Burçin Büke… Türkiye’nin dünya çapındaki en önemli sanatçılarından biri. Dahi çocuk… Bütün dünyanın yükünü sırtlanmış, asık suratlı ciddi dâhilerden değil ama… Son derece pozitif ve neşeli. Ayrıca o medyatik tartışmaların içinde görebileceğiniz bir isim değil. Sınıflandırmaları ya da köşeli ifadeleri yok. Arabesk dahil, hiçbir türü ötelemiyor. Sadece, “Ne çalarsan çal, iyi çal. İyi yapılan her işi çok seviyorum” diyor.
“Havyarlı şampanyalı partilerde Chopin, Beethoven olmaz”
Eleştirilerini sakınmıyor; “Havyarlı şampanyalı partilerde sanat konuşmak yerine dedikodu yapınca, orada başka bir yaşam devreye girer. Orada Chopin, Beethoven olmaz. Kimse gerçekçi değil. Sonra ‘Halk için çalacağız, Anadolu’ya gideceğiz.’ diyorlar. Gidemezsin işte. Ağzında çok dolaştırmadan işini yapacaksın. Samimi olmak lazım…”
Ardından da ekliyor; “Ben siyasi görüşü ile öne çıkan biri değilim. Atatürk’e çok bağlıyımdır. Partilerle ilgilenmem.”
Burçin Büke ile müzikten, kariyerinden, sanatçının tavrından, kültürden, samimi bir sohbet gerçekleştirdik.
“Klasik Batı Müziği, Türkiye’de hep ite kaka yürüyor”
Kariyerinizde bugüne gelene kadar sizi hem olumlu hem olumsuz etkileyen olaylar nelerdir?
Hem olumlu hem olumsuz birçok sahne maceram var. Kazanılan ve kaybedilen yarışmalar… Çok iyi hazırlanıp kötü çalınan ya da hiç hazırlanmadığım halde çok iyi çaldığım konserler… Klasik Batı Müziği, Türkiye’de zor ilerleyen bir sektör ve hep ite kaka yürüyor. Şimdiye kadar da hep klişe laflar edildi. “Çok iyi dinleyicileriniz var,” ya da “Harika çocuk” gibi… Tabi ki devletin büyük faydası oldu, Avrupa’ya yolladılar ama ben hâlâ yürümeyen bir sektör diye düşünüyorum.
“Piyano çalmak kolay ama piyanistlik ayrıdır”
Siz bu nitelemeyi çok sevmeseniz de “Dahi çocuk” olarak kabul edilen bir isimsiniz. Genelde, “dahi” nitelemesi yapılan insanların, “sıradan” kişilere göre birçok işin üstesinden daha kolay geldiklerini düşünmeye meyilliyizdir. Sizin için bu kariyere erişmek kolay mıydı yoksa ödediğiniz bedeller var mı?
Tabi. Mesela ben oyun oynamayı çok seven bir insandım. Hâlâ böyledir. Arkadaşlar şu an tavla oynamaya çağırsınlar, hemen giderim. Hatta piyano çalışmayı bırakıp giderim. Çünkü ben küçükken piyano çalışırken benim arkadaşlarım sokakta futbol oynuyordu. Ben ilk önce çalışıp sonra dışarıya çıkıyordum. Babam da piyanistti ve disiplinliydi, yanımda otururdu. İyi ki de oturmuş çünkü herkesin bu şansı yok. Öğrenciye özel ders aldırılıyor ama çocuk öğretmenini haftada bir saat görebiliyor. Bu durumda da bir şey olmuyor. Piyano çalmak kolay ama piyanistlik çok ayrıdır.
Nedir farkı?
Bir defa, sosyal yaşantınız azalıyor, arkadaşınız hemen hemen hiç yok. Örneğin yurtdışında evimizi her zaman öğrencilerle paylaştık ama bir bakıma onlar da benim rakibimdi. Düşünün, siz konserlere gidiyorsunuz, o evde oturuyor. Dolayısıyla istemeden de olsa çekememezlikler, hırs ve kin oluşuyor. Bunları yaşıyoruz ama benim kişiliğimde böyle bir şey yoktur. Gayet neşeli, şakacı biriyimdir. Tabi, iç dünyasında insan başka zorluklar yaşıyor.
