Türkiye Cumhuriyeti’ni anlamaya ve dolayısıyla geleceğe taşımaya çalışırken en iyi niyetli çabaları bile niyetinden saptıran, onu dar bakış ve söylemlerle “tartışma”ya açmaktır. Zira Türkiye Cumhuriyeti, her şeyden önce büyük bir fikirdir ve büyük bir düşünce zenginliğinin ürünüdür.
Cumhuriyet Söyleşileri’nde, yüksek değerlere inanmış, bu değerlerle yaşamak için çaba göstermiş, üretmiş ve bu ülkeye gönülden bağlı insanlarla Cumhuriyet’i anlamaya çalışmaya devam ediyoruz. Bu haftaki konuğumuz, her sohbeti ile ayrı bir meşale yakan Prof. Dr. Ahmet İnam…
Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefi temellerini ve “Yüzünü Batı’ya dönmüş Cumhuriyet”i soruyoruz; Ahmet Hoca yine bizi derinlere taşıyor: “Batı veya Doğu gibi bir sınıflama hep belli bir bakış açısından ve belli bir amaç güdülerek yapılmış. Zamanla bu amaç unutulup bu Batı-Doğu meselesini bir matematiksel gerçeklik gibi düşünmeye başlamışız. Batı Anadolu’dur. Doğu dediğimiz ise Uzak Doğu’dur, Hint ve Çin’dir hatta İran bile dil ve kültür olarak Hint-Avrupa kültürüdür.
Biz Roma’da yaşıyoruz aslında. Roma’nın devamıyız. “Osmanlı Batı’ya yüzünü çevirdi” sözü anlamsızdır ve bir Arap anlayışının sonucudur. Sanki bir Doğu var ve biz o Doğu içinde olursak özümüze dönermişiz gibi bir algı mevcut. İslam kültürünü, Doğu zannediyoruz. Hâlbuki değildi. Tek tanrılı dinler zaten Batılı’dır. İslam, Yahudi ve Hristiyan kültürü içinde oluşmuştur. Cumhuriyet’in kurulması, ülkenin yüzünü Batı’ya değil, dünyaya dönmesi olarak nitelenmelidir.”
“Bu Cumhuriyet hepimizin, birbirimizi anlamak zorundayız”
Kavram kargaşaları arasında gürültüye boğulan hakikatin sesini ve toplumun “tarafların” oluşmasını konuşuyoruz. Ahmet Hoca diyor ki: “Bu Cumhuriyet hepimizin… Anlamak gerekir.
Her iki tarafta da anlama özürlülüğü söz konusu. Hepimizin olan Cumhuriyet’i paylaşamazsak, farklı düşünceler yaşayanlarla ve farklı anlayışlarla hatta o bize bırakılan Cumhuriyet’in temel değerlerine düşman olan, Atatürk’e nefret duyan insanlarla konuşamazsak, iletişim kuramazsak bu Cumhuriyet’i yaşatmakta sıkıntı olabilir.
Kendi bakışımızı egemen kılacağız anlayışıyla Cumhuriyet’i yaşatamayız. Hangi görüşten olursak olalım… Bu görüşlerin harmanlanmasıyla geleceğin olanaklı olabileceğini düşünüyorum. Ne kadar birbirimizi yesek de eninde sonunda bunu yapmak zorunda kalacağız.”
Yeniden hatırlıyoruz; Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği birbirimizi anlamaktan geçiyor.
