Masallar! Ah masallar! Nasıl da anlatırlar prenses olmayı, nasıl anlatırlar beyaz atlı prensleri? Kaç küçük kızın hayâllerini, kaç genç kızın rüyalarını süsler, bir gün gerçekten bir prenses olabilmek, şansı olmasa da. Hele son yarım asırda, Avrupa hanedanlarına gelin giden asil olmayan halk kızları kim bilir daha nicesini daha ümitlendirmiştir, prenses olmak üzere.
Prenslerle evlenen kızlar her istediğini yapabilmiş midir?
Büyüleyici masalların ardından Hollywood filmleri, pembe romanlar, kraliyet ailesine gelin olmayı yaşam piramidinin tepesindeki o muhteşem sanal dünyayla taçlandırır hep. Ama aslında böyle midir? Prenslerle, krallarla evlenen kızların hepsi, hep sunulduğu gibi, yakışıklı, sıhhatli, sportmen, cesur, romantik, âdil ve eşine âşık bir erkeğin eşi mi olmuştur? Bir kez prenses veya kraliçe olduktan sonra her istediğini yaptırmış, yapabilmiş midir bu kadınlar? Hükümran bir erkeğin eşi olduğu için hep saygı görmüşler midir? Tebâları tarafından sevilmişler midir? Muhteşem tuvaletler, pahalı, eşsiz mücevherlerle süslenip, balolarda arzı endam ettikleri rüya gibi bir hayat yaşamışlar mıdır ölene dek, gerçekten?
Şayet biraz derinliğine Avrupa saraylarında bu titrleri kazanmış kadınların hayatlarına bakarsak, bu ve bu gibi sorulara vereceğimz cevap “Evet” den ziyade “Hayır”oluyor. Evet, genellikle çoğu dünyaya baştan bir kral ve kraliçenin çocuğu olarak ayrıcalıklarla geliyor. Ama bu ayrıcalık aynı zamanda, henüz üç, beş yaşlarındayken bir başka ülkenin kralı veya prensine sözlenmeleri ayrıcalığını !!! da getiriyor. Hâtta çoğu zaman o yaşlarda o komşu ülkenin topraklarına gönderiliyor ve nikahları kıyıldıktan sonra, evleneceği asil erkeğin veya onun kral babasının bir nevî rehinesi olarak kendisine yabancı topraklarda, tanımadığı bir kültürün ve yaşamın içinde, tanımadığı insanlarla büyüyor. Çoğu, henüz ana kuzusu yaşlarındaki bu prensesler, maiyetlerine verilen iki yardımcısı dışında ailesine, memleketine ait ne var ise hepsine hasret yaşıyor. Böylece prensesin ileride baba ülkesinden ziyade kocasının ülkesine bağlılığı kontrol altına alınıyor. Anne ve babasının bir daha prenses üzerinde hiç bir sahipliği ve koruması da kalmıyor.
Mutluluk nadiren gerçek oluyor
Prenses reşit kabûl edilip (bu yaş hepimizi isyan ettiren 14, 15 yaşları olabiliyor) kocası prensin veya kralın yatağını paylaştığı gün ise gerçekten yakışıklı ve romantik bir erkekle buluşmuş olması çok nadiren rastlanan bir gerçek. Burada kralın karısını sevip sevmediğinden bahsetmiyoruz bile. Tamamen politik ve stratejik sebeplerle yapılan bu evliliklerde aşk, şefkât, ilgi, sevgi en son aranacak nitelikler. Genç aristokrat gelin için bu duyguları gerekli görmüyor kimse. Onu şimdiki görevi sadece kocasına bağlı, itaatkâr bir prenses ve geleceğin kraliçesi olarak, tahta ardı ardına varis doğuracak bir üretim aracı olmasıdır. Erkek çocuklar doğuracaktır arka arkaya ki; birilerinin ölümü durumunda muhakkak geride halen daha tahta sahip çıkacak aynı kandan bir prens olsun. Kızlar doğurması çok değilse de ikinci derecede makbuldür. Zira her kız çocuğu da aynen kendisi gibi; üç, beş yaşındayken, bir başka komşunun hükümdarı veya varisi ile nişanlanacak ve kral babasının damada hediyesi olan topraklarla iki ülkenin sulhunu sağlamak üzere sorumluluk alacaktır. Kaldı ki; prensin veya kralın da eş olarak seçtikleri veya kendilerine önerilen kadınları sevmeleri, beğenmeleri falan da gerekmiyor. Ama hanedan erkekleri için bu çok da bağlayıcı değil. Karılarının yanı sıra istedikleri ile maceraya girebiliyor, metreslerinden doğan gayri meşru çocukları isterlerse kabulleniyor, ayrıca çok da sıkılırlarsa karılarını boşayabiliyorlar.