“Asosyal bir yaşamın zorluğu var”
Mesela uzun süre evden uzakta kalıyorsunuz. Ülke ülke seyahat ediyorsunuz. Bu, ilk başta güzel ve eğlenceli… Prag’a ilk defa gidiyorsanız güzel ama beşinci gittiğinizde öyle değil. Sadece aynı otelden konser salonuna gidiyorsunuz. Ben Prag’a on defa gittim ama belki siz benden daha iyi biliyorsunuzdur; bir tane bile müze göremedim çünkü zaman yok. Ben konser sonrası insanlarla dolaşmayı pek sevmiyorum. Hâlâ konseri yaşadığım için sosyalleşmek zor. Bu anlamda asosyal bir yaşamın zorluğu var. Ayrıca ailenizden ve çocuklarınızdan uzak kalıyorsunuz.
Coğrafi, sosyolojik ya da kültürel olarak düşündüğünüzde, müzik ve sanat yaşamınızı besleyen unsurlar nelerdir?
Dışarıda yaşanan her şey sanatçıyı etkiler. Ben çok küçükken, otobüs yolculukları yapardım. O zaman tabi şimdiki kadar ekonomik imkân olmayınca, uçak yerine otobüs ile seyahat ederdik. Mesela Sivrihisar’a giderken Ankara Polatlı’ya varmadan bozkırı seyretmeyi çok severdim. Çok etkilerdi beni. Avrupa’ya gittikten sonra yeşili sevmeye başladım. Hayvanları çok severim. Özellikle de sokak hayvanlarını… Evlendim, eşime hâlâ çok aşığım. Ailem, çocuklarım beni devamlı besliyor. Tabi sizi besleyen her şey, bazen bunu depresif olarak da yapıyor. Her şey, her zaman güzel gitmez. Dışarıda ölü bir köpek de görebilirsiniz, birisi gelir ağacınızı keser, eşinizle tartışırsınız. Hepsi iyi ya da kötü etkiliyor.
“Birisi gider Bebek’te cappuccino içer, arabalara bakar, ben ağaca bakarım”
Doğa beni çok etkiler, saatlerce yeşilin içinde oturabilirim. Birisi gider Bebek’te Cafe’de oturur cappuccino içer, arabalara bakar, ben ağaca bakıyorum. Tiyatro ve kitap ile çok ilgiliyim. TV takip edemiyorum, hep kavga gürültü… Daha olumlu şeylere yöneliyorum, bahçede açan birkaç papatya bile insanı mutlu edebilir. Mütevazı bir hayatım var. Evcilimdir, sokaklarda dolaşan biri değilim. Bir restoran bellerim, birkaç yıl orayı yemekhane yapar, çürütürüm. Kalabalığı sevmiyorum. Sakinlikten besleniyorum.
“Batı’nın ‘Dante’si varsa bizim de ‘Mevlana’mız var”
Yerel ile evrensel olanı birleştiren birisiniz. Mesela Yunus Emre ile ilgili projenizi hatırlıyorum. Yaşadığımız toprakların evrenselliğini nasıl tarif ediyorsunuz?
Türkiye’de inanılmaz bir mozaik var. İster Batı’ya gidin, ister Sivas’a isterseniz de Karadeniz’e… Her biri değişik bir ritim benim için. Nevşehir’e gidin Neşet Ertaş başkadır, Trabzon’un horonu, Ege’nin zeybeği başka… Ritimler sürekli değişiyor. Bir de her zaman folklor beni çok ilgilendirmiştir. Halk müziğini korumayı istiyorum. Tasavvuf ile de yakından ilgilendim, cazı nasıl biliyorsam tasavvufu da bilmek istedim. Her zaman Batı’nın “Dante”si varsa bizim de “Mevlana”mız olduğunu söylerim. Fakat bizde PR ve tanıtım kusuru var. Uzun yıllar Almanya’da kaldım. Türkiye tanıtımında hep döner kesen bir adam vardı, bir de Fethiye Ölüdeniz… Böyle bir şey olamaz. Sanmıyorum ki Artvin’e giden biri, bir daha Avrupa’ya gitsin.