Öncelikle kavramlar konusunda yaşadığımız kargaşadan başlamak isterim. Günlük hayatımız içinde gerek bireysel gerekse toplumsal konularda görüyoruz ki bir konudan herkes başka bir şey anlıyor ve kavramların tanımları konusunda uzlaşılsa bile aynı söylemlere dayanan birbirinden farklı davranışlarla karşılaşıyoruz. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
Tabii, kesinlikle bu böyle… Çünkü kavramlara bakıştaki kaygı, kafamızdaki çıkarlar ve kavram dışı elde edebilirliğimiz için kavramlar sadece varmaya çalıştığımız o hedefte, kullanacağımız araçlar oluyor. Eğer güç elde etmeye çalışıyorsak, örneğin adalet kavramını o gücü elde etmeye nasıl hizmet ediyorsa öyle kullanıyoruz. Dolayısıyla kavram saygısı ve kavram duyarlılığı diye bir şey yok. Kavramlarla ilişkimizde bir problem var çünkü bizim için hayat sonuç alma ve yaşamımızı, gücümüzü sürdürebilmek için çözümler bulabilme…
Dolayısıyla kültürümüzde ve son belki çeyrek yüzyıldır, kavram duyarlılığı dediğimiz kavramlar üzerine düşünmek, kavramların hakkını vermek, büyük ölçüde eksik. Bu, eğitimin kendisinden de yaşadığımız hayatın bizi sürüklediği akıştan da gelen bir şey ama bütün dünyada olan bir şeydir. Amerika’daki Trump seçimlerini düşünün… Belki de hep öyle olagelmiş. Yüksek değerleri öylesine kendi çıkarlarınız için kullanabiliyorsunuz ki -o değerler kavramlar tabii- o kavramları istediğiniz gibi çekip kısaltıp kırpıp onlara kendi kafanıza göre biçim verebiliyorsunuz.
Dolayısıyla insanların kavramlarla ilişkisinde düşünme güçleri büyük ölçüde düşmüş. Çünkü koşuşturma içinde… Düşünmeye ayırdıkları zaman veya nasıl düşünecekleri konusunda yeterli duyarlılıkları ve donanımları olmadığı için onlara dayatılan büyük propagandalara maruz kalıyorlar.
“Bizim insanımız maneviyatı din sanıyor”
Hani bu hakikat sonrası dediğimiz, dünyaya belirli bir süredir egemen olan dünyadaki düzenin getirdiği bir şey… Hakikat diye bir şey yok dediğimiz zaman, o zaman kavramlar diye de bir şey yok. Bir “adl” var, diyelim ki adalet, onu istediğiniz gibi çekip kendinize göre ayarlayabiliyorsunuz. Böyle bir kavram olabilir mi? Yani adalet için mücadele ediyorsunuz ama karşı tarafta adaletsizlik yapan insan da adaleti yerine getirdiğini düşünüyor ve dolayısıyla hiç kimse adaletten saptığı konusunda bir düşünceye sahip değil.
O zaman adaleti nasıl oluşturacaksınız? İnsanların gönüllerinde vicdan nasıl meydana gelecek? Sürekli olarak insanlar hep haklı olduğunu düşünüyor. Şiddet uygulayan, hırsızlık yapan, yalan söyleyen de haklı, ona karşı çıkan ve adalet isteyen de haklı… Haklı ile haksız, doğru ile yanlış birbirine karışmış. Dolayısıyla bu çok büyük bir tehlike…
Hele bizim gibi ülkelerde sağlam bir entelektüel altyapı da olmayınca, -felsefede “tin” diyoruz tabii ama herkesin anlaması için buna “maneviyat” diyelim- bilimin, sanatın, inancın sağladığı yüksek değerleri ifade eden maneviyatı bizim insanımız tamamen din olarak algılıyor, dini de şekil olarak anlıyor. Bu çok büyük bir tehlike… Dolayısıyla buna karşı olanların kafasında da o ibadet ediyorsa yobazdır var, öbürünün kafasında da meyhaneye gidiyorsa teröristtir, vatan hainidir… Bitti iş.
Ve böylece toplumda çatışma ortamı ortaya çıkıyor?
Tabii ve bu felaket bir şey… Size kocaman bir laf edeyim. Bu dünya dediğimiz gezegen aslında, 21’nci yüzyılın ilk çeyreğinde büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Geçmiş yüzyıllarda sınırlı da olsa insanların bir değerleri, manevi hayatları vardı.