Ateşli romantizm her zaman mümkün değil
Diğer taraftan; genç prensesle, prensin nişanlılık döneminde birbirlerini beğenmiş, bir diğerine ilgi duymuş olması bile onların evliliğini, masallarda okuduğumuz, filmlerde gördüğümüz ateşli romantizmle bezeyemiyor. Bir çok hanedan hikâyesinde gördüğümüz üzere; hamile kaldığı andan itibaren kraliçe artık annelikle kutsandığından, kralın her anlık ‘cinsel aşk ortağı’ olmaktan çıkıyor ve o tarihten itibaren sadece sadece bir sonraki çocuğa hamile bırakılmak üzere kral kendisini ziyaret ediyor.
Kadının seçen, yöneten ve erkeğiyle yaşamı paylaşan kimliğinden uzaklaştırıldığı çağlardan itibaren, seks erkeğe her zaman, kadına ise ‘tanrısal görevinden dolayı’ sadece kocasından çocuk doğuracağı zaman mübah görülmüş. Benim araştırdığım prenseslerin çoğu da; bazen ilgisiz, duyarsız, bazen kaba, hâtta zekâ özürlü, bazen cinsel açıdan yetersiz veya eşcinsel, kimi zaman sadist, sapık krallarla hayatlarını birleştirmişler. Gerçek anlamda bir birleşme denilemeyecek bu tâç ortaklığı aslında taht ortaklığını da kapsamıyor çoğu kez. Prensesler, kraliçe dahi olsa, babalarından getirdikleri varlık kocalarının kontrolunda. Şayet bir gün kendisini aldatan, aşağılayan kralından başka bir erkekte, açlığını çektiği romansı yaşamaya kalkarsa veya dikbaşlılık yaparsa, cezası ya ölüm, en iyi ihtimâlle bir manastıra veya ücrada bir zavallı hayatın çilesine gönderilmek oluyor. Senelerce yatağını paylaştığı, çocuğunu doğurduğu kral tarafından idam edilenler yok değil, Anne Boleyn gibi.
Nedimeleri kralın casusu olan kadınlar
Kraliçenin nedimelerinin, en yakın arkadaşlarının kralın seçtiği ve yönlendirdiği casuslar olması çok büyük bir ihtimâl. Bazı örneklerinde olduğu gibi, şayet kral kocasından boşanabilse dahi, ona getirdiği çeyizi geri alması söz konusu değil, kraliçenin.
Bu yalnızlık, aşağılanmışlık duyguları ve hayatından endişe ile geçirdiği yaşamda kraliçenin en büyük tesellisi çocukları oluyor. Ama onlar da birer birer, küçücük yaşlarda elinden alıp uzaklaştırılıyorlar… kızlar başka ülke saraylarına, erkek çocukları babalarının ve naiblerin kontroluna…
Osmanlı Sarayı’nın sultanları
Küçücük yaşlarda vatanlarından kaçırılıp veya ailelerince satılıp Osmanlı Sarayı’na girmiş, sonra cariyelikten yükselip padişahın kâlbinin yanısıra yönetimde hâkimiyet kurmuş Nakşıdil, Kösem, Hurrem Sultanların, edindikleri onca güce rağmen, nasıl olup da, o çok özlemiş olduklarını, hasretiyle yanıp tutuştukları ana vatanlarına ziyarete gitmek istemediklerini hep merak etmişimdir. Öyle ya, Roxelana diye de bilnen Anastasia Lisowska, yani Hurrem Sultan, Kanuni’ye “Ey haşmetlu sultanım, canpareniz, biriciğiniz Hurrem şöyle bir Ukrayna’ya gitse, anasını, babasını görse, ne dersiniz?” demiş midir acaba? Belki de sahip oldukları güç artık onları bırakıp geldikleri hayata, anılarına soğutmuştur çoktan. Bizim tarihimiz saray kadınlarımızın hikâyelerini pek anlatmaz bize. Onların gizli, özel hayatlarını çok, kimisininkini de hiç bilmeyiz.
