Annem kendimi bildim bileli balkonda bir şeyler yetiştirir; aile bireylerini de kimi zaman sık boğaz edercesine bitkilere duyduğu ilgiyi paylaşmaya davet ederdi. Binbir zahmetle büyüttüğü domates fidesinden çıkan yamru yumru birkaç domatesi ‘hasat’ ederken yaşadığı sevinci; aynı emekle yetiştirmeye çalıştığı biberin bir türlü tutmayışı karşısında duyduğu hayal kırıklığını bir türlü anlayamazdım.
KÖYLÜLERDEN GELEN TOHUMLAR VE FİDELER
Sonra ben biraz büyüdüm. Bir yandan İstanbul’da üniversite öğrencisi olmanın zorluklarıyla baş etmeye çalışıyor; diğer yandan geçim sıkıntısı, sınıfsal farklar ve türlü çeşit adaletsizlik içinde hayata ve birbirimize ne kadar yabancılaştığımızla yüzleşiyordum. Şehir ve iş hayatının kısır döngüsünden bunalan, kentten kıra göç eden gençlerin hikâyeleri dikkatimi çekmeye başlamıştı.
O sıralarda annemin de balkon bahçeciliği merakı evrilmiş; bir arkadaşının bahçesinde küçük bir alanı ‘işgal’ edip orada ekip biçmeye başlamıştı. Gıda mühendisi olan annem, bahçesinde yetiştirdiği bitkilere sentetik gübre vermemeye özen gösteriyor, tohum ve fideleri ise mümkün olduğunca köylülerden temin ediyordu.
EKME-BİÇME HOBİSİ BİR TÜR DİRENİŞTİ
Emeklilik hayalleri kurmaya, İstanbul’u bırakıp bir Ege kasabasına yerleşmeyi düşünmeye başladığında, annem çoktan atalık tohumlar yetiştirmeye girişmişti bile. Heyecanla katıldığı Facebook gruplarından bahsediyor, bana tohum takası topluluklarını anlatıyor, onların yöntemleriyle ekip biçiyordu.
Ben ise üniversitede muhalif gençlik hareketlerine katılmış, Marx okumaya başlamış; kendimi ‘devrimci’ olarak tanımlıyordum ve belki de şimdi ‘sezgisel’ diye adlandıracağım bir bilme haliyle, annemin ekme-biçme hobisinin bir çeşit direniş olduğunu hissetmeye başlamıştım. Annemin anlattıkları artık gerçekten ilgimi çekiyor, onunla benzer bir heyecanı paylaşıyordum.
YEREL TOHUMLARIN YEREL YÖNTEMLERLE YAŞATILMASI
Annemin anlattıklarıyla ilgilenmeye başladıkça, onun dahil olduğu topluluklara ve üretim biçimlerine dair daha çok şey öğrenmeye başladım. Örneğin, Facebook üzerinden faaliyetini sürdüren Ulusal Tohum Takas Merkezi’ne üye olduğunuzda size bir miktar yerel tohum gönderiliyor.
Bu tohumları yetiştirirken, kimyasal gübre ya da ilaç kullanmamak, ilk mahsulün tohumlarını çoğaltarak topluluk içinde paylaşmak temel şartlardan. Hâlâ aktif olan bu dayanışma ağı, GDO’lu ve hibrit tohumlara karşı, yerel tohumların yerel yöntemlerle yaşatılmasını savunuyor. Üyeler arasında bilgi, tohum ve deneyim alışverişine dayalı bir paylaşım pratiği geliştiriliyor.
KÜRESEL GIDA SİSTEMİNE KARŞI POLİTİK MÜCADELE
Atalık tohumları yetiştirmek ve bu tohumlarla birlikte geleneksel tarıma dair kadim bilgileri yaşatmak, ilk bakışta yalnızca bir hobi gibi görünebilir. Ancak bu uğraş, tam da benim üniversite yıllarında sezgisel olarak fark ettiğim gibi, büyük tarım şirketlerinin tekelleşen gücüne ve biyoçeşitliliği tehdit eden küresel gıda sistemine karşı politik bir mücadele.
Küresel şirketlerin egemenliğine karşı çıkmanın bir yolu, gıda egemenliğini savunmakla mümkün; gıda egemenliğinin temeli ise, yerel tohumların korunması ve geleneksel tarım yöntemlerinin sürdürülmesinden geçiyor. Bu mücadele, yalnızca ekonomik bir tekelleşmeye değil, aynı zamanda ekolojik yıkıma karşı da bir direnç hattı örüyor.
