Fransız Devrimi’nin getirdiği “eşitlik”, “özgürlük”, “insan hakları” gibi değerleri kendine rehber edinmiş ülkelerden biri de Türkiye Cumhuriyeti’ydi. Nitekim getirdiği fırsat eşitliği Cumhuriyet’in en büyük kazanımlarından biriydi. İnsanlar eşit özelliklerle doğmayabilirdi ama eşit fırsat hakkına sahiptiler. Isparta’nın köyünden çıkıp gelen Süleyman Demirel’i, Malatya’nın bir kasabasında doğan Turgut Özal’ı cumhurbaşkanlığı makamına kadar taşıyan da kadınlara bütün Avrupa ülkelerinden önce seçme ve seçilme hakkı veren de buydu.
Çocukluk yıllarını böyle bir dönemde geçirdiğini söyleyen Yazar Ayşe Kulin diyor ki: “Çocukken sınıfımda bir tarafta Koç’un bir tarafta kapıcının çocukları otururdu ve bu müthiş bir şeydir.”
Osmanlı’da kadın hakları…
Kulin ile Cumhuriyet’in bir başka kazanımı olan kadın haklarını ve eğitimdeki dönüşümü konuşuyoruz. “Cumhuriyet kadını” olmanın ne demek olduğunu ve Osmanlı’daki köklerini anlatıyor, ardından da ekliyor: “Bugün Osmanlı’ya meraklılar… Peki, biliyorlar mı bütün Müslüman dünya içinde, kadına ilk hakkın 1841 yılında Osmanlı’da verildiğini?
Çarşaflı kadınların eylem yaparak iş hayatına başladıklarını… Abdülmecit’in kızının eğitim almak için oğluyla camide yan yana oturduğunu… O dönemde sadece Abdülmecit değil bütün erkek aydınlar, kadınlara eğitim verilmesi gerektiğinin farkındadır. Çünkü bir insan tek bacakla yürüyemez. Tek bacağı kalanlara protez takıyorlar, yürüsünler diye. “
“Şu an cehalet ve kötülüğün işgali altındayız”
Bugünkü Türkiye’de kendini en çok yaralayan durumun cehalet ve ahlaksızlık olduğunu söyleyen Kulin, “Biz çok daha kötü bir durumda, işgal altındayken bütün halk olarak buradan çıkabilmiş bir milletiz. Şu anda hiç olmazsa düşman işgali altında değiliz ama cehalet ve kötülük işgali altındayız.” diyerek ekliyor: “Daha önce o itibarlı Türkiye’yi kurabildiysek yine yaparız”
Cumhuriyet Söyleşileri Ayşe Kulin ile devam ediyor…
Ayşe Kulin için Cumhuriyet değerleri ne ifade eder?
Benim Cumhuriyet değerleriyle tanıştığım ilk diye kabul ettiğim bir gün var; herhalde birinci ya da ikinci sınıftaydım. Çünkü tarih, coğrafya, din bilgileri bizde dördüncü sınıfta başlardı. O yaşa gelene kadar zaten çocuk aklı bazı soyut kavramları kavrayamayabiliyor.
Yazı, aritmetik, tabiat bilgisi filan öğrenirdik. Bayramdı. Öğretmenimizle sınıf süslüyorduk. Balonlar asıyorduk, kartondan yıldızlar kesiyorduk. Başöğretmenimiz sınıfa girdi. Ben Ankara (Türk Eğitim Derneği) TED’de okudum bu arada.
“Bu sınıfı niye süslüyorsunuz, biliyor musunuz?” dedi. Bayram var, dedik. İyi de ne bayramı, dedi. Biz de Cumhuriyet Bayramı, diye cevapladık. Bu kez “Cumhuriyet Bayramı nedir, biliyor musunuz?” dedi. Tabii nereden bilelim… Tekrar sordu: “Niye bu kadar seviniyoruz, niye sınıfları süslüyoruz?” diye…
“Mücadele etmeden vatanı teslim edemeyiz”
Bizden yine cevap gelmeyince “O zaman ben size anlatayım aklınızda klasın,” dedi ve bize I. Dünya Savaşı’nı kaybeden tarafta olduğumuz için, diğer kazanan tarafın nasıl bizim ülkemizi işgal ettiğini anlattı. Buna göre, İngilizler İstanbul’u, Yunanlar Ege’yi, Fransızlar Kahramanmaraş civarını, Güneydoğu Anadolu’yu, İtalyanlar, rivieramız olan Akdeniz kıyılarını işgal etmişti.
Oralarda bu ülkelerin bayraklarının dalgalanmıştı ve padişah silahsız ve parasız olduğu için çaresiz kalmıştı. Ancak bir kahraman adam “Mücadele etmeden vatanı teslim edemeyiz” fikriyle yola çıkmıştı.
Bu safhaları bir çocuğun anlayabileceği şekilde anlattı ve “Biz Kurtuluş Savaşı’mızı kazandık, Cumhuriyet’i kurduk.” dedi. Peki, Cumhuriyet ne demekti? Başöğretmenimiz anlatmaya devam etti: “Cumhuriyet, halkın varlığını kabul ederek onun oyu ve fikriyle idare edilecek bir memleket tarzıdır.
Ayrıca Cumhuriyet’in kuruluşuyla biz kadınlara öncesinde ufak tefek verilmeye başlanan haklarımız tam olarak verildi. Erkeklerle eşit olduk, herkes okuyabilir ve okula gidebilir hale geldi.” Gerçekten böyleydi. Okumak herkese açık hale geldi. Okulda benim bir yanımda Koç’un çocukları bir yanımda kapıcının çocukları vardı.
