Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye Destanı, şairin kaleme aldığı yıllardan bugüne birçok değişime uğradı. Bu değişimler, eserin yazıldığı dönemin siyasi ve sosyal ortamıyla ve Nâzım Hikmet’in yaşadıklarının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Kuvâyi Milliye Destanı’nın Türkiye siyasi ve sosyal yaşamıyla paralel bir şekilde Kayıp Destan’ın İzinde kitabıyla inceleyen Erkan Irmak, şairin yaşamıyla iç içe geçen eserin bilinmeyenlerini anlattı.
“KUVÂYİ MİLLİYE DESTANI TÜRKİYE’NİN SANSÜR TARİHİNİ GÖSTERİYOR”
Akademik çalışmalarınız öncesinde Nâzım Hikmet ile tanışmanız nasıl oldu?
Yetişme çağlarında edebiyata az çok ilgi duymuş biriyseniz Nâzım Hikmet’e dokunmamanız mümkün değil, hele ki sol ideallere meyliniz varsa. Ben de harçlıklarını biriktirerek, sadece ismine aşina olsam da kitaplarını edinmiş biriyim.
Adam Yayınları’nın ikonik olan beyaz kapaklı baskılarından satın almıştım. Örneğin Nâzım’ın aldığım ilk kitabı 835 Satır oldu. Sonrasında o merak hayran olmaya sonrasında ise taklit etmeye dönüştü.
Şiir de yazıyordunuz o halde?
Taklit ediyordum aslında. Şiir yazdım denemez. Bazen Nâzım’ın şiirlerini olduğu gibi daktilomda yazardım. İkinci el olan o daktilomda kağıdı takıp Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan veya başka şiirlerinden bölümleri temize çekerdim. Üstelik şiirlerin merdiven biçiminde yazılması, onu düzenlemek boyama kitabının “edebiyatçası” gibi bir şeydi.
Peki akademik olarak şairi neden ele almak istediniz?
Akademik süreçte araştırma konularını belirlemek tesadüflerle şekillenebiliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nden çok kıymet verdiğim bir edebiyat araştırmacısı olan Erol Köroğlu hocamın bir dersi için ödev konusu belirlemem gerekiyordu. Ben de bildiğim yerden ilerleyeyim diyerek Kuvâyi Milliye Destanı’nı önerdim.
Ödevimiz Kurtuluş Savaşı’nın edebiyatta farklı türlere etkisini konu aldığı için bu yoldan ilerlemek istedim. Kafamda Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Kuvâyi Milliye Destanı’ndan kesitler olduğu bilgisi vardı. Fakat o zamana kadar karşılaştırmalı şekilde okumamıştım. Üzerine hakim olduğum bir konu olduğunu düşünerek başladım ama baya ciddi değişimler olduğunu gördüm metinde. Bu nedir diye kurcalaya kurcalaya ödev yüksek lisansımın bitirme tezi halini aldı.
Cidden Kuvâyi Milliye Destanı’nın zaman içerisindeki değişimi şaşırtıcı. Halbuki şairin yaşadığı süre içerisinde birçok değişimin yaşandığını okuyoruz kitabınızda. Bu değişikliklerde şairin yaşadıklarının yanında içinde bulunduğu çağın koşulları da etkili olmuş. Destan niçin değişmiş bu kadar?
Destan’ın ne zaman yazıldığı, hangi şartlar altında yazıldığı konusu kıymetli. 1920’lerde cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Sovyetler Birliği ile daha ılımlı bir ilişki varken 1930’larda Avrupa’da faşizmin yükselmesi Türkiye’de de aynı etkinin yaşanmasına yol açıyor.
Örneğin İkinci Dünya Savaşı döneminde başbakanın, CHP’nin en ırkçı kanadının temsilcisi Şükrü Saraçoğlu olması tesadüf değil. Bu açıdan da CHP’nin tek parti olarak nitelendirilmesini irdelemek gerekir, çünkü parti farklı siyasi görüşlerden geniş bir yelpazeyi bulunduruyordu. Bir tarafta Hasan Âli Yücel bir tarafta Şükrü Saraçoğlu var. Tam da bu siyasi atmosferde Nâzım Hikmet’in geçinmesi, kitaplarının yayınlanması iyice zorlaşıyor.
