığını düşünüyorum. Orada çalışan insanların çoğu, gerçekten kendilerini bilme alanlarına adamış insanlardı.
Şimdi akademisyenlerin böyle bir özelliği yok. Akademisyen denen insan belki de büyük şirketlerde iş bulamadığı için ya da yaşamda birtakım kurnazlıkları gerçekleştiremediği veya gerçekleştirmek için akademiyi kullanıyor. Bilme aşkının ortadan büyük ölçüde kalktığı bir dönemdeyiz. Hepsi değil tabi. Hâlâ müthiş insanlar var. Mesela Stephan Hawking. Nasıl bir bilme aşkı… Hakikaten o dönemin İngiliz ve Amerikan üniversitelerinde, hâlâ böyle insanlar var. Yaşadığımız hayatın popüler olma ve öne çıkma kaygısıyla akademik hayatın içinde olan insanların sayısı giderek artıyor ve bu felsefeye de büyük oranda bulaşmıştır. Bugün benim çalıştığım alanda da ya çok teknik çalışılıyor -yaşamla çok bağlantısı var gibi gözükmeyen- ya da felsefe adını kullanarak çok ucuz laflar edenler oluyor. Söylediklerini benim anneannem de biliyor. Anneannemin dediğini, Kant ya da Spinoza gibi isimler kullanarak söylüyor. Bugünlerde kapalı grup zoom toplantıları falan da çıktı. Türkiye’de entelektüeli öldüren şeylerden biri de hayranlarıdır. Çünkü bizim insanımızın inanacağı birtakım insanlar olması lazım. Öyküneceği veya öne çıkaracağı. Onlarda hiçbir kusur göremediği için bağlanmak istiyor. Eğer bir öz eleştiri gücü yoksa öncelikle öldürecek olanlar hayranlarıdır.
Çok arkadaşımı böyle görüyorum. Kendim için de zaman zaman bundan korkarım. Bu tip yaşam bilgisi veya akademik bilgilerin tartışıldığı alanları kapalı bir cemaat haline getirmek çok tehlikeli bir şeydir. Açık olması gerekir ve orada da eleştiri çok önemlidir.
Bilim ve sanat ile uğraşmak bir derttir
Bir bilim geleneği oluşturamıyoruz. Cumhuriyet’ten sonra bu oluşturulabilirdi. O zaman böyle bir hava vardı. Üniversitelerimizde, “Anadolu bilgeliği” diye bir bilgelik temelinde bilgi anlayışımız olabilseydi… Bunun yakın zamanlarda olabileceğini sanmıyorum. Çünkü yazık ki siyasi kaygılar işin içine giriyor. Bu da bilgi edinmeye ve yaratıcı akademisyenlerin, düşünürlerin, sanatçıların gelişimine zarar veriyor. Sadece bilim alanında da değil, sanat alanında da bölünmüşlüğümüz var. Bir kısım edebiyatçı öbür kısım edebiyatçıdan haberi yok ya da hiç ilgilenmiyor. Siyaseti, bilim ve sanat alanına bu şekilde sokmak yanlıştır. Elbette sanat ve bilim politiktir. Nasıl bir dünya özlemiyle yazdığınızla ilgilidir ama bu kadar sığ ve dar bir politik anlayışla yapılacak bir iş değildir. Bu gelecek kuşaklara zarar veriyor.
Bilim insanları ve sanatçıların içerisindeki yarılmışlık artmaktadır. Bu yarılmışlık sürdüğü sürece biz ne sanatta ne bilimde dünyada ses getirebilecek, çağına iz bırakabilecek insanlar yetiştirebileceğimizi sanmıyorum. Bir biçimde o gerilimin desteğiyle çıkabilir insanlar ama bunu başarabilmesi için o yarılmışlığın üzerinde durması lazım. Bir dar alan içerisinde durursa söz konusu şey olamaz. Nazım sadece sosyalist olduğu için büyük şair değildir. Öyle şiirleri vardır ki, Nazım’ın adını silin, sanırsın Mehmet Akif yazmış. Peki Mehmet Akif neden büyük şairdir? Sırf Müslüman ve namazında niyazında biri olduğu için değil, evrensel olanı kuşatabildiği içindir.
Üniversite hocalarında da bir bilme ve arama sevinci göremiyorum. Aşk göremiyorum. Hoca dediğin insanlar asık yüzlü ve gergin. Terfi ve maaş peşinde… Nerede yayın yapacağını düşünüyor. Ben de, bilme ve şiir aşkıyla yaşayan insanlar görebilme şansına erişmişimdir. Bildiğini yaşayan. Çünkü yaşamıyorsa, onun sanatçılığından kuşku duyarım. Şairim, diyor ama dil ile oynayarak oradan yaşantı çıkarmaya çalışıyor. Oysa dil öncesi yaşantı, onun dil olanağını keşfetmesine yol açacak ki dilden yaşantı devşirebilsin.
Bilim ve sanatla uğraşmak bir derttir. Sizi hayata bağlayan bir derttir bu. Müthiş sorumluluğu olan bir şeydir. Bu dert ile araştırır ve soruşturursunuz.
Dilek KARAGÖZ