Ayrıcalıklı yaşanmışlıklarından bize kalanlar bir yana, yılın her ayının zihnimizdeki karşılığı; sınıflarımızın duvarlarına asılmış panodaki resimlerle, yanımız sıra kültürün bağ ve hasadından kalma görüntülerdir. Bu telaşın içinde ve atlatılan badirelerin bize verdiği esin, yaşamaya hak kazandığımız bir güne başlamak, gerisini gelişine bırakmaktır.
Her birimiz diğerine maraza çıkarıp, mızıkçılık, taşkınlık yaparak, harala gürele hayatın devamı için ne gerekiyorsa eksik bırakmama sözü vermiş gibiyizdir. En tehlikelisi ise bir anda tüm gelişigüzelliğe şartlanmanın dışına atılmaktır. Olan olur, huzursuzluğa gark olacağın bir kovuk içinde, sesini kimseye duyuramayacağın bir yerde buluverirsin kendini.
Benim dertli, küskün ayım mayıstır
Varılır varılmaz güle oynaya kırlarda gezileceği, çiçeklerin saçlara taç olacağı, sevdiceğe uçurtmanın bir ucu verileceği yerde, içim tasa dolar. Ürperir, irkilirim ta başından. Dökülür üstüm başım yapraklarım, ürker zihnimin alacakaranlığında kuşlar. Mayısı ikiye katlayıp, yırtıp atasım gelir ilk yarısını.
O mayıs eskisi ne üstüne geçen aylardan, ne değişen asırdan sevgili dostumu kaybetme dışında bende bir iz bıraktı. Üstelik hemen her yıl Mayıs’ın on üçünde bir felaket bekler oldum.
Mayısın bu günlerinde karlar erir, buzlar çözünür, doruğumdaki kayalar her yanıma dökülüp, bu anılardan kaçacağım tüm yolları tıkar. Örtüsüz, ışıksız, mahsur kalırım.
Bir kez Mayıs’ın o bildik gününde, günlük güneşlik çıktığımız köy yolculuğunda, dağ yamacını dolanan yolda aracımız tipiye yakalanıp dört yanımızı kaplayan karın içinde kaybolma olasılığı belirince şaşkınca başımıza ne geliyor diye düşündüm. Dışına sürüklendiğim zaman bir yandan onu yitirdiğim güne akıp duruyordu sanki.
İlk aklıma gelen örtülen bütün anıların içinde beliren yorgun, terkedilmiş yüzüydü. Hali hazırda karın bir sinema perdesine dönüştürdüğü gökyüzü ve toprağın kadrajında, zorunlu hizmet için gittiği Şarkışla’nın o köyünde kar, kömür ve kül rengi satıhta, ziyaretine gittiğim günkü yürüyüşü ile görüyordum.
Asırlardır sarkıtlar, dikmeler halinde yerleşmiş bu yoksulluğa, değişimin tutsak edilmiş haline, bu taşıl umutsuzluğa varıp varıp kırılalım diye mi gönderdiler bizi diye düşünmüştüm. O köyün hayali surlarından giren oluyordu mutlaka ama asıl işlevi kimseyi salmamaktı herhalde.
Köyün gecesinin de gündüzünün de bekçisi bağnazlıktı. Yakında bir Bektaşi köyü varmış, konuk etmek için çağırmışlar, kim bilir neler geçiyordu aklından, gülümsüyordu anlatırken.
Kaybolduğum bu hüzün sapağında yüzüm nasıl solup gittiyse şoförün kaygılı bakışlarını hissetmiştim. İyi misiniz doktor bey? İyiyim Hasan, sen yoluna devam et, biraz sonra çıkacak güneş, hafif esinti senin, gencecik ebemizin, umutlarınızın, heveslerinizin, aklınıza ne olsa gelmeyecek ölülerinizin iklimi. Sen oraya doğru sür arabayı.