Bu siyasi atmosferin Nâzım Hikmet’e hapislik ve mahkemeler dışında nasıl bir etkisi olmuş?
Tüm bu işlerin çözülmesi için 1937 yılında Ankara’ya gidiyor şair. Şevket Süreyya Aydemir ve Şükrü Sökmensüer’in yer aldığı bir akşam yemeğine davet ediliyor. Aydemir’i kısmen biliyoruz, Nâzım Hikmet ile birlikte Moskova’da Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde okumuş sonrasında “dava”yı bırakıp cumhuriyet saflarında bürokrat olarak çalışmaya başlamış, Kadro hareketinin içinde yer alıyor. Tabii Nâzım Hikmet’in bunlar başı hoş değil.
Davayı satmış olarak görüyor onu. O masada bulunması açısından Şükrü Sökmensüer daha önemli bir karakter, çünkü emniyet genel müdürü. O masada da şaire kalemi güçlü, yetenekli bir yazar olduğunu Kurtuluş Savaşı’nı anlatan bir Anadolu destanı yazması konusunda tavsiye veriyorlar. Her devlet bunu yapmıştır. Rejimi kalıcı kılmak için büyük sanatçıların rejimi öven eserlerine ihtiyacı var. Bunu cumhuriyet de yapıyor, 10. Yılı kutlamak için çeşitli sanat dallarından yarışmalar düzenleniyor.
Nâzım Hikmet bu teklifi reddediyor. Cumhuriyete karşı olduğu için değil. İnsanlık nasıl mutlu olur sorusuna verdiği cevap cumhuriyet değil sosyalizm olduğu için reddediyor. Teklifi reddediyor ama 1938’de askeri mahkemede askeri isyana teşvik ile suçlanması söz konusu oluyor. İdam ile yargılanıyor ve askeri mahkemelerinde temyiz süreci yok. 30 yıla mahkum olduğu bu dava ile 15 sayfalık küçük bir versiyonunu yazmaya başlayacak.
Sonrasında 1939-1941 yıllarında ikinci bir versiyonunu yazacak. Bu versiyon da 1965 yılında Kurtuluş Savaşı Destanı adıyla yayınlanacak. En son da 1950’de hapisten afla çıktıktan sonra bugün bizim okuduğumuz halini hazırlayacak. Bu kitap da ilk olarak 1968 yılında basılmış. Bu hapislik süresince eserin üzerinde değişiklikten ziyade destanı ayrı bir metin olarak kurgulamayıp Memleketimden İnsan Manzaraları’nın içinde bir bölüm olarak yayınlamaya karar verecek.
Zaten önemli olan nokta da burası. Müstakil bir eser yerine başka bir eserin içinde bir bölüm olmasına karar verince eserin tüm bağlamı yeniden şekilleniyor. Ve kimi kısımlar eklenecek kimi kısımlar tamamen çıkarılacak. Bu da metnin ideolojik temelini yeniden şekillendirmekle ilgili.
Destanın ikinci versiyonu
Kitabınızda bu anlamda ilginç ayrıntılara yer veriyorsunuz. İsmet İnönü ile olan ilişkisi dahilinde eseri değiştirmiş.
Bu durum destanın ikinci versiyonu olan 1939-1941 yılları arasında gerçekleşiyor. Bu dönem Milli Şef İsmet İnönü dönemi ve bir karar alınacaksa en üst merci kendisi. Bugün sahaflarda da yer alan Yön Yayınları’nın 1965’te bastığı versiyonunda İsmet Paşa’nın adı geçiyor. Bugün okuduğumuz Kuvâyi Milliye’de ise o kısım çıkarılmıştır. Çünkü şair 1950’de o kısmı çıkararak yeniden düzenliyor. Ve 1950’de İsmet Paşa artık iktidarda değil, Demokrat Parti iktidarda.
