İçinde bulunduğumuz pandemi dönemini bir yandan yaşamaya devam ederken bir yandan da anlamaya çalışıyoruz. Zira anlamak, bu dönemden bedensel olduğu kadar ruhsal olarak da ne kadar sağ çıkacağımız konusunda belirleyici rol oynuyor.
Hepimiz için geçerli olan sosyal mesafenin gerekliliği, bizi zorunlu şekilde bir başımıza kalmaya iterken, bu durumun yol açtığı; kaygı, belirsizlik ve yalnızlık gibi duygu ve algı durumları üzerine de daha çok düşünür olduk.
Peki, istesek de istemesek de bizi kendimize döndüren bu dönemden nasıl çıkacağız? Kaygılarımızı nasıl kontrol edeceğiz? Dahası insan kendini kontrol etmeyi nasıl başarır?
Marmara Ü. Tıp Fak. Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Kemal Sayar’a sorduk. “Biz, seçtiğimiz yoluz.” diyen Sayar; pandemi ile ortaya çıkabilecek ruh hallerimizi şöyle özetliyor; “Genellikle aynı anda her iki zıt yöndeki tepkiyi beraber veriyoruz. Bu salgında da hem “ten açlığı” denilen insana yakınlık ihtiyacımızı doyurma hem de bir nevi tiksinti veya korkuyu andıran insandan kaçınma davranışlarını bir süre gözlemleyeceğiz.”
Belirsizlik insanlarda yaygın endişe salgınına yol açacak
İçinde bulunduğumuz pandemi dönemi ve bu dönemin yol açtığı dolaylı nedenlerle kaygılarımız had safhaya çıktı. Editörlüğünü yaptığınız Kaygı Çağı isimli kitap çalışmasını da düşünerek öncelikle şunu sormak istiyorum; insan kaygılarına nereye kadar söz geçirebilir? Bu konuda tam olarak kendimizi kontrol etmemiz mümkün mü?
“Kaygı Çağı”, çalışmamızda da vurguladığım gibi bunca belirsizliğin insanlarda yaygın bir endişe salgınına yol açması çok doğal. Beynimizin bizi hayatta tutmaya ayarlı kısımları sürekli çevreyi tarıyor ve güvende olup olmadığımıza dair sinyaller alıyor. Kaygı belirsizlikten besleniyor, pek çok insan belirsizlikle nasıl baş edeceğini bilemez. Belirsizlik çaresizliği besler, çaresizlik duygusu da korku ve kaygıya yol açar. Hayatta bu acı salgın tecrübesiyle her şeyin kontrolümüzde olmadığını, belirsizliğin dünyasında ölümün kol gezdiğini fark ediyoruz. İnsanlar tam olarak göremedikleri, belirsiz bir tehdide karşı kendilerini ve ailelerini korumak istiyor. Bir yönüyle uyum sağlayıcı bir tepki, doğru önlemleri alarak kendimizi ve yakın çevremizi emniyete alabiliriz. Ancak abartıldığında ve hayatı tamamen aksatır hale geldiğinde bu alarm sistemi bize zarar vermeye başlıyor.
Endişe bizi muhtemel tehditleri fark etmeye yöneltir
Ancak artmış endişe durumunda beynin rasyonel kısımları âdeta şalter indirir. Endişeli insanlar çevrelerinde olumsuz sinyalleri seçerek taradıklarından daha da endişeli hale gelebilirler. Özellikle belirsizliğe tahammülü hiç olmayan kişiler, ısrarla hayatta önlerini görmek ister. Belirsizliğin giderilemediği zamanlarda da neredeyse kararsızlığa tutunur ve felç olurlar. Oysa salgın zamanlarında hepimizin bir ölçüde belirsizliğe tahammül edebilmesi gerekir; biz kontrol edebileceğimiz şeylerden sorumluyuz, davranışlarımızı kontrol edebiliriz, ama mesela hükümetin salgın tedbirlerini bizim elimizde değildir. Koronavirüsün nasıl davranacağını, bu süreçlerden ekonominin nasıl etkileneceğini biz kontrol edemeyiz. Belirsizliğin kaçınılmaz ve neredeyse radikal olduğu durumlarda bilinmeyenleri bilinen haline getirmek bizim harcımız değil. Elimizde olan şey, burada ve şimdiki davranışlarımızdır.
Biz seçtiğimiz yoluz
İnsan kendini nasıl kontrol eder?