Yani bir kısmı bunu dini inançlarla yaşıyorlardı, bir kısmı bunu düşünceyle, sanatla, bilimle, edebiyatla, yüksek ahlak anlayışıyla yaşıyordu ama giderek bu teknolojinin de olumsuz yönde katkısıyla özellikle bu yapay zeka ve teknolojinin sağladığı gerçekliği çarpıtmayla, söylemediğiniz sözleri size söyletme gibi tekniklerle, bu yüksek değerlere bağlı insanların, dürüstlükten, doğruluktan, hakikatten yana olan insanların, bu dünyadaki etkinlikleri, söz sahibi olmaları da maalesef ortadan kalkıyor.
“Yeryüzü ve dünya büyük bir tehlikeyle karşı kaşıya”
Birçok insan bunun farkında değil. Bu önümüzdeki yirmi, yirmi beş yıl içinde ortaya çıkacak, diye düşünüyorum. Belki insanlık tarihi böyle aşamalardan geçmiştir. İnsanı insan yapan değerlerin aşınması ve yozlaşmasıyla ortaya yaşanası olmayan bir dünya çıkacak.
Bunu da bir biçimde insanlar atlatacak. Belki savaşlarla belki daha başka ağır travmalarla… Bu belki insanın insan olabilmesi için yaşaması gereken aşamalardan biri de olabilir.
Ülkemizin de bundan pay aldığını düşünüyorum. Hâlâ bazılarımız, iyilerle kötülerin mücadelesinde hep iyiler kazanır, diye düşünüyor ama bu filmlerde oluyor. Çünkü herkes kendine “iyi” diyor. Kötü bildiğiniz taraf kendine “kötü” demiyor ki; “Ben iyiyim” diyor.
Yani gücü gücüne yetene?
Evet, kim güçlüyse o “iyi” oluyor. Ezilen, zayıf olan kötü oluyor. Dolayısıyla ahlak değerleri güce bağlı olan bir şey… Bir felsefeci olarak hatırlatayım, Platon’un Devlet’inde adaletin ne olduğuna dair tartışmada, “Thrasymakhos” diye bir tip vardır. Thrasymakhos çok gerçekçi bir biçimde, adalet güçlünün yaptığıdır, söylediğidir, gücü olan adildir, demektedir.
Garibim Sokrates de çırpınır, böyle olmaması lazım diye… Platon bu tartışmada sözde Sokrates’in Thrasymakhos’u ikna etmiş gibi bir sonuç ortaya koymaya çalışmıştır ama olmamıştır. Yani Thrasymakhos hâlâ aramızda yaşıyor. İşte şiddet uygulayan, her türlü çarpıtmayı yapan güç sahibi insanların hepsi bir Thrasymakhos’tur.
Thrasymakhos sadece politikada değildir, akademik hayatta da öyledir. Liyakatsiz işler yapmaya çalışan insanların, maalesef çok kötü biçimde yürütülen sadece puan kazanmaya yönelik sınavların ve eğitim biçiminin olduğu bir dünyada, ülkemizde bundan payını alıyor.
Amerika’da bu sefaleti görebilirsiniz ama o sefaletin değmediği beş, on tane kurum da var. Büyük üniversiteler var. Çok ucuz biçimde doktora alabileceğiniz üniversitelerin yanında çok değerli eğitim kurumları da var. Bizde bunların sayısı giderek azalıyor ve seviye de giderek düşüyor.
“İnsanlar gücü elde tutmak için her şeyi yapmaya hazırlar ama umut her zaman var”
Gücü elde etmeye çalışan ve iktidarı ellerinde tutan insanlar, sadece o iktidarı ellerinde tutmak için her şeyi yapmaya hazırlar. Yaptıkları en önemli şeylerden biri de bu insanların manevi yaşamındaki değerleri, manaları, kavramları, çarpıtmaktır. Bunu yapabiliyorlar. Oysa bugün iktidar da kendilerine “muhafazakar” diyor ve önemli bir kısmı da “dindar” olduğunu söylüyor ama bindikleri dalı kesiyorlar.