Nâzım Hikmet’in kişisel bir kızgınlığı olduğunu da hatırlıyorum.
İlla ki vardır. Haksız bir dava ile 30 yıla mahkum edilmiş. Düşüncenin suçu olur mu konusu ayrı, isnat edilen suç düşünce suçu değil, askeri isyana teşvik. Bu da askeri okulda bir öğrencinin dolabında kitapçılarda satılan Nâzım Hikmet kitabı olması. Politikacılar bu düzmece davaya karşı ses çıkarabilirlerdi, askeri mahkemeye engel olmasa da. Dolasıyla bir öfke olması da çok şaşırtıcı değil.
Davanın başladığı 1938 aynı zamanda Atatürk’ün de rahatsızlığının şiddetli olduğu zamanlara denk geliyor. Nâzım Hikmet’in Atatürk’e yazdığı bir mektup var, derdini anlatan. Sürekli tartışılan bir konudur, Atatürk’ün bu mektubu okuyup okumadığı. Araştırmalarınızda bu konuya dair tespitleriniz oldu mu?
Ben mektubun ulaştığını tahmin ediyorum. Nitekim Nâzım Hikmet’in annesinin kuzeni, dayı diye hitap ettiği Ali Fuat Cebesoy. Cebesoy da Harp Okulu’ndan beri Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası döneminden kaynaklı aralarında bir soğukluk oluyor ama 1930’lardan itibaren yine yakınlaşıyorlar.
Yüksek kadrolar da Nâzım Hikmet’i tanıyor. İkinci bir nokta ise dönemin politik atmosferi içinde askeri mahkemeye karışmak istemiyorlar. Dönemin genelkurmay başkanı Fevzi Çakmak güçlü bir figür. Bir yandan da Atatürk’ün sağlığı bozulmasıyla iktidardaki etkisi azalıyor. Savaşın patlama arefesinde sağın yükselişi ile komünist bir yazarı korumak yerine herkes mevzi alma telaşında.
Bu süreçte Nâzım Hikmet’in Kuvâyi Milliye’yi Memleketimden İnsan Manzaraları’na dahil etme düşüncesi nasıl gerçekleşmiş?
1941’de yazmayı bitiyor alıp kenara koyuyor yayınlatmayı düşünmüyor. Çünkü umduğu hapisten çıkma düşüncesi gerçekleşmiyor. Ama eseri de yakmıyor, bu da önemli bir durum. Çünkü Kuvâyi Milliye hareketi ve Kurtuluş Savaşı ile bir derdi yok Nâzım Hikmet’in ve anti-emperyalist bir savaş olmasından dolayı destekliyor. Bir sosyalist için bu savaşın desteklenmeyecek bir yönü yok.
Karşı çıktığı konu daha ileri bir seviye olan sosyalizme varabilecekken yarıda kesilmesi. Bu sebepten destan bu açıdan evriliyor. Memleketimden İnsan Manzaraları’nda da bu verilir. Yemekli vagondaki aşçılar gazetede hapisteki bir şairin yazdığı Kuvâyi Milliye Destanı’nı okur. Ve destan bittiğinde de oradaki aşçıbaşı hüzünlenir, dörtnala giden bir hareketin sanki bir anda kesildiğini düşünür.
Türkiye, liberal ekonominin kapitalist dünyanın bir parçası olmayı seçiyor. Nâzım Hikmet’in 1941’de hapisten çıkma ümidi kalmadığından itibaren 1947’ye kadar Memleketimden İnsan Manzaraları’nı yazıyor. Ve artık Kuvâyi Milliye dönüşümleriyle birlikte bu metinde yer alıyor.
Kuvâyi Milliye’de yer alan askerler Memleketimden İnsan Manzaraları’nda antigonist özellikleriyle yansıtılıyor.