“Türkiye’de bir çiftlik var, senelerce aynı insanlar çalmışlar”
Belki de kendi değerimizi bilmiyoruzdur?
Kesinlikle, belki de bildirtmiyorlar. Eskiden çok sinirleniyordum, neden bir Türk piyanist patlama yapamaz ya da bir Türk dansçı neden New York’ta iyi salonlarda sahne alamaz. Bunun nedeniyle ilgili de farklı durumlar var; dünyada var olan bir cemiyet mevcut ve onun içine girmeniz lazım. Kurallara göre oynamanız gerekiyor. Türkiye’de de bir çiftlik var, o çiftlikte senelerce aynı insanlar çalmışlar, aynı müzisyenler sahneye çıkmış, aynı eserleri çalmış. Ancak yeni bir jenerasyon ve çok iyi müzisyenler geliyor. Takip ediyorum ve çok iyiler… İnşallah onların önünü kapatmazlar. Yetmiş beş, seksen yaşına gelmiş insanlar hâlâ şeflik peşinde. Halbuki artık birilerini yetiştirmesi lazım. Bunun yerine her yeri kapatmışlar, onların onayı olmadan kimse bir yerde çalamıyor. Bu durumun benle bir alakası yok ama zamanında Avrupa’dan ilk döndüğümde, Türkiye’de konser veremedim. Bu lafı da söylemeye çekinirdim ama böyleydi. Türkiye’de böyle bir kesim var. Ben onlardan değilim.
“Her şeyi PR olan insanlar var”
Kastettiğiniz medyatik olma yolunu tercih etmek mi?
Birincisi o. Ben hiçbir zaman o yola girmedim. İkincisi de bir çiftlik var içine girmen gereken… Bazı insanlar var; deprem oluyor, sel basıyor, ertesi gün beste yapmış, senfoni yazmış olarak ortaya çıkıyor. Saçma! Ne zaman düşünüp de yazdın? Dediğim gibi her şeyi PR olan insanlar var. Olayın üzerinden bir süre geçer, anı olur, ağıt yapılır ama öyle değil. Her şeyde bir kurgu ve sahtelik var. Gerçek sanatçıların da birçoğunun bu konuda çok emek harcadığını düşünmüyorum. Ayrıca Türkiye’de konser almaya uğraşıyorsan, birileriyle dost olman, belediyeleri tanıman lazım. Hâlbuki sanatçının buralara girmemesi gerekiyor. Sanatçı davet edilmeli, gidip çalmalı…
Sizin için gerçek sanatçılar kimdir?
İdil Biret, Suna Kan…
İdil Biret’e özel bir hayranlığınız vardı değil mi?
Çok severim. Aynı şekilde Suna Kan ve Ayla Erduran’ı çok severim. Ayla Erduran ile çok konser yaptım, beraber çok günlerimiz geçti.
“Çok yönlü müzik yapabilirim”
Sizin avantajınız ne oldu?
Benim bir tek silahım vardı; ben çok yönlü müzik yapabilirim. Arabesk müziği de çalmayı bilirim, caz da, Beethoven da… Artık çok sert bir piyasaya var. Görüyorsunuz; Pavarotti, Sting ile; Amy Winehouse, Tony Bennett ile düet yaptı. İş artık başka yere gidiyor. Eskisi gibi hayatın boyunca aynı konçertoları çalıp, tek tip müzik yapmak ile iş bitiremiyorsun.
Arabesk çalanı ötelemek faşist bir bakıştır
Üretmek başlı başına meseleyken, şimdi bir de popüler olanla mücadele etmek mesele haline geldi galiba?
