Neredeyse bir sene dolmak üzere ki; insanlık top yekûn, allak bullak bir dönemde yaşıyor. Daha doğrusu bir dönemeçte… Bu dönemeci nasıl atlatacağımız, bize sunulan, dayatılan yaşam biçimleri, korkular, endişeler ve kabulcülük ile nasıl yüzleştiğimize bağlı olacak. Evet, çok şeyimizi aldı bu covid-19. Hür nefes almayı unuttu insanlar. Yüz ifadelerimizi kaybettik. Karşımızdakilerin esas yüzlerini okuyabildiğimiz anlamlarını görmekten uzağız artık.
Bir araya gelip paylaşmaya hasret kaldık. Kurlamalar yapılamıyor, güzel günlerini paylaşamıyor gençler. Cenazelerimizi hakkıyla uğurlamıyoruz. Vedalaşamıyor sevenleri gidenle. Binlerce yaşlı insan bakımevlerinde, hastahanelerde, yakınlarından uzakta, yapayalnız can verdiler, kimse yanaştırılmadı yanlarına. Sosyal bir yaratık olan insanın tüm sosyalleşme hakları yasaklandığı gibi bireysel özgürlükleri de kısıtlandı. İşler çöktü. Özellikle küçük esnaf perişan durumda. Top yekûn tüm dünya bu acımasız saldırının altında, insanlar şaşkın, korku içinde, kime, neye inanacağını bilemeden öyle sürükleniyor.
İnsanlar birbirlerine güveni ve yarına umudu kaybettiler. Bu ikisi de insanı rasyonel düşünüp çare arayacağı ortamdan çıkaran, ne yapacağını bilmez ve yaptıklarının etik değerlerini çözemez hale getiren unsurlar ve son derecede tehlikeli.
Unutmayın ki; derdimiz ne olursa olsun, ancak kendimizin karşılaşmış olduğu diğer dertlerle kıyaslayabileceğimiz kadar büyüktür. Hiç tanımadığımız bir başkasının, hiç tanışmadığımız bir derdinin, bizim için çıtayı ne kadar yükselteceğini, zorlayacağını bilemeyiz. Kâinatım tüm döngüsünde olduğu gibi; sınırlarımız ancak farkına vardığımızla şekillenir. Ümitler, dilekler, hayâller de böyledir. Bu olguların negatif formları da…
“Ümitsizlik” de bir çoğu gibi, dokunulup görülmenin dışında kalıp sadece hissedilmekle algılandığından, yarattığı tesir direkt yüreğine, ruhuna, huzuruna darbe vurur insanın. Belki de onun için bu kadar açığız bizi vurmasına, yaralamasına. Korunmasısız ümitsizliğe karşı. Belki görüp dokunamadığımız için, aslında bizden çok uzakta olmasına, bize hiç uğramayacağına inanıyoruz Sonra aniden, içimizde, ta derinliğimizde, bizi çoktan kıskacına almış olduğunu hissettiğimizde çabuk mağlup oluyoruz. Hani, düşman çoktan sarmış bizi teslim almış gibi… Belki de en çok bize fark ettirmeden gelip ruhumuza çöreklendiğinde kızıyoruz aslında. Kalleşçe, sinsice, bizden yol, izin istemeden, kapı açmamızı beklemeden geliyor ya… Hani sanki biz hep ona aitmişiz gibi… Deliriyoruz…
Ümitsizliğin istifade ettiği en büyük cazibe ümitten daha baskın hissediliyor olması, sanırım. Zira ümit sadece bir dilek iken ümitsizlik artık dileğe ulaşılamayacağına inanmaktan doğuyor. Âdeta bir sonuç gibi duruyor karşımızda. Ama, hayır, hiç de öyle değil! Zira hâlâ daha sonuca varmış değilsiniz. Ümitsizlik sadece bir ara durumdur, döngünün bir ara parçasıdır, netice değildir. Aynen, gündüz mehtabı, yıldızları, gece güneşi göremediğimiz gibi. Karşıdaki tepelerin ardının, durduğumuz yerden bize meçhul olması gibi… Ümitlerimiz, arzularımız, beklentilerimiz, ya bir dönüşün tamamlanmasını, ya bir bulutun kenara çekilmesini, belki de sadece biraz daha yol almamızı beklemektedirler. Gücünüzü teslim etmeyin ki; esas, bulutlar çekildiğinde yola devam etmeye kuvvetiniz olsun.
En umutsuz sanılan anda dahi, hâlâ daha yola devam edebilir, umuda giden kapıyı aşabilirsiniz. Huzurumuza, ruh sağlığımıza giden yol da, umuda açılan kapı da hâlâ daha bizim kontrolumuzda. Yeter ki “Nil Desperandum!” diyebilelim kendi kendimize. Sırf demek de değil, haykıralım, her hücremiz duyana, hepsi umuda inanana kadar. Her ne ise gamınız, derdiniz, tasanız izin vermeyin sizi yüreğinizden vurmasına. Tam aksine, alın avucunuza, silahınız yapın kendisine karşı, kendisini yenmeye. Taze tutun ümitlerinizi. Her ümit, bir hüsranın vurgunudur zira.
Umutla kalın, sevgiyle kalın ve hâtta mümkünse aşkla kalın.
Alanya’ya her gelişimde, kentin değişmeyen ritmini yeniden duymaya çalışırım. Güneşin sabahları denize düşüşü, Kleopatra Plajı’nın…
Her yıl küresel iklim krizinin etkilerini daha fazla yaşar olduk. Bu yıl Ege, Akdeniz ve…
Bazı cümleler öyle ortada kalıyor ki, sahibi bile geri dönüp bakmıyor arkasına. Birileri bir şey…
Türk gastronomisi son on yılda yalnızca lezzet repertuarını değil, kültürel anlatısını da dönüştürdü. Bu dönüşümün…
Ayten ve Mehmet’in Hikâyesi: Türk Mutfağının Kalbi Fransa’da Atıyor Geçen ay kısa bir Ayvalık tatilim…
Biliyorum, benden sonra bizim evin halleri değişti. BEN, galiba burada büyük harfler gerekiyor. Bir Eflatun…