Kendi duygularımıza, düşünce ve anılarımıza sükunet içerisinde yer açmalıyız. Onların farkında olmalı ve onları tanımalıyız. İç dünyamızda neler olup bitiyor? Bir merak saikiyle kendimize dönelim ve içimizin seslerini dinleyelim. ‘Hastalanmaktan korkuyorum’ veya ‘yalnızlık duygusu beni ürkütüyor’ diyebiliriz. O sırada vücudumuzu hissedecek bir eylem yapalım, parmaklarımızı birbirine bastıralım veya ayaklarımızı yere biraz daha sağlam basalım. Vücudumuzu hissedelim. Sonra bu âna bütün dikkatimizi verelim. Neyi yapıyorsak en güzel şekilde, bütün ruhumuzu ve dikkatimizi ona vererek yapalım. Beş duyumuzla o an yapabileceklerimize odaklanalım. Sonra eyleme geçelim, kendimiz, ailemiz, sevdiklerimiz, komşularımız için yapılması gereken en doğru eylem neyse onu yapalım. Panik içinde korku ve öfkeyle savrulmak yerine farkındalıkla eylemlerimizi seçelim. Bizi en derinde endişelendiren şeyler neyse, – kendimizin ve sevdiklerimizin sağlığını korumak, yakınlarımızla irtibat içerisinde olmak- onlara karşı en akılcı önlemleri, gerektiği kadar özen göstererek yürürlüğe koyalım.
Hayatı örseleyecek kadar takıntılı olmayalım
Ancak yine makul sınırlar içerisinde; faydasız ve hatta örseleyici olacak, hayatı yaşanmaz kılacak kadar takıntılı davranmamak da gerekiyor. Kendimize de öz şefkat gösterebilmeliyiz. Kendimize karşı nazik olalım. Yapmaktan hoşlandığımız, geliştirmek veya ilk kez öğrenmek istediğimiz faaliyetlerle, fiziksel egzersizlerle hem zihnimizi ve ruhumuzu hem de beden sağlığımızı beynimizin kimyasal sağlığını güçlendirelim. Medyanın ve sosyal medyanın dezenformasyonundan, komplo teorilerinden uzak duralım. İhtiyacımız olan bilgiyi -bizim korunmak için ne yapabileceğimiz- öğrendikten sonra yapılan polemiklere itibar etmemek, gündemimizi sürekli bunlarla işgal etmemek gerekiyor. Bu salgından nasıl bir insan olarak çıkmak istiyoruz? Bu soruyu da kendimize sormalıyız. Başkalarına nasıl yardımcı olabilirim? İnsan olarak benim üzerime düşen vazife nedir? Merhamet, saygı, ihtimam, açıklık… Bütün bu olumlu özelliklerle donanarak hem kendime hem çevreme daha fazla yararlı olabilirim. Unutmayalım, bir salgına nasıl girdiğimiz kadar ondan nasıl çıktığımız da önemli. Asil varoluşumuzla mı yoksa ilkelleşerek mi çıkacağız buradan? Diğerkâm mı olacağız yoksa daha da bencilleşecek miyiz? Hepsi bizim seçimlerimizle şekillenecek. Biz, seçtiğimiz yoluz.
Birçok kişi, kaygılarını kontrol etmek adına pratik çözüm önerilerini bildiğini (örnek düzenli egzersiz yapmak gibi) ama bunları istikrarlı bir biçimde uygulayamadığını ifade ediyor. Bu durum için ne söylersiniz? İnsan bu tür bir çıkmazdan kendini nasıl kurtarır, nasıl harekete geçirir?
Normal şartlarda dahi, istediğimiz, niyetlendiğimiz pek çok değişimi başlatma enerjisine sahip olmadığımızı göz önüne alırsak, böyle bir belirsizlik döneminde insanların tüm tavsiyelere rağmen gerekli motivasyonu sağlayamamaları oldukça normal. Kişinin kendinde böyle bir irade gücünü harekete geçirmesi bile zaten belirli seviyede bir psikolojik dayanıklılık gerektiriyor. Bunun için belki hatırlatıcı ve uyarıcı olarak listeler, uyarı notları, günlük çizelgeler de bir yere kadar fayda sağlayabilir. İnsan olarak her zaman yaptığımız şeyi yapacağız bu yüzden, sosyal destek ağlarımızdan yardım isteyeceğiz, kolektif olarak verilmiş vaadler en azından belirli bir süre boyunca bizi istim üstü tutacaktır. Aile üyelerimizle ortak karara bağlanmış bir aktivite çizelgesi (egzersiz, ev temizliği- mutfak- tamirat, düzenleme işleri, okuma saatleri, film izleme seansları, beceri gerektiren işler) olduğu kadar, dostlarla girişilen rekabet veya ortak projeler de faydalı olabilir.