Fırsat eşitliği, tabii müthiş bir şey…
Evet, aynı okulda okuyoruz, aynı bilgiyi alıyoruz. Bu müthiş bir şey… O yıllarda ana mektebi gelişmemişti ancak birinci sınıftan başlayıp üniversite sona kadar herkese aynı fırsat tanındı ve bu arada başaranlar Süleyman Demirel gibi köylü çocuğu da olsalar, Özal gibi bir kasabada bir öğretmen çocuğu da olsalar aynı eğitim olanaklarına sahip oldukları için en yüksek mevki olan cumhurbaşkanlığına kadar çıkabiliyorlar. Tabii biz bu arada fırsatçılığında aynı şekilde değerlendirileceğini henüz bilmiyorduk.
Kadınların Kurtuluş mücadelesindeki rolleri çok etkileyici elbette…
Tabii, savaşın olduğu yerlerde… Biliyorsun savaş her yerde verilmedi, mesela İstanbul işgal edildi ama İstanbul’dan silahlar kaçırılarak Anadolu’ya sevk edildi. Anadolu’da savaşın verildiği yerlere o silahların götürülmesinde, kadınların gece yarıları kağnıların üstüne patates, soğan çuvallarını yerleştirip onların üzerine de uyuyan çocuklarını oturtup o kağnıları ite kaka sevk ettiklerini biliyoruz.
Halk iki gömleği ya da iki çarığı varsa birini çarpışanlara veriyor. Ayaklarında çarıkları bile yok. Askerin ayağında postal yok. Neticede o gün okuldan evime bambaşka bir çocuk olarak döndüm. Benim bir vatanım vardı. Bu vatan ne fedakârlıklarla kazanılmıştı. Haklarım vardı.
Bunu bilerek döndüm ve daha ikinci sınıftaydım. Türkiye Cumhuriyeti’nde eşit haklara sahip olan bir kız çocuğu olarak gurur duydum. Yani Cumhuriyet ile ilgili bilgiler bana evimde değil, okulda verildi. Evimde verilenler sorumluluklarımla ilgili bilgilerdi.
“Bu sefer savaşı silahlarla ve kurşunlarla değil kitaplarla yapacağız”
Eğitimden söz edince, bu alanda verilen mücadelenin Kurtuluş Savaşı ile eşdeğer olduğunun altını çizmek lazım, sanırım?
Kurtuluş Savaş etap etap devam ediyor ve en sonunda 30 Ağustos’ta bitiriyoruz. Düşman kaçmaya başlıyor, ordu toparlanmaya başlıyor ve yavaş yavaş İzmir’e doğru yola çıkıyor. Sonra da biliyorsun, 9 Eylül geldiğinde Yunanlar da artık bekleyen gemilere kaçacaklar.
Artık Manisa’da son çadır toplanıyor çünkü ertesi sabah İzmir’e yürüyecekler. Atatürk, erini çağırıyor ve diyor ki: “Oğlum, yerde kitaplarım var. Bunları bir kutuya koy, İzmir’e getir. Neredeysem beni bulur, odama getirirsin,” diyor. Eri, kutu olmadığını söyleyince, “Ne demek, kutu yok? Yerde görüyorum kutuları,” diyor. Er bu sefer, “Onların içinde silah ve kurşun var,” diyor.
Atatürk, kurşunları döküp yerine kitaplarını koymasını isteyince er, “Komutanım, olur mu? Neyle savaşacağız. Gene savaşırsak ne yapacağız?” diyor. Atatürk’ün orada söylediği söz şu: “Evet, gene savaşacağız. Dediğin gibi hemen de savaşacağız ama bu sefer savaşı silahlarla ve kurşunlarla yapmayacağız. Kitaplarla, kalemlerle, kâğıtlarla savaşacağız ve cehaleti yeneceğiz.” Bak, burada başlamıştır bu devrim.
“Meclisin çıkardığı ilk para camilerin tamiri için…”
Cumhuriyet’i kurduktan sonra, parası pulu olmayan, üstünde dumanı hâlâ tüten bir Anadolu… Aklına gelebilecek her hastalık; sıtma, verem, dizanteri, cüzzam, frengi, bit… Hasta olmayan Allah’ın bir kulu kalmamış. Yiyecek ekmek yok. Tarlalar yanmış, yakılmış. O camileri yaktılar diye hikâyeler anlatıyorlar ya seçim kazanmak için, o camileri Yunan kaçarken yakmış ve Büyük Millet Meclisinin ilk çıkardığı para, camilerin tamiri için; ikinci olarak ise eğitim içindir. O nedenle bu ikisinin üzerinde çok duruyorum.
“Kıvılcımlar gibi gidin, meşaleler gibi dönün”
Benim babam Atatürk’ün “Kıvılcımlar gibi gidin, meşaleler gibi dönün,” diye beş parasız bütçesinden ayırıp ülkeye ilim irfan getirsinler diye dışarı okumaya gönderdiği genç adamlardan biridir. Mühendis mektebini dereceyle bitirdiği için Almanya’ya ihtisasa yolluyor babamı. Türkiye’ye müzisyen lazım diye, Adnan Saygun’u Paris Konservatuarı’na yolluyor.
Sanatı düşünüyor. Sadi Irmak’ı doktor olmak istediği için Fransa’ya gönderiyor. Bu adamlar hakikaten kıvılcımlar gibi gidip meşaleler gibi döndüler. Hatta kısıtlı dil bilgileri ve paraları ile korkuyla gidiyorlar. Atatürk onları meşaleler gibi geri getirdi ve o adamların yarattığı Türkiye, muhteşem bir Türkiye’ydi. Benim çocukluğum onların emeklerinin filiz vermeye başladığı yıllara rastlar.
