Bazı cümleler öyle ortada kalıyor ki, sahibi bile geri dönüp bakmıyor arkasına.
Birileri bir şey söylüyor; yüksek sesle, kalın harflerle, bazen de üstüne basa basa…
Ama o söz nereye gidiyor, kim alıyor, kimde yankı buluyor?
İşte o belli değil.
Bugünlerde herkes konuşuyor.
Konuşmak bir tür görünürlük. Görünür olmaksa bir varlık ispatı gibi. Bu görünürlük çabasında, dinlenmek gibi bir ihtiyaç kalıyor mu geriye?
Öncelerde anlatmak, bir bağ kurmak demekti. Şimdi ise çoğu anlatım tek yönlü:
“Ben söyledim, gerisi anlamak isteyenin bakış açısı”
Markalar için de böyle. Bireyler için de.
İletişim, anlamdan çok hacimle ölçülüyor. Kim daha çok paylaşırsa, o kazanıyor sanılıyor.
Ama biz gerçekten neyi anlatıyoruz?
Ve daha önemlisi: Kime?
Dinlenmek, bir tür kabul görmekti. Peki biz birbirimizi gerçekten dinliyor muyuz, yoksa sadece sıramızı mı bekliyoruz?
Markaların, kişilerin, kurumların dillere döktüğü onca mesaj arasında; yüreğinize değen kaç kelime var?
Hikâye anlatıcılığının altın çağı deniyor bu çağa. Ama anlatıcının iç sesiyle dinleyenin sessizliği aynı hikâyede buluşmuyor çoğu zaman. Çünkü dinlemek, dikkat ister. Anlatmak, konuşmak ve eyleme geçmek ise koca bir cesaret.
Ve biz bugün, dikkatimizin çoğunu yitirmiş, cesaretimizi ise görünürlükle karıştırmış durumdayız.
O yüzden belki de en temel soruyu yeniden sormalıyız kendimize…
Kime anlatıyoruz? Dinleyen kim?
Ve bu soruya vereceğimiz yanıt, bize şunu gösterebilir:
Bazen ne anlattığımızdan çok, gerçekten biriyle bağ kurup kurmadığımız önemli. Çünkü sesimiz duyulsun diye değil, bir yerlerde karşılık bulsun diye konuşuyoruz.
Çünkü anlatmak bir çabadır; ama anlamak, niyettir.
Ve bu satırlar, bizi anlayanlara gelsin…