İnsanları kaygıdan uzaklaştıran yeni heves ve heyecanlar lazım
Hatta salgının ilk aylarında insanların sosyal medyadan paylaşım yarışına girdikleri hamur işlerinin yarattığı ruh ortamını hatırlayalım, insanları kaygı durumundan uzaklaştıran, ufak da olsa yeni heves ve heyecanlar yaratan, belki yeni yeteneklerin fark edildiği bir dönemdi. Bunun dışında, ekran iletişiminin bıktırıcılığından kurtulmak için, mesafe – maske – hijyen şartına uyarak açık havada özlediğimiz dostlarımızla zaman zaman yürüyüşler yapabiliriz, birbirimizden destek alarak, fikirlerimizi ve duygularımızı paylaşarak psikolojik dayanıklılığımızı güçlendirebiliriz.
Gerilim duygusu bizi ayakta tutar ama…
Belirsizlik, insan için neden kaygı vericidir? Kontrol edemediğimiz durumları kabullenmekte neden zorlanırız? Belirsizlikle sürekli yaşamak mümkün mü?
İnsan yaşamında kaygı, varoluşsal bir durum. İnsanın özgür iradesinin, kendi yaşamının aktörü oluşunun bir neticesi bu. İnsanın hak ve sorumluluk sahibi bir canlı olması, onun kendi eylemini seçme ve sonuçlarını öngörebilme konusundaki yetkinliğine dayanır. İster inanan bir insan olalım, isterse seküler bir varlık algısına sahip olalım, bizden tüm acziyetimize ve dünyanın, geleceğin tüm kontrol edilemez belirsizliğine rağmen, kaderimizin eli olmamız bekleniyor. Sürekli bu durumda yaşıyoruz zaten. İnsan, gelecek duygusuna sahip olduğu her düşüncesinde hem umudu hem de kaygıyı eş zamanlı olarak deneyimlemek zorunda kalıyor. Bu gerilim duygusu, bizi hayatta tutuyor, gerekli adımları atmamızı sağlıyor, kendi hayatımızı olduğu kadar dünyayı da inşa etmemizin dayanağı. Ancak salgının yarattığı endişeyi, hem kestirilemezliği hem süresi hem de yaygınlığı nedeniyle normal varoluşsal insan kaygısının dinamikleriyle tanımlayamıyoruz.
Şimdi görünmez bir düşman karşısındayız
Küçücük bir mikro organizma bütün dünyayı hizaya getiriyor. Beşerin kumdan kaleleri yıkılıyor, kuvvetinden emin olduğumuz modern yapılar bir bir çöküyor. Evin dışındaki dünyanın hiç de tekin bir yer olmadığını, komşumuzdan, en yakın akrabalarımızdan dahi korkmamız gerektiğini öğreniyor ve gönüllü bir tecrit yaşıyoruz. Neredeyse bir yıla yakın bir süredir hepimiz yersiz yurtsuz bir mülteci gibi varlığın tedirgin sularında yüzüyoruz. Bu derece bir belirsizliğin yarattığı kaygı da alışık olduğumuz, tolere edebildiğimiz dozun çok üzerinde, üzerimizde kurduğu baskı yeni bir psikolojik dayanıklılık seviyesi gerektiriyor. İyi olan şu, insan çok kolay uyum sağlayabilen bir canlı. Rasyonalizasyon yetileri kadar, psikolojik savunma mekanizmalarının da yardımıyla kendisini mental olarak yeni şartlara uyarlayabiliyor. Bu, mutluluğu sonsuza kadar aynı şiddette deneyimleyemememize sebep olduğu kadar, ıstırabı, kaygıyı yaratan şartları da normalleştirmemize yol açıyor. Ancak, farklı sebeplerle daha kırılgan durumdaki insanlar, bu uyum sağlama süreciyle baş edemiyorlar. Gerek ergenlik- yaşlılık gibi biyolojik, gerek yalnızlık, duygu durum bozuklukları, başkaca psikolojik rahatsızlıklar, gerekse sosyolojik veya ekonomik açıdan kırılgan durumdakiler bu dönüşüm sürecini büyük bir destek almadan tamamlayamayabiliyorlar. Bazen bunların birkaçı birbirine karşılıklı ilişkilerle bağlı olarak beraber ortaya çıkarak tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Her durumda, kişinin ihtiyaç duyduğu türde, bir veya birkaç koldan yardım alabilmesi gerekiyor.