“Cumhuriyet devrimleri olmasa bugün camide beş vakit ezan okutamazlardı”
Şimdi?
Şimdi Cumhuriyet kazanımlarını göz ardı etmemize imkân yok. Cumhuriyet kazanımlarını, hâlâ cübbe ve sarıkla, Ortaçağ kurallarıyla yaşamaya çalışan insanların artık kavrayabilmesi lazım. Hakikaten kavrayabilmesi lazım… Eğer o Cumhuriyet devrimleri olmasaydı, o Savaş verilmeseydi ve o devrimler olmasaydı, bugün camide beş kere ezan okutamazlardı. Belki insan hakları öyle gerektirdiği için cumadan cumaya okunurdu. Onu da bilsinler. Bu memlekette günde beş vakit ezan okunuyorsa bunu Cumhuriyet devrimlerine ve Atatürk’e borçlular…
Peki ya kadın meselesi?
Bilmiyorlar. Kendilerini bilgiye kapatmışlar. Bir kere Kuran okuyorlar. Kuran Arapça… Arapça biliyorlar mı? Bütün o başında imam sarığıyla dolaşan kişiler Arapça biliyorlar mı?
Mümkün değil ki… Okuyabilirler ama bir ilahiyat profesörü kadar anlamına vakıf olmaları mümkün değil…
İlahiyat profesörlerinin de bir kısmı belki biliyordur çünkü oraya başka nedenlerle atanan profesörler var. Onlar da bilmiyordur. Arapça’yı bir Arap gibi anlamak da çok zordur hatta Kuran’ın Arapçası eski Arapça’dır. Aramice’ye dayanır. Biz nasıl bugün eski Türkçe’yi anlamak da güçlük çekiyorsak günümüzdeki bir Arap da Kuran’ı okurken aynı şekilde zorlanabilir. Dolayısıyla okuyor ama okuduğunu anlamıyor. Ona birisi, bunun anlamı şudur, diyor ama o söyleyen de o Arapça’yı bilmiyor. Yani bir bilmezlik içinden gelen bir güruh var.
“Biliyorlar mı ki bütün Müslüman dünya içinde, kadına ilk hakkı Osmanlı vermiştir”
Şimdi bu güruh Osmanlı’ya çok meraklı… Peki, biliyorlar mı ki bütün Müslüman dünya içinde, kadına ilk hakkı Osmanlı vermiştir, 1841 yılında… Benim doğum tarihimden yüz yıl önce olduğu için bu kadar net biliyorum tarihi. İlk defa Müslüman kadınına, kadı önünde evlenme hakkı veriliyor.
O tarihe kadar kadın ve erkek ayrı odalarda bulunuyor hatta ayrı evlerde dahi bulunabiliyor. Yeter ki bir hoca gelsin, duasını okusun ama biraz daha eğitim görmüş ailelerde karı koca yan yana oturuyor. Hoca da duasını okuyarak onları evlendiriyor. Sonra gönlü geçiyor kadından ya da istediği gibi çıkmıyor çünkü öncesinde kadını görme hakkı yok.
Sonuçta kadına beyaz kağıdı verdi mi kadın bohçasını toplayıp baba evine dönüyor. Dört kadın alma hakkı var ama dört kadını besleyip giydirmek, bakmak, çocuğuna bakmak, herkesin yapabileceği bir şey değil. Halk her zaman fakir… Onun için ikinci kadını aldı mı birinci baba evine… Onun için bitmeyen bir baba evine dönmüş kızlar ordusu var.
Kadına nasıl haklar veriliyor?
Dolayısıyla kadı önünde nikâh hakkı gelince, kadı senin haklarını yazıyor. Böylece suçsuz yere evine yıllanıyorsa erkek, kadına bir para ödemek belki bir ev tutmak zorunda kalıyor. Kadının çocukları varsa ona kendi evine bırakmak gibi şartlar, kadı huzurunda işleniyor, mühürleniyor, parmak basılıyor. Kocası boşanmak istediğinde kadının hakları korunmuş oluyor.
Bu Osmanlı İmparatorluğu’nda 1841 yılında doğmuş. Aradan geçiyor kısa bir zaman, sanırım 1856’da kadının mirastan pay alma hakkı doğuyor. Gene ilk defa İslam dünyasında Osmanlı İmparatorluğu bunu mümkün kılıyor. O güne kadar kadının isimleri bile yok Arabistan’da, biliyorsun. Birinci, ikinci, üçüncü, diye adlandırılıyor. Zaten “Rabia” da oradan geliyor. Dördüncü, demek olduğu için el işareti o şekilde yapılıyor. Sayıları biliyorsan kadın isimlerini de biliyorsun.
Kadına miras hakkı…
Miras konusunda da kız çocuğunun hakkı üçte bir oranında kabul ediliyor. Bundan dolayıdır ki Anadolu’da bütün kötü yani verime elverişli olmayan kumsallar yıllar boyu kadınlara kakalanmış. Sonra biliyorsun, Özal Döneminde denize kıyısı olan bütün araziler turizme açıldı.