TÜKETİM ALIŞKANLIKLARINI SORGULAYANLAR ÇOĞALIYOR
Tohum takası yapan topluluklar, ekoloji hareketini oluşturan geniş ekosistemin yalnızca bir parçası. Bu ekosistemde, organik ya da ‘iyi tarım’ gibi ticarileşmiş alternatif üretim modellerine karşı; küçük ölçekli, kimyasalsız ve doğayla uyumlu geleneksel üretim biçimlerini yaygınlaştırmaya çalışan sayısız topluluk, inisiyatif ve aktivist faaliyet gösteriyor.
Ancak en etkili olanlar, bu üretim biçimini yalnızca bir tarım pratiği olarak değil, aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak benimseyenler: Tüketim alışkanlıklarını sorgulayan, üreticiyle doğrudan ilişki kuran, kooperatiflerle çalışan ve doğayla emeğe daha saygılı bir hayat inşa etmeye çalışanlar.
Muhtemelen kendi balkonunda domates-biber yetiştiren bu insanlar, iklim krizine karşı çözümü plastik pipetten kâğıt pipete geçmekte arayan küresel şirketlerden çok daha etkili ve anlamlı bir müdahalede bulunuyor.
TOPRAĞIN HUYUNA SUYUNA GÖRE…
Küresel şirketler demişken; endüstriyel tarım yöntemlerine ve endüstriyel tohumlara karşı verilen mücadele, yalnızca alternatif üretim modellerinin savunusunu değil; aynı zamanda bu sistemin arkasındaki çokuluslu şirketlerin yarattığı sömürü ve yıkımla doğrudan bir yüzleşmeyi de gerektiriyor.
Geleneksel tarım bilgilerini ve atalık tohumları yeniden yaygınlaştırmak, aynı zamanda kimyasal gübre ve tarım ilacı üreten bu büyük şirketlerle de mücadele etmek anlamını taşıyor.
Dünyanın her bölgesinde, o bölgenin doğa koşullarına göre şekillenmiş; toprağın huyuna, bölgenin havasına, suyuna göre binlerce yıl boyunca deneme-yanılma yöntemiyle geliştirilmiş kadim tarım bilgileri, kuşaktan kuşağa aktarılan deneyimlerle oluşur.
Ancak bu kadim bilgi birikimi, 20’nci yüzyılın ortalarından itibaren ‘verimlilik’ ve ‘artan nüfusu beslemek’ gerekçeleriyle geçersiz ilan edildi. Zararlılara karşı daha ‘etkili’ çözümler ve daha ‘verimli’ tohumlar sunduğu iddia edilen endüstriyel tarım, yalnızca üretim biçimlerini değil, bu üretimi mümkün kılan kültürel ve ekolojik hafızayı da dönüştürdü. Bu süreç yalnızca teknik bir gelişme değil, aynı zamanda ekonomik ve politik bir müdahaleydi.
IG FARBEN’İN MİRASÇILARI
Bu sistemin arkasında yer alan bazı şirketlerin tarihsel rolleri bu müdahalenin boyutunu ortaya koyar. 20’nci yüzyıl başlarında kurulan Bayer, BASF ve Hoechst gibi büyük kimya firmaları, Nazi Almanyası döneminde IG Farben çatısı altında birleşmiş ve Nazi rejimiyle yakın işbirlikleri kurmuşlardı.
Bu yapı, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi rejiminin en büyük endüstriyel destekçilerinden biri hâline gelmişti. IG Farben, savaş sonrası Nürnberg Duruşmaları’nda savaş suçlarıyla yargılanmış, ardından dağılarak Bayer, BASF ve konsorsiyumdaki diğer şirketler bağımsızlaşmıştı.
Bu şirketler, savaş sonrasında kimyasal üretim kapasitelerini pestisit ve gübre sektörüne yönlendirildi. Tarımsal verimlilik iddiasıyla yaygınlaştırılan bu ürünler, yalnızca bu kimyasallarla birlikte yaşayabilen tohumlarla birlikte piyasaya sürüldü ve gıda üretimi, küresel ölçekte bu sistemlere bağımlı hâle getirildi.