Ebeveynler önce kendi ruh sağlıklarını dengelemeli
Özellikle bu dönemde ebeveynler çocuklarının fiziksel sağlığı için olduğu kadar, bu dönemin çocuklarının gelecekteki ruh hallerini nasıl etkileyeceğini de merak ediyor. Ebeveynlere ne önerirsiniz?
Çocuklar, tüm yaş grupları içerisinde psikolojik açıdan uyum kapasitesi en yüksek olanlar, sahip oldukları zihinsel ve ruhsal esneklik, onları erken bir bağışıklık sistemi gibi koruyor. Şartlar değiştiğinde ruh sağlığı açısından en çabuk normalleşenler de çocuklar olacaktır. Bunun da istisnaları var elbette, ergenler bu süreci biraz daha sarsıntılı geçirebilir. Bunun dışında, ebeveynin yaşadığı ruh durum çalkantıları çocuğa da yansıyor. Takıntılı, yüksek kaygılı ebeveylerin karşı karşıya kaldığı rahatsızlıklar çocuklar üzerinde de benzer etkiler yaratıyor. Bu açıdan tıpkı türbülansdaki bir uçakta oksijen maskelerini ilk önce kendilerinin takması gerektiği gibi, ebevenlerin öncelikle kendi ruh sağlıklarını dengelemeyi başarması gerekiyor. Ancak çocuklar ve gençlerdeki ekran bağımlılığı bu hareketsiz yaşamın getirdiği kaçınılmaz bir sorun olarak karşımızda ve bu açıdan ekranla kurduğumuz tedbirli ilişki biçimi bir daha eski duruma dönebilir mi bilemiyoruz. Nesillerin düşünme, ilişki kurma, yaşama tarzı üzerinde kalıcı iz bırakacak şeylerden birisi ekranla geliştirdiğimiz bu simbiyotik ilişki olabilir. İnsan ruhunun selameti açısından bizim de yeni tedavi yöntemleri geliştirmemiz gerekiyor.
Yüz yüze rastlaşmaları asgariye indirecek bir yaşam tarzı geliştireceğiz
Pandemi ile ortaya çıkan sosyal mesafe, bizi kendimizle daha çok baş başa bıraktı. Bu, uzun dönemde kalıcı bir durum haline gelirse davranış şekillerimizde olumlu ve olumsuz ne gibi sonuçlar doğurur?
Tarih boyunca geniş kitleleri etkileyen kırılma anları, zorunlu istikamette tek bir tarzda tesir etmiyor insan yaşamına. Genellikle aynı anda her iki zıt yöndeki tepkiyi beraber veriyoruz. Bu salgında da hem “ten açlığı” denilen insana yakınlık ihtiyacımızı doyurma hem de bir nevi tiksinti veya korkuyu andıran insandan kaçınma davranışlarını bir süre gözlemleyeceğiz kanaatimce. Belki yakın olduğumuz insanlarla (yakın aile, yakın dostlar, en sevdiklerimiz) çok daha fazla kapalı bir topluluk oluşturarak başka gruplarla fiziksel ilişkileri, yüz yüze rastlaşmaları asgariye indirecek şekilde bir yaşam tarzı geliştireceğimiz öngörülebilir. Kontrol mekanizmasını işletebileceğimiz nitelikte ve genişlikte ilişki adacıkları oluşturabiliriz fiziksel yakınlık ihtiyacımızı karşılayabilmek için. Ancak bu yaşam tercihi de bir konfor aslında, toplu taşıma kullanıp, işi gereği her gün insanlarla yan yana bulunmak zorunda kalanlarımız için böyle bir seçenek mevcut olmayacaktır doğal olarak. Yeni iş yöntemlerinin geliştirileceğini ve büyük kentlerden sınırlı sayıda da olsa tersine göçün olacağını düşünüyorum ben.
Bu dönemden sizce evlilik ve ilişkiler nasıl etkileniyor?