O dönemde Akdeniz kıyısında arazi sahiplerinin çoğu kadındı…
Evet ve birdenbire Antalya’da, hanım ağalar çoğaldı. Kadın hakları Osmanlı’da bu kadarla bitmiyor. Tarikat liderleri var ya şimdi sağda solda demeç veriyorlar; kızlarla erkekler beraber okumasın diye. Oysa Abdülmecit tesadüfen aynı gün doğan oğlu ve kızını, elinden tutuyor ve ikisini birlikte eğitmesi için hocaya teslim ediyor. Hoca onları caminin içinde yan yana oturtuyor, başka erkek çocukları da var. Aydınlanma Abdülmecit’ten başlamış hatta III. Selim’den başlar.
“Abdülmecit’in kızı, camide oğluyla yan yana eğitim alıyordu”
Abdülmecit çok iyi Fransızca bilen Batı’ya açık bir padişahtır. Sadece Abdülmecit değil bütün erkek aydınlar, kadınlara eğitim verilmesi gerektiğinin farkındadır. Çünkü bir insan tek bacakla yürüyemez. Tek bacağı kalanlara protez takıyorlar, yürüsünler diye. Kadın haklarını yok sayarsan bir milletin bir bacağını kesiyorsun. O zaman bu millet nasıl yürüyecek ve ilerleyecek?
Eğer bir devletsen kadını yok saydığında tökezlersin. Arabistan bu yüzden bir devlet olmadı, aşiretler halinde yaşadı. Yeni yeni toparladılar. Mesela Suudi Arabistan Kralı uyandı ve şimdi onların memleketine bak, buradaki gibi bir ey göremezsin. Oradaki halk içkisini de içiyor, elinde bardaklarla sahillerde de dolaşıyor. Yasak da değil çünkü biliyor ki buna karşı duramazsın. İçki ileri gitmek değil tabii ki ama yasakları kaldırmak ve özgür bir ortam sunmak ileri gitmektir.
Hâlbuki Arap kültürünün aksine bizim topraklarımızın yani Anadolu’nun tarihi kökenlerine baktığınızda kadın çok değerli. Bu da çok önemli, sanırım?
Elbette ve Türklerde de çok değerli… Hakanlar, kadınlarıyla beraber oturuyorlar. Yine Aleviler de Anadolu’nun bağrından çıktıkları için onlarda da çok daha açık fikirlidir, onun için bu kadar sinirine dokunuyor, kendini Arap zanneden Sünnilerin ve onlar Türk’tür. Türkiye’de doğduysan sen Türk’sün.
“Osmanlı asker ve bürokratını çok iyi eğitti”
Ayrıca Osmanlı’daki kadına tanınan haklardan biri de 1862 yılında açılan ortaokuldur. Kadınlar için ortaokul açılıyor. Derken 1870 yılında bir kadın okul müdürü atıyorlar okula. O kadar iyi bir netice alınıyor ki kadın öğretmenler yetiştiriyorlar. Şimdi bunları anlatıyorum çünkü Cumhuriyet’i, Osmanlı paşaları kurdu. Atatürk bir Osmanlı paşasıydı.
Bu eğitimden gelmeselerdi bu Cumhuriyet’i kuramazlardı. Atatürk ve yanındaki paşalar, Osmanlılardan gördükleri ile yetiştiler çünkü Osmanlı askerini ve bürokratını çok iyi eğitti. Bu konuda hiçbir şeyden kaçınmadı. Enderunlar fevkalade donatıldı. Dışarıdan da komutanlar getirtildi, askeri tarih öğrenmeleri için. Benim dedem de oradan yetiştiği için biliyorum. Atatürk o kadar bilgili bir adamdı ki Sakarya Zaferi’ni kazanmasının bir sebebi de askeri tarihi çok iyi bildiği içindir. Her şeyi hesaplamıştır.
Ya da Halide Edip gibi bir kadın yetişebiliyorsa bunun bir kökeni olmalı, sanırım?
Tabii… Osmanlı İmparatorluğu’na, Cumhuriyet’in kuruluşunun temeli olduğunu göstermek için girdim. Yani günümüzde Osmanlı İmparatorluğu’ndan örnek alacak olsalar bu kadar geri, bu kadar yobaz, bu kadar cahil olamazlar. Zaten diğer türlü İmparatorluk 600 sene sürmezdi ama yanlışlar yapılmasaydı yıkılışı da öyle olmazdı çünkü zaten imparatorluklar devri bitti. Bunu da bilsinler.
Dünyada imparatorluk diye bir şey kalmadı. Aynı yıllarda Avusturya İmparatorluğu da Osmanlı İmparatorluğu da çöktü. İngiltere kaldı ama o bir imparatorluk değil, sembolik olarak sarayında oturan ve onlara çok fazla turist getiren bir müessesedir o. Devlet işlerine burunlarını sokmuyorlar. Bununla beraber İngiliz milleti onlarla çok iftihar ediyor. Sadece bir geleneği temsil ediyorlar.
1914’te üniversiteye giren kızlar…
Kadın meselesine dönersek, Balkan Savaşı’ndayız. Osmanlı her cephede savaşmaktan perişan bir halde; evde erkek kalmamış. Babalar, dedeler, amcalar, dayılar, abiler savaşta… İstanbul’dayız. Şehirde açlık var. Bir ilan çıkıyor, telgrafhaneye eleman aranıyor. Kadınlar başvuruyorlar çünkü yaşamak ve eve ekmek alabilmeleri için çalışmaları lazım. Erkekler yok.
Bir de ortaokulları açıldığı için okudular ya çalışabilecek düzeyde yetişiyorlar. Bu arada dernekler de kurmuşlar. Kadın böyledir; erkek gibi değildir, kadına elini verirsen kolunu da ister. Onun için okuryazar olduktan sonra kendileri için köşe istiyorlar. Gazetede köşe yazarı oluyorlar. Yetinmiyorlar, kendileri gazete çıkarıyorlar ve bunlar sadece yemek veya moda değil; eğitim ve özgürlükler üzerine laflar ediliyor.