Ülkeye o kadar büyük zarar veriyorlar ki bu zararı, gelecekteki yirmi beş veya elli sene sonra yaşayacak insanlar göreceklerdir. Çünkü onların yaşadıkları anlam dünyası ve manevi değerler çarpıtılmış, hayatın çıkarlarına uygun hale getirilmiş değerler olacak, bilge insanları göremeyecekler. Yüksek değerleri yaşayacak insanları göremeyecekler veya bunlar çok az olacak.
Olanlar da kabuğuna çekilmiş olacak, yazık olacak bu ülkeye diye düşünüyorum ama ümit her zaman vardır. Unutmayalım ki insanlık tarihinde bunlar hiç yaşanmamış şeyler değil, başka biçimlerde de yaşanmış. Buralardan çıkılacak.
“Doğa eninde sonunda kendi akışına biz insanları çekecektir”
Ben şuna üzülüyorum; kısa vadede diyelim ki bir mücadele yapıldı; bu ülkedeki düşüncenin, hayata bakışın, parlamenter sistemin yaşayışı ile ilgili bir değişim isteği vardı. Gerçekleşmeyince insanlar hemen tekrar kötümserliğe ve birbirini suçlamaya başlıyorlar. Hâlbuki tinsellik yani maneviyat alanındaki mücadele uzun erimlidir ve kendi hayatımızla sınırlı değildir.
Biz gelecek kuşaklar için mücadele veriyoruz. Bunu unutmamak lazım ve bütün gücümüzle ne kadar direniyorsak direnmeliyiz çünkü haksızlıklar devam edecek. Daha ağır adaletsizlikler yaşanabilecek ülkemizde. Buna hazır olmak lazım ama bu mücadeleyi gerçekten benimseyip gücümüzü toparlamamız lazım. Neden biliyor musunuz? Doğaya da baktığınız zaman doğa sürekli olarak tazelenendir, “doğan” demektir.
Sürekli doğum ve değişimlerle gelişendir. Dolayısıyla değişmeye set vurmaya çalışan bunu engellemeye çalışan, çoklu görüşlerin, farklı bakışların, çeşitliliğin, renkliliğin, yaşama sevincinin içinde olmadığı bir hayat doğaya aykırı bir hayattır. Dolayısıyla doğa er geç eninde sonunda kendi akışına biz insanları çekecektir. Bugün hemen hemen bütün dünyada, uygar dediğimiz ülkelerde bile yapılan siyaset maneviyattan ve yüksek değerlerden yoksun bir siyasettir.
Fransa’da da bunu görebiliyorsunuz, İtalya’da da, Amerika’da da… Politika yapan insanların çoğu bir şey bilmiyor. Kendi partilerinin müziğini, şarkısını söylemeye çalışırken bile olmuyor. Zaten o da kötü bir müzik, böyle ince duyarlı, içinde hüzün ve sevincin olduğu ya da politikaya atılan insanların şiirler dinlediği…
Sanatçı ya da bilge ruhlu insanlar, siyasette olamıyor diyorsunuz?
Evet ama dünyanın genelinde bu böyle. Onlar hep politikayı çok kötü bir şey olarak bildikleri için karışmıyorlar ve o zaman da hoyrat insanlar o kocaman ayaklarıyla gül bahçesine giriyor. O bahçeye girip maalesef o bahçenin sahibi, egemeni olmaya çalışıyorlar. Bahçede gül kalmıyor ve onlar bahçeyi yönetiyorlar.
Güllerin, çiçeklerin hatta çok farklı ayrık otlarının, çiçek açtığı ve ağaçların yetiştiği bir bahçedir dünya ve ülkemiz. Hâlbuki kendi diktikleri fidanları yetiştirip onları bahçeye egemen kılmaya çalışıyorlar. Onları beğenmeyen iktidarda olmayan insanlarsa bahçeden bir an önce kaçıp başka bahçelere gitmek istiyor olabilirler. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında buraya gelmiş oluyoruz maalesef.