Olumsuz etkilenmemesi mümkün değil elbette, ancak mesele insanların bunu karşılama biçimleri. Sorunlu evlilikler açısından, zaten evlilik ilişkisini sorunlu bir tarzda yürütmekte olan insanlar açısından yıkıcı etkileri olması beklenebilir. Evlilik ilişkisini istikrarlı yürüten insanlar üzerinde bile zorlayıcı etkilerini bekleyebiliriz. Bir yandan yaşamsal belirsizliğin, ömrün geçiciliğinin sürekli kaygı olarak yaşanması insanların yaşam tarzlarını sorgulamalarına yol açadursun, ekonomik belirsizlik de sürtüşmelere, kavgalara yol açan bir başka kaygı unsuru. Buna bir de çok dar bir alanda birlikte kapatılmış olmanın verdiği kıstırılmışlık duygusunu ekleyebiliriz.
Evlilikler, insanların ayrı ayrı yaşamaları ve yaşama karşı beraber direnmeleri üzerine kuruludur aslında
Ev dışında eşlerin bir iş yaşamları, sosyal çevreleri, arkadaşları, birbirleriyle paylaşmak zorunda olmadıkları ilgi alanları ve aktiviteleri vardır. Aslında evde çok kısıtlı bir süre bir araya gelir tüm aile. Ailenin, nesiller üzerindeki kültür aktarımı fonksiyonu, ikili ilişkiler ve yaşam tarzının tevarüs edilmesi üzerinden gerçekleşir aslında. Evliliğin bu dinamiği en başta kabul edilerek kurulur evlilik ilişkisi. Ancak bu akışı bıçak gibi kesen bir olağanüstü hali yaşıyoruz aylar boyunca. Çalışmayan veya evden çalışma seçeneği bulunmayan insanlar çoluk çocuk eve kapandılar. Bazılarının kendilerine yeterli alan yaratacak kadar fiziksel imkânı da yok. Özellikle işsizlerin, yaşlı emekli insanların ve kadınların üzerine bu süreçte daha ağır psikolojik bir yük biniyor. İnsanlar, dayanaklılığı sürdürmelerini sağlayan sosyal destek ağlarından mahrum bırakılıyor. Ev içi şiddet olaylarının tüm dünyada arttığını söylüyor istatistikler maalesef. Oto kontrolü yüksek, sağlam iradeli ve psikolojik esnekliği yüksek insanlar, pandeminin getirdiği kilit altına alınmanın ev içi psikolojik etkileriyle de baş edebilecek yetkinlikte olabiliyor, onlar bu süreçten çok fazla etkilenmeyebilir. Ancak yine de dışarıya açılana kadar geçecek sürede mümkün olduğunca eşlerin birbirlerine kendi ilgileriyle uğraşabilecekleri, tek başlarına kalabilecekleri alanlar açması, aile saadetinin korunması için gerekli bir tedbir kanaatimce.
Umarım pandemi az sayıda ancak derin ilişkiler kurmayı öğretir
Sizce, biz toplum olarak “yalnızlık” deyince ne anlıyoruz? Kaliteli yalnızlık denilen ve bireyin bilinçli tercih ettiği bir durumu kabul edebiliyor muyuz? Pandemi, yalnızlık konusunda olumlu ve olumsuz nasıl anlayış farklılıkları getirebilir?