ÜRETİM MESELESİ DEĞİL EGEMENLİK MESELESİ
Bu dönüşüm, dünya genelinde geleneksel tarım yöntemlerini geri plana iterken, toprağın tek tip üretim döngüsüne hapsedilmesine neden oldu. Bu sistem yalnızca biyoçeşitliliği değil, binlerce yıllık yerel bilgi birikimini de tehdit etmeye başladı.
Günümüzde hâlâ dünya tarım pazarına yön veren bu şirketlerin geçmişteki rolleri, tarımın bir üretim meselesi olmanın ötesinde bir egemenlik meselesi olduğunu gösteriyor. Nazi Almanyası tarafından toplama kamplarında kitlesel imhalarda kullanılan Zyklon B gazı ve Irak’ın Halepçe kentinde sivillere karşı gerçekleştirilen kimyasal saldırıyla aklımıza kazınan Sarin gazının bu şirketler tarafından üretilmiş olması, aslında başka hiçbir açıklamaya ihtiyaç bırakmıyor.
Bu dehşet verici gerçek, ağzımıza attığımız her lokmada boğazımıza takılmalı.
Doğadan; bizi besleyen hava, su ve topraktan uzaklaşmamızın boyutları ürkütücü gelebiliyor. Bu döngüyü tersine çevirmek bazen imkânsız ya da nafile bir çaba gibi görünüyor. Evet, görev büyük. Fakat her şey küçücük bir farkındalıkla başlayabilir. Görebilen gözler için bu farkındalık her yerde gizli olabilir.
MEĞER SALATALIK DİKENLİ OLURMUŞ!
Bir sabah annemle birlikte, emeklilik hayalini gerçekleştirdiği Ege’deki evde kahvaltı hazırlarken, bu sefer de ben bahçeye çıkıp birkaç salatalık toplayayım dedim. Bahçede boy boy, çeşit çeşit, renk renk yeşilin arasında salatalık aramaya başladım. Ama her gün sofrada önüme gelen salatalığın bitkisini tanıyamadım.
Üzerinde yetiştiği bitkiye dair hiçbir fikrim yoktu. Yapraklarının, sapının, çiçeklerinin nasıl göründüğünü bilmiyordum. Daha da kötüsü, annem yardımıma gelip “Bak, işte bunlar salatalık” dediğinde de tanıyamadım. Annemin elindeki yamru yumru sebze, markette görmeye alışık olduğum uzun, ince, koyu yeşil ve pürüzsüz salatalığa hiç benzemiyordu. Daha tombuldu, sarıya çalan bir rengi ve dikenleri vardı.
Şaşkınlığımı fark eden annem, “Evet, salatalık dikenlidir aslında. Bizim çocukluğumuzda hep böyleydi” dedi. Bu deneyimin beni nasıl ürperttiğini hâlâ hatırlıyorum. Şimdi adını hatırlayamadığım o salatalık çeşidi gibi, kim bilir hangi sebze ve meyvelerin nice farklı türleri vardı zamanında.
O türler nasıl kayboldu, şimdi markette, pazarda ya da sofralarımızda karşılaştığımız tertemiz, cilalanmış gibi duran salatalık haline nasıl geldi ve başından neler geçti… Bu anı, doğayla aramızdaki kopuşun, o derin yabancılaşmanın en sade ve çarpıcı göstergesi olarak kaldı aklımda.
YEDİĞİMİZ HER LOKMA BAŞKA BİR DÜNYAYI MÜMKÜN KILABİLİR
Bu farkındalık, yalnızca geçmişin bilgisine duyulan bir nostalji değil, geleceğe dair bir zorunluluk. Ne yediğimizi bilmek, onu nereden ve kimden aldığımızı sorgulamak, tohumun, toprağın, üreticinin izini sürmek; tüm bunlar asla sadece sağlıklı beslenme tercihleri değil, politik eylemler.
Ekolojik yıkımın, iklim krizinin ve gıda tekellerinin hayatımızı tepeden tırnağa şekillendirdiği bir dünyada, en sıradan seçimler bile bir taraf olma hâlidir. Her bireyi birer tüketiciye indirgeyen sermaye hegemonyasında, tüketmeme ya da ne tüketeceğini seçme hakkını kullanmanın yaratabileceği etkiyi boykot günlerinde deneyimledik. Bu hakkı kullanmanın kriminalize edilişinde, sermaye sahiplerinin korkusunu gördük.
İşte bu yüzden her lokma, başka bir dünyanın mümkün olup olmadığı üzerine bir sorgulamaya dönüşebilir. Ve belki de gerçek dönüşüm bu sorularla gelir.