Yanlış düzende doğru insan olmak zordur. İnsan Manzaraları’nda yaklaşık 200’e yakın karakter var. Bu karakterlerde bir kötülük vardır. Bu karakterler saf kötü olduğu için değil, hayat şartları onları kötü olmaya zorladığı için kötüdür. Birbirlerini kazıklayacak bir taraf bulmaya çalışırlar çünkü yoksuldurlar, değersizleştirilmişler. Kuvâyi Milliye’de Kambur Kerim 1919-1921 yılları arasında ulaklık görevi yapar. Fakat bir gün atından düşerler ve zifte yatırırlar. 15 gün sonra kambur olarak çıkarırlar. O kamburluk bizim için bir gazilik nişanıdır, bir rütbedir.
Memleketimden İnsan Manzaraları ise 1941’de geçer ve Kerim’i İstanbul’dan Ankara’ya giden bir trenin üçüncü mevkisindeki fakir, arkadaşına yardım etmek için kendisine ait olmayan bir parayı alan ve hapse girme endişesi yaşayan, herkesin olumsuz baktığı bir karakter olarak yansıtılır. Bu durum Kambur Kerim’in mi sorunudur, yoksa onu görmezden gelen rejimin mi, bu konu tartışılır.
Eserin uğradığı sansürleri anlatır mısınız?
Sansür tarihimizi Memleketimden İnsan Manzaraları üzerinden okumak mümkün. Yayınlamadan önce emekli bir askeri savcıya okutuyorlar, herhangi bir sorun olmaması için. İlk baskıda bu şekilde yaklaşık 150 mısra atılacak. Yasalar hafifledikçe hafif hafif diğer satırlar da yeni baskılar yayınlanacak. Fakat günümüzde tam halini okuyoruz.
Kuvâyi Milliye Destanı’nı toplumcu gerçekçi çevre dışında tam karşı ideolojideki kişiler açısından da yorumlarına yer verdiniz. Örneğin Alparslan Türkeş, bir parti kongresinde Davet şiirini okuyor.
Bu durum ikircikli. Soğuk Savaş döneminde Nâzım Hikmet neredeyse yayınlanmayan bir isim. İlk olarak ölmesine çok yakın tarihlerde şiirleri ortaya çıkıyor. Dünyaya açılmış bir edebiyatçımızdır ama ülkesinde tanınmıyordur. Fakat ölünce ortada bir sakınca kalmadığı düşüncesiyle eserleri yavaş yavaş basılmaya başlanacak. Alparslan Türkeş’in Davet şiirini okuması da bu şekilde. Soğuk Savaş bitti, Sovyetler Birliği dağıldı ve komünizmin “tehlikeli” olma hali sona erdi. Ahmet Kaya için de yakın zamanda aynı durum söz konusu oldu.
Nâzım Hikmet’in popüler edebiyat dergilerinde kapak yapıldığını, hakkında yazılar yazıldığını, fotoğraflarının posterleştirildiğini görüyoruz. Fakat şairin daha çok “aşkları” ele alınarak fikir yönüne yer verilmiyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu yapılıyor zaman zaman. Tomris Uyar’a yapılan da bunun bir benzeri ve beni rahatsız eder. “Tomris, büyün İkinci Yeni şairlerinin aşık olduğu kadın” imgesi yaratılıyor. Halbuki muhteşem bir çevirmen, çok iyi bir yazardan söz ediyoruz. Fakat Tomris Uyar sadece aşık olunan bir imgeye indirgeniyor.
Nâzım Hikmet de kadınlarla ilişkileri ve yakışıklılığı yönüyle ele alınıyor. Fakat daha güçlü bir yönü var, fikir ve yazı yönüyle. Burayı ıskalıyoruz. Sonucunda bu durumun ticari boyutu da var, insanlar “like” alacak, kitap satacak. Okuyucunun bu durum hoşuna gidebilir, bunları da okuyabilir ama sonrasında da kendini beslemesi ve Nâzım Hikmet’in diğer yönlerini de öğrenmesi gerekiyor.
Kayıp Destan’ın İzinde
Nâzım Hikmet, İdeoloji ve Yeniden Yazmak
Erkan Irmak
Yapı Kredi Yayınları