İnsanın sosyal bir canlı olduğu kabulü (Aristoteles’in meşhur zoon politikon tanımındaki gibi), dünya genelinde hemen her kültürde baskın olarak kabul gören bir anlayış oldu yüzyıllar boyunca. İnsan kişiliği, kişinin dahil olduğu nispeten dar kapsamlı bir topluluk tarafından kodlanıp yönlendiriliyor, insana ait tüm kararlar ve girişimler bu topluluğun güdümü ve görünür/görünmez eli altında şekilleniyordu. İnsanların arzuları da bu topluluğun dizgelerine göre yaratıldığından aslında çok da sorun çıkarmadan birkaç bin yıl boyunca belirgin bir sorun çıkmadan -devrimciler, peygamberler, azizler ve deliler haricinde- insanın topluma ait bir canlı olduğu düşüncesi işe yarayan bir anlam çerçevesi sundu. İnsanın birey olarak değerlendirilmesi çok yeni bir olay; ne zaman ki imparatorluklar yıkılıp yerine ulus devletler kuruldu, insan üzerinde kontrol ve tahakküm gücü olan diğer birimlerin yetkesi aşınmaya yüz tuttu. İnsan kişiliğinin kolektif dokuması, devletin yetkisine transfer edildi. Ama bu arada endüstri devriminin yarattığı metropoller bu sürecin yatağını bambaşka bir yöne çevirdi. Kentleşme ve metropol hayatının getirdiği yeni ilişkiler, aynı zamanda yeni bir birey tarzını doğurdu. Kent yaşamındaki gündelik ilişkilerin çapı öylesine geniş bir alana yayılıyordu ki, birey onu zincirleyecek bağların her birinin erişiminden yeterince uzak mesafede kalabiliyordu. Dahil olduğu her farklı çevrede başka bir kişiliği oynayabilmenin imkanına kavuşan bu yeni birey, aslında temelde içsel yalnızlığını da yaratmış oldu. Eski çağlarda böyle bir yalnızlık, ancak bunun ağır bedelini cesaretle ödemiş insanların harcı iken, yeni modern birey sadece temas ettiği çevrelerden her hangi birine etkin katılım göstermeyerek gönüllü yalnızlığın sükûnetine kavuşabiliyor. Bunun da elbette, maliyeti çok hafif değil. Sosyal sermayeden (arkadaş çevresi, geniş aile, komşuluk ilişkilerinin güven telkin eden sarmalayıcı ağından) ve diğer destek unsurlarından (iş arkadaşları, meslektaşlar, ortak ilgileri nedeniyle karşılaşılan insanlar) mahrum kalmayı tercih etmek de, sürgünlüğün ve itibarsızlaştırılmanın acısı kadar olmasa da belirli nimetlerden vaz geçebilmeyi gerektiriyor.
Yalnızlık ihtiyacının anlaşılması
İnsan, bugün görebildiğimiz şekliyle ne sadece bireysel ne de sadece kolektif bir canlı, ikisinin arasında salınan bir sarkacı andırıyor daha ziyade. Kişiliğimiz, doğumumuzdan itibaren bizi sarmalayan ilişkilerin rengine bürünmeye meylederken; bireysel ve içsel yaşantımız, yaşadıklarımıza tekrar tekrar yüklediğimiz anlam, hiç bitmeyen o deruni murakabe de kişiliğimizi yeniden bir okumaya tabi tutma imkânı veriyor bizlere. Bizimki gibi henüz kolektif anlayıştan tamamıyla sıyrılmamış toplumlarda, özellikle son yılların hızlı dönüşümünden önce entelektüel- psikolojik gelişimlerini tamamlamış yaştaki insanlar tarafından çok elzem olan bu yalnızlık ihtiyacının anlaşılması çok mümkün değil. Ancak anlam stokları yeni kavramlarla yer değiştirdikçe bu seçilmiş yalnızlığın da en az yakın insani ilişkiler kadar gerekli olduğu kabul görecektir. Yine de, insanların yalnızlık hakkının teslim edilmesi, Batıdaki gibi bir terk edilmiş, yalnız bırakılmış insan yaratmaz umarım. İnsani ilişkilerin yüzeyselleşmesi, ruhumuzun ve zihnimizin de yüzeyselleşmesine, donuklaşmasına, bizi insan kılan empati yeteneğimizin körelmesine yol açabilir. Biz, birbirine emanet edilmiş canlılarız, normlarla düzenlenmiş destek sistemleri her ne kadar gerekli olsa da, bizleri yaşatan ve büyütüp çiçeklendiren asıl şey, ötekinin içten ilgisi, dikkati ve şefkati.
Pandemi, bireyselleşmiş toplum anlayışındaki insanlara, aslında tercih etmediğimiz yalnızlığın ne kadar acı ve korku verici bir şey olduğunu hatırlattı sanırım. Pek çok insanın bu dönemde apar topar evlenmeye karar verdiğini görüyoruz. Veya ayrı, tek başına yaşayan ebeveyn ve çocuklar tekrar aynı evde yaşamaya karar veriyorlar. Nefesimizi birinin duymasını, yüzümüzü birinin izlemesini, varlığımızdan birilerinin haberdar olmasını istiyoruz. Kıymetli olan şeyin, sevdiklerimizle ve seçilmiş yakın insanlarla dünyamızı paylaşmak olduğunu fark ediyoruz. Daha az sayıda ama daha derin ilişkiler kurmayı öğretir umarın bu pandemi bizlere. http://www.kemalsayar.com