Saray dışında hali vakti yerinde olan aileler de daha iyi koca bulsun diye kızları özel hocalarla eğitiyorlar ama tabii ne sebeple olursa olsun eğitim aldıkları için dışardan gelen kadın hareketlerini de takip ediyorlar ve kendileri için de istiyorlar. Mesela 1914’te üniversiteye giriyorlar. Önce hoca dersi veriyor, çıkıyor. Sonra üç dört entelektüel kız geliyor, hoca yeniden anlatıyor. Sonunda baktılar ki böyle zor, bu sefer erkekler önde, birkaç sıra arkada kızlar oturuyor ve ders dinliyorlar.
Postane önünde çarşaflı kadınların eylemi…
Peki, telgraf dairesindeki iş?
Tabii önce reddediliyorlar. Müslüman kadın çalışamaz, deniyor ama itiraz ediyorlar çünkü erkekler yok ve açlıktan ölüyoruz, diyorlar. Çanakkale Savaşı’nda çok Yahudi, Ermeni, Rum askerimiz hayatını kaybetmiştir ama bu olayın yaşandığı dönemde gayrimüslimler askere gitmediği için gayrimüslim kadınların eve ekmek götürmek gibi bir sıkıntıları yok.
Dolayısıyla Müslüman kadınlar kurdukları dernekte bir sabah toplanıyorlar ve Sirkeci’deki postane binasının kapısının önüne gidip merdivenlere, siyah çarşaflarıyla yan yana oturuyorlar. Bütün kapıyı işgal ediyorlar. Tabii üzerlerine basıp geçemeyecekleri için kalkmalarını istiyorlar ama kadınları bir türlü kaldıramıyorlar.
Kadınlar eylem yapıyor yani?
Tabii, zabıta çağrılmasına rağmen hiç yerlerinden kımıldamıyorlar. O dönemde Müslüman kadınlara dokunmak yasak olduğundan, zabıtalar kollarından tutup kaldıramıyorlar da… Sonunda çaresiz postanenin idaresinden biri geliyor ve dertlerinin ne olduğunu soruyor. Birkaç kişi çıkıyor yukarıya, aç oldukları için çalışmak istediklerini söylüyor, dertlerini anlatıyorlar ve istekleri kabul ediliyor.
İlk temizlik işçileri olarak, baştan aşağıya erkeler gibi pantolonla üniforma giyip kafalarına da kep takarak çalışıyorlar. Yani haklarını söke söke almışlar. Bu haklar Osmanlı’da kazanılmış ve Cumhuriyet kurulduktan sonra da daha Avrupa’da olmayan bütün haklar kadına verilmiş, yetmemiş 1930’lu yılların başında seçme hakkı, 1934’te de seçilme hakkı verilmiş.
İsviçre’de o dönemde kadın kocasının vasi olmasından yeni çıkmış, seçme seçilme hakkı zaten yok. Bu kadar erkek egemen bir dünyada yaşıyoruz, sadece Müslümanlar değil özellikle Katolik Hristiyanlar da çok erkek egemendir. Dolayısıyla biz kadınları ancak Cumhuriyet kanunları korur.
“Başı bağlı kadınlara seslenmek istiyorum”
Başı bağlı derken asla küçümsemiyorum. Üniversite yıllarında başı bağlı kızların okula alınmamasına çok karşı biri olarak söylüyorum. Hatta Hülya Avşar, programında bana bunun bir siyasi simge olduğunu söylediğinde dedim ki: “Velev ki siyasi simge… Üniversiteye gelmiş bir çocuğun siyasi görüşü doğrultusunda hareket etmek de hakkıdır.
Üniversite dediğiniz, lise ve ilköğretim okulu değildir.” Şimdi benim canımı son derece sıkan şu ki biz bu yollardan kolay gelmedik. Burada bir söyleşi süresinde anlatıyorum ama o kadar kolay olmadı bunlar. Yüz, yüz elli yıllık bir mücadeleyi konuşuyoruz. Şimdi bunlara dilini dahi anlamadığın, hocanın da yanlış bildiği, yorumladığı Kitap’ın söylediklerine dayandırarak karşı çıkıyorsun.
Muhammed Peygamberimizin eşi Hatice Ana’mız, bir tüccar ve kervanları var. İlk Müslüman olan kişi olarak iftiharla anlatıyoruz. Kadın o kadar önemsenmiyor ve yok sayılıyorsa adını niye analım ki… Şunu söylemek istiyorum, kadın ticaret yapabiliyor. Nokta.
“Önce Müslümanların tarihini okusunlar”
O dönemde korumak maksadıyla evlendiği başka bir karısı, Arapların çölde ayakları yanması diye giydikleri, “yemeni” dedikleri ayakkabıyı imal ediyor. Demek ki imalat yapabiliyormuş kadın. Peygamberimiz vefat ettiğinde, benim de adını taşıdığım Ayşe Ana’mız devesine biniyor, çöle gidiyor, kumandan olarak savaş idare ediyor Bir kadının savaş dahi idare ettiği bir zamandan bana kimse kadınlar evlerinde otururdu, diye kimse masal okumasın. Önce kendileri Müslümanların tarihini okusunlar. Ondan sonra bu sözleri söylemeye cesaret etsinler.
