Milli Saraylar’ımızdan, müzelerimizden, ören yerlerimizden eksilen, yok olan, buharlaşan, ya da rutubetli depolarda üst üste yığılıp kaderine terk edilen tarihi eserler konusu yeni değil ülkemizde. Son bir kaç senedir de muhtelief eserler oradan oraya taşınıyor ama nereye gittiğinin, ne olduğunun detayı meçhul görünüyor. Konu çok da uzamıyor. Çünkü artık belli ki, bu iş öyle bir iki sahtekârın işi değil, daha büyük kadrolarla, daha organize yapılmakta. Merak edenlere, konusu tarihi eser olan bilim insanlarına da hiç bir cevap verilmiyor. Yine okuduğum böylesi bir haber üzerine bir taraftan sorularımın cevabını beklerken, diğer yandan Heinrich Schliemann’ı düşünmeden edemedim.
Bende hep karmaşık duygular uyandıran bir isimdir Heinrich Schliemann
Kendisine duyduğum hayranlıkla kızgınlık arasında gider gelirim, her aklıma estiğinde.Truva hazineleri konulu her haberde karşılaşırım kendisiyle. Şimdi bakıyorum da; duygularım hiç değişmemiş.
Schliemann, talebeliğim sırasında bende hep arkeolog olmak hevesi yaratmıştı. Çünkü, hayat hikâyesi, arkeolojinin düş kurmaya ve düşleri kovalamaya en müsait mesleklerden biri olduğunu göstermişti bana. Diğer taraftan, bizim müzelerimizde sergilenmesi gereken Truva hazinelerini yurt dışına kaçırdığı için hırslanır, sinirlenirim kendisine.
Heinrich Schliemann, Homer’in ‘İlyada’ ve ‘Odysea’sını “Mitolojik efsane” diye okuyan diğer herkesten farklı okuduğu için, Truva hazinelerini bulmuştur. O, Homer’in satırlarındaki enigmayı keşfetmiş, tanrı, yarı tanrı, mitolojik karakter ve öykülerinin arasından Truva gerçeğini bulup çıkarmış, Peisistratos’un devrine gömülüp kalmış, gerçekliği sis ardında kaybolmuş Truva’yı gün ışığına kavuşturmuştur.
Schliemann’ı Truva’yı aramaya iten en büyük motivasyon, Hisarlık’ta muhakkak bulacağına inandığı Priamos’un hazineleriydi. Antik Yunan’la ilgili öylesine derin bir muhabbet besliyordu ki; Truva’nın mücevherleri ile bezemeyi düşündüğü kadını, ikinci karısını, Yunanistan’dan, Pire’den seçmişti. Henüz on yedisinde olan Sophia Gengastromenos ile evlendiğinde kendisi kırk yedi yaşındaydı.
Schliemann’ın yaşı ve müthiş serveti göz önüne alındığında, bunun karşılıklı bir çıkar evliliği olduğu şüphesi duyulsa da, Heinrich ve Sophia çok büyük bir aşk yaşadılar. Truva serüveninin başından itibaren kocasına inanarak ona desten vererek motive eden Sophia, Schliemann için antik Yunan’ın tüm özellik ve güzelliklerini bir arada sergileyen bir mabudeydi.
Schliemann, rüyalarındaki maceraya atılmadan önce, serüvenini paylaşacak kadını seçmesi için Yunanistan’daki arkadaşı Theokletos Vimpos’a yazdığı mektupta, aradığı kadında tipik bir Yunan güzelliği ve Homer hayranlığı şart koşmuştu. Ne tesadüf ki; liseyi henüz bitirmiş olan Sophia, Vimpos’un yeğeniydi ve bu şartlara birebir uyuyordu.
TRUVALI SOPHIA
1870 Yılında Sultan Abdülaziz’in fermanıyla Hisarlık’ta başlayan Truva kazısı, Schliemann’ın Homer’e inancında ne kadar haklı olduğunu ortaya çıkardı ve bir müddet sonra Truva hazinesi, Sophia’nın eteklerinde yurt dışına kaçırıldı.
Osmanlı Hükümeti, bu hazineyi geri almak için davacı oldu. Ancak, Schliemann hazineyi iade etmek yerine, elli bin altın frank teklif edecek kadar bizleri tanımıştı! Nitekim, teklifi kabul gördü ve üstüne üstlük kendisine ikinci bir kazı için izin verildi.İkinci kazısında, aklının kalmış olduğu hazinenin diğer bölümünü de toparladı ve onları da kaçırdı.