Öyle de denilebilir ancak farklı türleri de bilmek ve fikir sahibi olmak lazım. Benim evimde, plaklarım ve cd’lerim arasında arabesk yok ama benim arabesk söyleyen sevdiğim arkadaşlarım var. Onları dinlerken duygulanıyorum. Mesela Hakan Altun’u çok severim. Hem insan olarak hem de müziğini ve altyapısını… Sözlerden bahsetmiyorum. Mesela biz Hakan ile oturup birlikte Aşık Veysel dinliyoruz. O benim çaldığım Chopin’i dinliyor. Sanatçının böyle olması lazım ama biz sınıflandırıyoruz. O arabesk çalıyor, onunla oturmak yakışmaz… Düşünce bu. Çok saçma! Beyaz Amerikalıların, “siyah müziği” diyerek caz kulübüne gitmemesi ile aynı saçmalık… Bu faşist bir bakıştır. Hâlbuki ne çalarsan çal, iyi çal. İyi yapılan her işi çok seviyorum.
Ama kültür ve sanat, ayrıcalıklı belli bir zümrenin uğraşısıymış, hatta tekelindeymiş gibi bir algı oluşturuldu?
O kesim sahte, samimi değiller. Türkiye’de düşünebiliyor musunuz, bilmem ne konağında özel bir konsere işçinin bilet alıp gidebilmesini? Mümkün değil. Sonradan da diyorlar ki; “Biz halk için çalacağız, Anadolu’ya gideceğiz.” Gidemezsin işte. Çünkü yaşantını biliyorum; evde purolar, jambonlar, havyarlar, şampanyalar… Orada başka bir yaşam devreye girer. Chopin, Beethoven, orada olmaz. Hiç kimse gerçekçi değil.
Hitler’in değil Goethe’nin çocukları
Almanya gerçekten çok sosyal-demokrat bir ülkedir. Öyle bakmayabilirsin, “Hitler’in çocukları” diyebilirsin ama ben Almanları Goethe’nin çocukları olarak görürüm. Faşist demek kolaya kaçmaktır. Hâlbuki orada Beethoven, Goethe var. Orada de belki ev partilerinde şampanya içiliyordu ama bütün gece sanat konuşuluyordu. Burada katıldığım davetlerin hiç birinde sanat konuşulmadı. Sadece dedikodu vardı. Piyano kenarda durur, gidip kimse piyano çalmaz ama herkes konuşur. Ben gece 02.00 bile olsa, içki de içmiş olsam çıkar çalarım. Yani ağzında çok dolaştırmadan işini yapacaksın. Samimi olmak lazım… Yeni jenerasyonun “tuşe”si beni çok rahatsız ediyor. Çok mekanik ve ruhsuz çalıyorlar. Her şey mükemmel, yanlış ton yok ama ruh yok. Anadolu’ya çok gittim ama kimse bilmez. Çünkü basın yazmadı.
“Klasik ve caza ilgi 15-20 sene öncesine göre azaldı”
Peki klasik ve caz müziği düşündüğünüzde, sizce Türkiye’nin dinleyici profili nasıl?
On beş, yirmi sene öncesine kadar, mesela Kars orduevindeki albay, Chopin, Beethoven dinliyordu. O zamanlar, oralara Boyut Yayınevi’nin çıkardığı kitapçık ve cd’ler giderdi. O zaman ile günümüz arasında dünyada da çok değişiklikler oldu. Hızlı değişiklikler… Her şey hızlandı. Şimdi telefondan görüntülü söyleşi yapıyoruz. Önceden gazeteci ile “15 gün sonra Gezi Pastanesi’nde buluşalım,” diye konuşuyorduk. İnsanlar bir köşede oturur, çayını kahvesini içer, söyleşi yaparlardı. Şimdi farklı bir yerdeyiz. Klasik ve caz için o dönemlere göre bir azalma var.