“Vicdan değil, ahlak duygusu”
Teknolojinin gelişimi ya da değerlerin çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmesi gibi bütün bu anlattıklarınızın olmaması için, bu çarpıklığın gelip dayandığı bir nokta ve insanı durduran bir yer var ya da olmalı… Orası neresidir, vicdan mı?
Tabii, ne demek istediğinizi çok iyi anladım ama siz de biliyorsunuz felsefi terimlerde “vicdan” kelimesini kullanmıyoruz. Bu kavram duyarlılığı ile çok alakalıdır. Vicdanı kendi bakışımdan ben, biraz sosyokültürel bir şey olarak anlıyorum. Bu küçük yaşlarda içinde büyüdüğümüz arkadaş ve eğitim çevremiz bize, şu doğru bu yanlış, bu güzel, bu da çirkin diye öğretiyor. Dolayısıyla oralardan bir vicdan devşiriyoruz ve oluşturuyoruz. Bir de vicdandan önce olan bir şey var. Çünkü vicdanı da çarpıtabiliyoruz.
Hırsızlık yapan birisinin vicdanı, o hırsızlığı meşru kılan bir çevrede oluşabiliyor ve dolayısıyla “İyi ki çaldım, zaten bunlar haksız yere bu malı, almışlardı. Çalıyorum ama sor neden çalıyorum. Hakikatin, hakkın hatta kutsal kitapta buyrulmuştur ki bu kâfirlere karşı onların gözünde hırsızlık gibi görülen her türlü şey yapılabilir çünkü burada bir savaş söz konusudur. O savaşta yenmek için hak ile batın arasında…” diyebiliyor. Böyle sürüp gidiyor ve bakın nasıl vicdan oluşturulabiliyor.
Şimdi vicdanı böyle oluşturulabilen çevreye bağlı bir şey olarak anlarsak o zaman onu anlatmamız zor oluyor. Oysa biraz felsefi terminolojiye göre söylersem ve Kant’ı düşünürsek onun ahlak anlayışında, “ahlak duygusu” olarak Türkçe’ye çevirebileceğimiz bir şey var ve bu içinde yaşadığımız kültürle de biçimlenemeyecek bir durum. Yani her ne kadar babamız bize bu doğru bu yanlış dese de çocuk “Hayır, bu yanlış” diyebilir. Çocuk bunu görebilir.
“Ahlak duyarlılığı genlerimizde var”
İnsanda böyle Homo Sapiens Sapiens olarak genlerinden getirdiği bir ahlak duyarlılığı, duygusu var hatta bugün araştırmalar gösteriyor ki nörofizyolojik yapısı belli biçimde gelişmiş canlılarda bu var. Mesela kafesteki iki maymunun birine devamlı muz verilirken öbürüne ekmek veriliyor. Bir süre sonra ekmek verilen maymun isyan ediyor. Demek ki bu çok biyonöroloijk hatta biyoekolojik bir şey…
Bu çok, canı olmanın, biraz düşünmenin ve akıl sahibi olmanın getirdiği bir şey… İşte o köklerimizde bulunan duyguyu işleyebilmek önemli. Onu işleyebilmemize engelleyen şey kültür… Siz üç yaşındaki çocuğu kendi eğitim tarzınızın içine sokup sürekli onun beynini yıkamaya çalışırsanız o insan olmaktan ileri gelen ve yüksek değerler yaşayabilecek ahlak duygusunun üstünü örtüyorsunuz.
“Cumhuriyet, o ahlak duygusunun üstündeki örtüyü kaldırdı”
Bunun bir sonu olmalı ama?
Tabii, o üstü örtülü olan duyguyu her zaman açmanın imkânı var. Ben Cumhuriyet’in kurulduğu dönemlerde bu örtünün büyük ölçüde açılmaya çalışıldığını düşünüyorum. Gerçekten bizi insan kılan, insan olmanın getirdiği o ses hepimizin içinde var. Bize doğruyu yanlışı söyleyen o sese, ta yüzyıllar önceden Sokrates, “Daimon” diyordu. Haksızlık yapan da o sesi duyduğu zaman yaşayamıyor veya çok acı çekiyor.