Dünyanın hiçbir dininde önceleri, erkek egemen bir dünya olduğu için kadınlara hakları verilmemiştir. Ben sekiz torunu olan biriyim. Sen daha dört, beş yaşındaki soyut kavramları tanımayan çocuğun kafası bu gibi şeylerle yıkayamazsın. Her şeyin bir zamanı vardır. Her ailenin bir dini ve değerleri vardır. Kendi değerlerini ve dinin çocuk evde öğrenir.
Sonra yaşı geldiği zaman, derinlemesine öğrenmek istiyorsa o konuda tahsil yapar. Türkiye’de bu kadar çok kadın cinayetlerinin olmasının nedeni de bu. Çünkü kadınlarla bir arada büyümüyorlar. Ben 1941 doğumluyum ve erkek arkadaşlarımızla birlikte okurken, onlar bizim sadece arkadaşımızdı. Kızlar, erkekler birlikte arkadaşlık ederken cinsel duygular filan kabarmıyordu. Belli bir yaşa geldikten sonra herkesin seveceği, gönlünün düşeceği insanlar olabilir ama bu da ister kafanı kapat ister kapatma zaten olacaktır.
Yani giderek kadın erkek arasındaki ilişki sadece cinsellikten ibaretmiş gibi bir algı yayılıyor?
Evet, bir de Allah insanı çiftleşsin ve çoğalsın diye de yarattı herhalde ki bu duygular var. Doğamızın gereği ve bu duygular ayaklandığı zaman, sen kadın erkek arkadaşlığını bilmeden büyüyen, onları görünce kontrolden çıkıyor. Bütün bunlar sapıklıklara, hastalıklara, ölümlere, kavgalara neden oluyor. Birinin bu insanlara önce tarihi sonra da dinler tarihini okutmasını lazım. Efsaneleri de gerçek sanıyorlar, efsaneler gerçek değildir ama seni kavramlara yaklaştırır.
Zaten meselemiz burada başlamıyor mu?
Tabii, kavramların kelimelerin anlamları üzerine düşünmüyoruz, sonra da efsaneleri ve masalları gerçek sanıyoruz. Bir şey daha söyleyeyim; bu yayın programlarıyla devam ettikçe, biz daha da kötüye gideriz. Birkaç programın dışında sabahtan akşama kadar televizyonda sadece kavga seyrediyorum. Kadınlar yemek yaparken birbirlerine yapmadıkları, etmedikleri hakaret kalmıyor. Hâlbuki o Anadolu hanımefendileri, ikrama çok önem verirler, doyurmak isterler ve nezaketleri çok güzeldir.
Bir kere Erzincan’a gidecek oldum, geleceğimi duyunca sabah kalkmış börekler açmışlar, gözlerime inanamadım. Öyle zarafetle misafir ağırladılar ki… Dedim ki “Hanımlar beni çok utandırdınız. Ben İstanbul’da anneme gidip Erzincan’dan misafir geliyor, sabah kalk yemek yap desem, yapmaz.” Dolayısıyla Anadolu’nun bir zarafeti vardır. Bu programlara bakıyorsun, öyle çirkin ki…
Öte yandan bakıyorsun ördek dudaklı kızlar birbirini yiyor. Kötülüğün marifet olduğu, her gün gösteriliyor. Bu çok yanlış bir tutum… Bütün bu bayağılıkları gösteriyorlar ama ondan sonra bir tane sigara dumanını veya içki bardağını kapatacağız diye takla atıyorlar.
Cumhuriyet kadını olmak…
Peki, “cumhuriyet kadını” dediğimiz bir tabir var. Ne demektir ve sizce Cumhuriyet, kadınlara nasıl bir misyon yüklemiştir?
Cumhuriyet’in ilk kuşağı kesinlikli bir misyon yüklenmiştir çünkü yoktan, olmayan bir kitleden bir ülküyü gerçekleştirmeyi amaçladılar, dünyayla yarışa girebilecek bir toplum oluşturmayı istediler ve bunu başardılar. Atatürk’ün eğitime verdiği önem sayesinde ve çok doğru milli eğitim bakanları seçtiği için başardılar. Birkaç efsane milli eğitim bakanımız var. Bana sorarsanız sonuncusu Hasan Ali Yücel’di. Mustafa Necati de efsanedir. Şu anda adını hatırlayamadığım başkaları da bulunuyor.
Kadınların eğitimine önem verilmesiyle başarıldı. Yazın gökyüzünde bir yıldız çıkar ve sonra sen daha farkına varamadan bir bakarsın, gökyüzü milyonlarca yıldızla kaplanır. Bu konu da öyle… Bir avukat kadın, bir hekim, bir öğretmen derken bütün mesleklerde kadınlar yer almaya başladı. 1970’lerin ortasına gelene kadar Türk kadının Avrupa’ya oranla yuvadan başlayarak üniversiteye kadar eğitim alanına katkısı yüzde 70’ti.
Banka, finans sektöründe kadın çalışan oranı yüzde 60’tı. Eczacılar yüzde 50, hekimler yüzde 40 ve en düşük mühendislikte yüzde 25’ti ve bu oranlar Avrupa’da yoktu. Bu, Türk kadınlarının iş hayatındaki yeri açısından müthiş bir rakamdı.
Toplumdaki yaşam kültürü açısından öğretmen okulları da etkili oluyor, galiba?
Tabii, Anadolu’da okuryazarlık oranı yüzde 10 ama onların da çoğu Rum, Ermeni, Yahudi. Çünkü kendi insanını eğitmemiş. Sadece bürokratını ve askerini eğitmiş ama İmparatorluğun kapsadığı alanlarda gayrimüslimler kendi çocuklarını ilkokullarda eğitmişler.