“Belediyeler, bölgelerine sanatı yığmalılar”
İstanbul’da Süreyya Operası gibi birkaç yer kaldı. Mesela Şişli Belediyesi, sanat konusunda Beşiktaş’tan çok daha iyi çalışıyor. Beşiktaş Belediyesi, sanat konusunda gerçekten sıfır düzeyde ancak Kadıköy mükemmel… Birkaç sene önce Fatih Belediyesi’nde caz konseri vermiştik. Türbanlı arkadaşlar da vardı, “Keşke daha çok gelseniz,” diye kulise yığıldılar. Ben de, “Sen neden çıkıp Kadıköy’e gelmiyorsun?” dedim. Ben siyasi görüşünü öne çıkaran biri değilim. Atatürk’e çok bağlıyımdır, partiler ile çok ilgilenmem. Demek istediğim, belediyecilik kaldırım taşı ya da kanalizasyon temizleme değildir. Belediyeler, bölgelerine sanatı yığmaları lazım. Beşiktaş Belediyesi, ne yaptığını göstersin özür dileyip sözlerimi geri alırım.
“Devamlı müzikle yaşıyorum”
Birçok sanatçı ile ortak projeleriniz var. Güvenç Dağüstün ile “Şair Şarkıları” devam ediyor. Daha önce de Ara Malikyan ile bir projeniz vardı. Benzer şekilde beraber çalışmayı planladığınız başka isimler ya da yeni projeler var mı?
Ara Malikyan, benim ev arkadaşımdı. 15 sene aynı evde yaşadık. İyi de futbol oynar. Almanları hep yenerdik. Bizim takımda Yunan, Ermeni, Türk, İranlı ve İtalyan bir çocuk vardı. Ara’nın büyükleri aslen Urfa’dan geliyor, Ara Beyrut’ta doğuyor, sonra Marsilya’ya gidiyorlar. Yine zamanında İsmail Acar ile “Yunus Emre” ressam-piyanist buluşması yaptık, sonrasında Kürşat Başar ile bir buluşmamız oldu. Güvenç ile “şair şarkıları” yapıyoruz. Benim bir de “Tanini Trio” isimli bir grubum var; kanunda Tahir Aydoğdu, Neyzen Bilgin Caner… Birlikte yurtdışında çok konserimiz oluyor. Orada Doğu-Batı sentezini daha çok yapıyoruz. Birçok proje var. Bir yerde yığılıp kalmıyorum. Yaşam şartları da onu gerektiriyor, metropolde yaşıyorsan sürdürülebilir projeler ile ilerlemek zorundasın. Ayrıca farklı şeyler yapmaya da hevesliyimdir. Yaptığım müziği mental olarak anlayabiliyorsam sonunu getiririm. Devamlı müzikle yaşıyorum.
“Pandemide bestelerim çoğaldı”
Peki ya pandemi dönemi?
Aslında benim hayatımda hep pandemi vardı. Sabah kalktığımda piyano ile çalışıyorum, benim evim aynı zamanda ofisim. Benim için pandemi ile değişen bir şey pek olmadı. Yalnızca bazı saatlerde istediğim gibi dışarı çıkamamak sıkıcı oluyor. Yine çalışmaya devam ediyorum, sadece konserlere gidemiyorum. Konserlerin dışında zaten çalışmam gerekiyor. Ama pandemi çocuklarım için üzücü oldu, okullarına gidemiyorlar. Online dersler yapıyorlar ama yarım yamalak… Bu şekilde verimli olduğunu düşünmüyorum pek. İşçi sınıfı bir babanın oğlu olduğum için çok beklentim de yok hayattan. Ailemle oturup ufak bir yemek yiyeyim, piyanomu çalayım, evde olsunlar, ben de kitap okuyayım, arada bahçeye çıkayım bana yeterli. Pandemi bitsin de gezelim gibi bir hayalim de yok, hiç olmadı. Bu sürecin olumlu yönleri de oldu, bestelerim çoğaldı mesela.
“Yığınlar görüyoruz ama 90 kişilik mekanlar açılmıyor”
Bu süreçte ve şu an geldiğimiz normalleşme aşamasında müzisyenler, sanatçılar ve eğlence sektörü büyük sıkıntıda. Bu durum ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Mekanların kapalı kalmasının doğru olduğunu düşünmüyorum. Zaten havalar ısındı, dış mekanlarda müzik yapılacak. Kapasitelerinin altında misafir alarak sosyal mesafeyi koruyabilirler. Bunlar halledilebilir şeyler ama bir gerçek var; ülke olarak güçlü değiliz. Aşı hâlâ gelmedi. Şimdiye kadar aşı olunsa kolaydı aslında. Mekanların açılması lazım. Yığınları, kalabalıkları görüyoruz ama 90 kişilik mekanı açmıyorsun.