İlk baskısı 1875 yılında yapılan arşivimin kıymetlilerinden olan kitaplarında Schliemann, kaçırdığı tüm objelerin detay resimleri ve bulunuş hikâyelerini anlatır. Kendi Truvalı Helen’i olarak gördüğü Sophia’sının , Truvalı Helen’in diadem, küpe, kolyaları ile bezediği fotoğrafı da sayfalar arasında yerini almıştır. Bu fotoğrafta, taşıdığı takıların zenginliğine rağmen, Sophia’nın duruşu, bakışı ön plâna çıkar. Aslında baş döndürücü bir albenisi yok Sophia’nın. Ama, Schliemann’ın hep arzuladığı, o vakur güzelliği sergiler. Bir de, sevdiği erkeğin hayâllerine inanmanın mükâfatını almış bir kadının gururu sezilir bakışında.
Ana vatanından koparılan Truva hazinesi, İkinci Dünya Harbinde sırra kadem basar. Yıllarla harpte eritildiğine dair söylentiler dolaşır durur. Neden sonra Moskova Puşkin Müzesinde 260, St. Petersburg Hermitage müzesinde 700 parçası ortaya çıkar. Tabii daha önce, Osmanlı Hükümeti’nin para karşılığı anlaşma yapıp davadan vazgeçmiş olması dolayısıyla, bu parçaları sahiplenmek üzere yeni bir dava açmamız mümkün olmaz.
Priamos’un hazinelerinden bize kalan ise, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenen iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda obje.
DÜŞLER VE KISIR HESAPLAR
Schliemann, hatıratında, Truva hazinesini bizden kaçırmasının nedenini; kendisini yakın takibe alan Safvet Paşa ile olan inatlaşmaya bağlar. Ve der ki; “Kıymetli bulduğum her şeyi, bilim adına, kendime sakladım. Medeni dünyanın, bu yaptığımı onaylayacağından son derece eminim.”
Yani, Heinrich amcam, kibarca demek istemiştir ki; “Bu insanlar, bilimden uzak, gayri medenidir. Tarihin en önemli hazinelerinden birini onlara bırakırsam, medeni dünya beni lânetleyecektir.”
Bunun üzerine yorum yapmayacağım. Ama bir özet çıkarırsak; Schliemann, Homer’i hatmetmiştir. Truva’nın üstünde altı kat farklı medeniyet kalıntısı bulmasına rağmen, İlyada’daki detaylarla karşılaşıncaya kadar kazmaya devam etmiştir. (Bu arada, gözünü bürüyen Truva hazineleri hırsı ile o altı kat medeniyetin izlerini de kazma, kürek perişan etmesine ayrıca kızgınım.) Diğer taraftan, ne Sultan Aziz’in, ne de Safvet Paşa’nın, Homer, İlyada ve Truva hakkında en ufak bir bilgisi, duyarlılığı vardı.
Schliemann, Homer’in ‘Priamos’ diye adlandırdığı mitolojik kralın gerçekliğini ispatlamak için müthiş bir servet ve zaman harcamış ama Osmanlı Hükümeti elli bin franklık kazanca râm olmuştu. Schliemann’ın düşleri vardı, bizim ise kısır hesaplarımız.
Şimdi bir kez daha düşünüyorum da; acaba davadan vaz geçmeyip, Truva hazinesini geri almış olsaydık, bugün müzelerimizde orjinâl parçaları mı seyrediyor olurduk, yoksa yine de sahtelerini mi? Yine bir müzeden bir depoya, sonra oradan başka bir adrese taşırlarken zaten yok olacaklar mıydı? Gazetede bir gün haber olup sonra unutulacak ve kimse bir daha sorgulamayacak mıydı? Eksilen, yok olan eserlerin nereye gittiği, kimin bu yok oluşlarda başı çektiği, nereye sattığı veya nerede sergilediği, ne kazandığı konusunu irdeleyenler olacak mıydı?
Şu kısa vadede sıcak para derdinde kaybettiğimiz daha nice şey geliyor şimdi aklıma da… haydi diyorum, okurlarımın tadını kaçırmayayım.
Şimdi biraz rahatlamak için Dulce Pontes ve Andrea Bocelli’den ‘O Mare e Tu’ yu dinleyeceğim ve “medeni dünyanın lânetini üstümüze çekmemek”!!! için hâlâ daha vermeye devam ettiklerimizi düşüneceğim.
Hepiniz sevgiyle kalın. Sevdiklerinize, yadigârlarınıza, kendinize sahip çıkın. Zira bu ülkede neyin, ne zaman el değiştireceği, yok olacağı, buharlaşacağı belli değil.