Niye gitmemişler çünkü “hoca sınıfı”na dâhil olmuşsan askere gitmiyorsun, vergi de vermiyorsun. Hoca sınıfı çok önemli çünkü hastalanan bile doktor yerine okunmak için hocaya gidiyor. Bütün köy, kasaba halkı onları beslemekle mükellef, toplumda el üstünde tutuluyorlar.
Cumhuriyet hoca sınıfının düzenini yıktı
Paradan da öte o itibar çok önemli sanki?
Ama itibarı yanlış yerde buluyorlar. Cumhuriyet bu düzeni yıktı. Cumhuriyet, bütün köy çocuklarını okullu yaptı. O köy çocuklarından mühendisler, iktisatçılar, hâkimler doğdu. Bütün bizim politikacılarımız, devleti idare edenler, Anadolu’nun orta kısmındaki köylerden okula gidenlerden hayat bulmadır. Artık yani itibarlı olmak için Kuran ezberlemek zorunda değil.
Bu köy çocukları, vali olmuş, kaymakam olmuş, idareci olmuş, devletin kurumlarında görev almışlar. Şimdi bu okuyan takımın yanında maalesef hazıra konmaya alışık kitleler var. Burada da asıl mesele FETÖ gibi zavallı maşalar değil, onları organize eden eldir. Biz o elden yakamızı kurtarmalıyız. Ne kadar aptal olursan, ne kadar bilgisiz ve cahil olursan seni o kadar iyi idare ederler. Uyanmazsın ve gururun da olmaz.
“Okullarda Milli Mücadelemizi öğretmiyorlar”
Cehaletin kırılması sadece okula gitmekten ziyade okumakla mümkündür, diyebilir miyiz?
Benim yazlıkta genç, ortaokulu bitirmiş liseye gidecek yakından tanıdığım bir komşu çocuğu benden bir kitap istedi. Özellikle benim yazdığım kitaplardan birini… Ben de “Peki, sen ne tür roman seviyorsun?” dedim.
“O ne demek, dedi” Açıkladım, romanın türleri var; aşk romanı, tarihi roman, polisiye roman… “Ben ilk defa okuyacağım” dedi. “Sen hiç roman okumadın mı?” dedim. Düşün ki liseye başlayacak.
O zaman “Veda” romanımı vermek istedim çünkü annemi de tanıyor, ailemden bahsettiğim için yakınlık duyar ve daha çok okumak ister, böylece okumaya alışır diye… Kitabı verirken “Burada işgal altındaki İstanbul’u da okuyacaksın” dediğimde, “Ne işgali?” diye sordu.
Çocuk ne İstanbul’un işgalini ne de Kahramanmaraş, Gaziantep veya Şanlıurfa gibi şehir isimlerinin nereden geldiğini biliyordu. Hiç merak etmemiş. Tarih, coğrafya okuyup okumadığını sorduğumda ise “Ben sayısal okuyorum” dedi. Ama öğrendim ki ne sayısal da ne sözel de çocuklarımıza bizim milli mücadelemizi okutmuyorlar. Milli bilinci olmayan birinden ne bekleyebilirsin ki!
Hafızamız siliniyor yani?
Evet ve milli bilinci olmayan bir insanın seçime gitmesinin de bir manası yok.
Peki, sizce nereye gidiyoruz?
Çok klişe gelecek, ben söylerken utanıyorum ama hakikaten aptallaşıyoruz, köleleştiriliyoruz. Bu nasıl olur? İşte böyle tarikatların avucunun içine oturup düşünmemekle ve biat etmekle olur.
Neden? Mesele sadece yönetmesi kolay bir halk yaratmak mı?
Evet. Kimse halkın uyanmasını istemez. Dünyanın her tarafına bak. Ülkeler ancak karıştırarak idare edilebilir. Türkiye çok önemli madenlere ve zenginliklere sahip ve onlar bunu bizden daha iyi biliyor. Burada güçlü bir Türkiye varsa diş geçiremez.
Nitekim Irak’a asker yollamamanın cezasını ödüyor olabiliriz. Ortadoğu’da karıştırmadığı ve mahvetmediği memleket yok. Herkes birbirine düştü. Bunu da İslam’ı kullanarak yapıyor. Ben çok çok iyi hatırlıyorum, bu başörtü kavgalarını… Birdenbire neden başörtüsü kavgası çıktı ki…
“Tereciye tere satıyorlar”
Bir gün yazar olarak davet edildiğim bir öğlen yemeğinde, Amerikan konsolosu bir hanım da vardı. Masada da kendine göre Türkiye’nin isim yapmış kadınları oturuyordu. Amerikalı konsolosu bize yeni geldiği Müslüman ülkeden bahsediyor ve kadınların orada başlarını örttükleri için ne kadar rahat ettiklerini anlatıyordu.
Dedim ki: “Tereciye tere satıyor bu kadın! Müslüman olan bize Müslümanlık dersi veriyor ve bunda bir gariplik var.” Anlatabiliyor muyum, art niyet vardı. Kanaat önderi olabilecek Türk kadınlarını oraya toplamış ve alttan alttan işlemeye çalışıyor. Ben bunu yutmam ama diğer zavallı yutar çünkü onun eğitimi yok. Kendi tarihini bilmiyor.
Ya da çok daha acısı maddi çıkarlar için göz yumar?
Aynen. Bir de cebine para doldurduğunda senin ruhunu esir alıyor. Ben buna karşıyım. Ben bir Cumhuriyet kadınıyım ve çok özlüyorum kendi büyümüş olduğum yılları.