“Enstrümandan uzak kalan müzisyenler yetilerini kaybetmiş olabilir”
Müzisyenler hakikaten çok kötü durumdalar. Hatta bugün yasaklar bitse bile müzisyenlerin iki yıl önceki duruma dönebileceklerini sanmıyorum. Çünkü enstrümandan çok uzak kalındı. Birçok müzisyen yetilerini ve duygularını da kaybetmiş olabilir. Sahnede iki yıl önceki gibi rahat olamayacaklar. Mesela çok iyi gitarist bir arkadaşım mecburiyetten gitti boyacılık yaptı. 1 Temmuz’dan sonra açılacaktır, çünkü başka yolu yok. Küsmemek lazım. Benim de motivasyonum düştü ama zorladım kendimi çalışmak için. Piyano çalarken sadece notaları çalmıyorum ki; isyanımı, aşkımı çalıyorum. Onu kaybedersen oturur bütün gün telefonunla oynarsın. O yüzden küsmeye karşıyım.
“Kimsenin ağzına laf vermemek için normalden fazla çalışıyorum”
Umudu kaybetmemek gerekiyor diyorsunuz…
Tabi ki. Tchaikovsky, Beethoven nasıl hayatlar yaşamış, sürünerek ölmüşler. Bu iş iki tane la minör basmak değil. Biraz da “bir” olmak ve dayanışma lazım ülkeye. Müzisyenler arasında hep kavga vardır. Müzisyenler kıskançtır, arkadan konuşur, ben de yapmışımdır. Bir arkadaşın kırk konsere çıksın, sen on kere çık, orada kavga başlar. Kimsenin ağzına laf vermemek için normalden daha fazla çalışıyorum. Sahnede hesaplaşmak için. Dayanışma çok önemli, “Onu sevmiyorum” ile olmaz. En sevmediğinle de çıkıp çalabilmen lazım. Bu zor zamanlardan dayanışma ile çıkılabilir.
“Hiçbir zaman çok iyi bir sanat ortamı olmadı”
Kültür politikalarına ve iklimine baktığınızda şu anda nasıl bir ülke görüyorsunuz?
Bu, Türkiye’de 30 sene önce de kötü bir kulvardı. Sırf bu dönemdeki parti ve politikalarında değil, daha öncekilerde de zorlandık. Hep bir problemimiz vardı. Ya kitap bulamazdık ya telif ödenmezdi, illegal şeyler olurdu. Kültür iklimini iyi görmüyorum. Çok yetenekli, dünya çapında sanatçı olabilecek insanlarımız var ama hiçbirisi yeterince desteklenmiyor. Genç nesil için çok zor. Çocuklar erken yaşta sanattan soğuyor. Çünkü yaşaması için başka bir şey ile uğraşması lazım; çok iyi bir piyanist ekstra olarak gece kulübünde çalmaya gidiyor. Neden? Çok mu seviyor popüler müziği? Her gün içki içip yere leblebi atan adamların önünde müzik yapıyor. Bunu devletin çözmesi gerekiyor. Yurtdışından arkadaşlarım geldiğinde, “Bu gece hangi konser var? Operada ne var?” diye soruyorlar. İlk önce sanat rehberine bakıyorlar. Ama biz hep böyleydik. Hiçbir zaman çok iyi bir sanat ortamı görmedik. Şunu da söylemek lazım; Kültür ve Turizm Bakanlığının ayrılması gerektiğini düşünüyorum. Hem otel hem festival olmaz. Turizm başka kültür başka bir şeydir, ayrılması lazım. Rusya’dan 5 milyon turist bekliyorsun ama onlara çalacak bir müzisyen yok.