Gelelim yakın zaman prenseslerinin hikâyelerine. Hollywood’un “Altın kız”ı iken Monte Carlo Prensi Rainier ile evlenen Grace Kelly, güzelliğinin, zarafetinin ve onca şöhretin ardından bir de yakışıklı prensle evlenince, bir de veliaht prens ve iki prenses doğurunca sanki mükemmel bir hayat için artık hiç eksiği kalmamış gibi görünebilir. Ama onun daha evliliğinin başından itibaren yaşadığı ve dışarıya karşı kamufle ettiği yalnız ve hüzünlü yaşamı çok az insan bilir.
Lady Di… Prens Charles ile evlendiğinde resmi olarak “İngiltere Prensesi” ünvanını almamış olsa da, İngiliz halkının prensesi olarak kâlplerde taht kuran genç kadının hazin yaşamını herkes biliyor. İki veliaht doğurmasına rağmen aşağılanarak, ezilerek, sindirilmeye çalışılarak, aldatılarak, mutsuzluk içinde geçirdiği onca sene ruhsal problemlerle, dayatmalarla yaşadı ve tam mutluluğu bulduğunu sandığı bir esnada öldü veya öldürüldü.
Bir de, evlilik trajedisi, ünvanlarının, beceriksiz ve zalim yönetimlerin, ihtilâllerin hayatlarına mal olduğu prensesler, kraliçeler var tarihte… bir değil, on değil… Marie Antoinette en bilineni. Aradan bir asırdan fazla geçmiş olmasına rağmen, halen daha büyük hüzünle anılan Prensesler; Maria, Olga, Tatiana ve Anastasia’nın tek kabahati son Rus Çar’ının kızları olmalarıydı.
Daha o kadar çok acıklı örnek var ki…
Modern dünyamızda da her genç kızın hayâlinde kendi prensi vardır, olacaktır da. Bu aristokrat ve gerçek bir kraliyet prensi olmasa da. Ama bunun zihinde nasıl şekillendiği çok önemli. Bedenlerinde bir canlıya hayat verecek gücü barındıran kız çocuklarımızı ‘Beyaz atlı’, kırmızı ‘Corvette’li, yazlıklı, yatlı, prenslerin gücüne esir etmeyelim. Öyle bir prens sevdilerse ve sevildilerse yolları açık olsun, mutluluklarla bezensin tabii ki. Ama, gelin, kız çocuklarımızı hayatını kurması, kurtarması için prensini beklemesi fikrinden uzak tutalım. Yaşamdaki güçlerinin prenslerde değil, kendilerinde var olduğunu öğretelim. Kendilerini sevmelerini, kendilerine güvenmelerini, hayâl kurmalarını ve peşinde koşmalarını destekleyelim. Bir erkeğe sırtlarını dayamadan, el avuç açmadan yaşayabilmenin gücünü aşılayalım ki sevdikleri ve sevildikleri için seçsinler hayat arkadaşlarını, yalnız kaldıklarında da yollarına devam edebilsinler tek başlarına. Atın terkisinde olmasınlar, kendi atlarını sürsünler…
Bu dünyayı güçlü, dürüst, şefkatli kadınlar ve böylesi kadınları sevip onlarla el ele tutuşan erkekler kurtaracak.
Hepiniz sevgiyle kalın!