Peki, gelecek nesil için umut edecek ne var?
TED Koleji’ndeki öğrenciler için konuşma hazırlarken çok düşündüm, onlara ne söyleyeyim diye. Bir de tabii çok ayrı bir kuşak… Ben de onlarla birlikte mezun olacağım önümüzdeki sene çünkü ben konuşurken uyuyorlar. Kötülüklerinden değil başka bir kuşak oldukları için. Dinleyemiyorlar. Nesilleri kabul etmek lazım. Ben koleje giderken de anneanneme benim hayatım garip geliyordu.
Onların elinde bir alet var ve bütün dünya onun içinde. Öğrenmek istediği her şey için ona bakıyor. Bir şey yazmalarını istediğimde yazamıyorlar da çünkü kalem tutmayı bilmiyor. Bu nesle de kötü veya aptal deyip eleştiremezsin, bu nesil de böyle… Kötü anlamında değil ama değişik… “Yarın Yok” kitabımda bunu anlatıyorum. Bu nesil beni yirmi dakika dinleyemez.
Peki, anlattığınız Cumhuriyet değerlerini bugüne nasıl uyarlarız?
Bugünün iletişim yöntemleri ve araçlarını çok iyi bilerek… O teknoloji var ama ahlakı kaybettik. Ahlakı kaybetmemizin bir nedeni de medya araçları…
Tabii, herkesi toplayıp bir eğitimden, kurstan geçirelim gibi bir şey değil, bu bir süreç…
Eskiden güzele özenirdik, şimdi edepsizlik özenilecek şeyler olarak öne çıkarılıyor. İnsanların birbirlerine ağza alınmayacak laflar etmesi özendiriliyor. Siyasilerin söylemlerinden televizyondaki programlara kadar, her yerde… Artık halı ayağımızın altından kaymış durumda.
Ben konuşma yaptığım zaman çocuklara “Önce iyi insan olun” derdim. İyi insan bir şey yapamıyor ki, oturduğu yerde kalıyor. Bugün iyi insanın ne hale geldiğini gördük. Demek ki iyi insan olmak günümüzde şart değil.
Gücün kaynağını sorgulamamız gerekiyor, sanırım?
Ama iyi gücü getiremiyorsun. Sen de onun silahlarınla hareket etmek zorunda kalıyorsun. Ne demiş Beckett: “Düşmanın silahlarıyla savaş.” Düşmanını silahlarıyla savaşmayınca yenemiyorsun.
“Bütün dünya Makyavelist oldu”
O zaman paradoks başlıyor, galiba? Aynı yöntemi kullandığında sen de kötülüğe doğru evriliyorsun…
Maalesef evet. Bütün dünya Makyavelist oldu. Çok acı bir şey…
Böyle bir tabloda edebiyat nasıl şekillenir sizce?
Şu anda kendi ülkemden söz ediyorum; diğer ülkelerde böyle değil. Artan kitap fiyatlarıyla zaten çok okuyan yazan bir ülke olmadığımız için çok zor. İnsanlar bu ekonomik durumda ince bir kitaba seksen lira vermez. Türkiye’de yayınevleri kan ağlıyor. Birkaç yazar daha kaç sene satar, bilmiyorum. Zaten yazıların çoğu tabletlerden okunur durumda.
En azından daha az ağaç kesilir, diye düşünüyorum. Gerçi bunun için kesilmezse başka şey için yine kesilir çünkü korkunç bir tüketim var. Bu konuda dünyada sistemde bir çarpıklık var ve biz de dünyayı taklit ediyoruz. Bu sistem değişmedikçe zaten hep böyle olacak. O yüzden “Yarın Yok” da dünyanın sonunu getirdim. Gelmesi lazım ki yerine yeni bir şey gelsin.
Ben tabii kendi gözlüğümden Türkiye’den bakıyorum. Ama dünya da iyiye gitmiyor. Avrupa birbiriyle yüz yıl savaştı sonra Avrupa Birliği’ni kurdu tekrar aynı şeyleri yaşamamak için. Biz de bu akla geleceğiz ama önce halkı eğitmemiz gerekiyor. Her şeyin başı eğitim. Eğitim olmadığı zaman ahlaklı bile olamıyorsun.
Hep kötü bir tablodan bahsettik…
Sen bir “Grand Final” ile bitireyim istiyorsun ama başaramıyorum sanırım.
“Biz çöken Osmanlı’nın ardından o itibarlı Türkiye’yi kurabildiysek yine yaparız”
Mesele popüler biçimde çok büyük laflar edelim değil ancak umut her zaman var…
Benim yaşımda bir insanın başka bir Türkiye’den buraya gelmesi, bu kadar cehalet beni çok yaralıyor. Şunu da düşünüyorum bir taraftan; biz çok daha kötü bir durumda, işgal altındayken bütün halk olarak buradan çıkabilmiş bir milletiz. Şu anda hiç olmazsa düşman işgali altında değiliz ama şimdi cehalet ve kötülük işgali altındayız.
Belki düşman olarak görünür olmadığı için savaşamıyorsun, elini baltanı, tüfeğini eline alıp savaşamıyorsun ama ilkini başardıysak bunu da başaracağız. Çünkü birçok insanın içinde hâlâ sağduyu devam ediyor. Allah böyle gitsin istemez ben buna eminim. İnanan bir kul olarak söylüyorum. Biz çöken Osmanlı’nın ardından o itibarlı Türkiye’yi kurabildiysek yine yaparız.
Dilek Karagöz