Belki tekrar o haksızlığı düzeltmeye çalışıyor ama şöyle bir mekanizma var; helallik istediğiniz zaman meseleyi çözmüş oluyorsunuz. Hayır, yani bu böyle olmaz. Aslında o yüksek değerde Allah/Tanrı inancı, içimizdeki sestir. O sesi bu insanlar kendi çıkarlarına uygun olarak, kendi işitmek istedikleri şekilde işitiyorlar. O yüzden mesela FETÖ hareketine baktığınız zaman da her türlü haksızlığı yapabiliyor çünkü kendince yüksek bir hedef için hırsızlık, cinayet gibi her türlü şey meşru hale gelmeye başlıyor.
Bu gibi durumlarda kendi oluşturduğunuz ahlak düzenini çok yukarıda yüksek bir yere bağlıyorsunuz. Dolayısıyla o içinizdeki sesi kısmış ve üstünü örtmüş oluyorsunuz. Bu çok hazin bir şeydir ama bu tarih boyunca hep yapılmıştır. Yeryüzündeki mücadeleler hep böyle olagelmiştir.
“İnsan olmak problemli olmak demektir”
Machiavelli’yi ya da Hobbes’u okuduğunuz zaman insan doğası gereği güç üretmeye çalışan bir varlık. O gücü elde edebilmek için her şeyi yapabilir. İnsanlar binlerce yıldır birbirilerini doğramışlar, işkenceler, haksızlıklar yapmışlar ve bunların birdenbire şimdiki yüzyılda düzelebileceğini sanmak gerçekçi değildir. Zaman zaman tek tanrılı dinlerin peygamberleri geldiği zaman, artık kurtuluş zamanı geldi, haksızlık ortadan kalkacak, denmiştir ama kalkmamıştır.
Çünkü bu mücadele hep sürüp gidecektir bence hatta bir kehanette bulunayım; sadece tahmin ediyorum ki dünya dediğimiz gezegen bir gün yok olacak ya da yaşanmaz olacak ve insanlar başka bir yere göçecek. O anda bile problemler çözülmeyecek. İnsan olmak problemli olmak demektir.
Çatışma varsa hayat var yani?
Tabii, hep böyle olacak. Dolayısıyla bunun olabildiğince insanın yüksek değerlerine yakışan biçimde yapılması önemlidir. Çünkü bir mücadele düşünün, insanlar hakikaten kendi içlerindeki sesi dinleyenlerle bu sesi duymayan insanlar arasındaki mücadele farklıdır.
Dolayısıyla gelecek yüzyıllarda yine bir mücadele olacak ama o mücadele, belki daha hakça bir mücadele olacak. Bir benzetme yaparsak bir futbol karşılaşması olacak ama oradaki kurallar daha haktan yana olacak yoksa rakibini deviren maçı kazanmak için her türlü hileyi yapanın kazandığı değil, daha iyi oynayanın daha başarılı olanın kazandığı bir mücadele olacak.
Dolayısıyla maç yani mücadele sürecek, savaşlar da bir biçimde devam edecek. Bunu şundan dolayı söylüyorum; insan gelişmeye çok açık ve şu anda eriştiği uygarlık düzeyinin çok yukarısına çıkabilecek bir varlık. Bilimde, sanatta, ahlak hayatında yüksek ürünler ve değerle koyabilecek bir varlık ama bu gezegende binlerce yıllık serüveni içinde buna ulaşamamış veya çok azına ulaşabilmiş. Çok büyük kayıplar vermiş, acılar çekmiş.
Belki de bunlar gerekli insanın olgunlaşması için ama daha az zararla daha az haksızlıkla daha güzel bir yaşam nasıl oluşturulabilir?
Buna ulaşmaya çalışma ve bundan sonra alacağımız derslerle mümkün. Bakın tek tanrılı dinleri veya ondan önceki çok tanrılı dinleri, Budizmi veya Konfüçyüs’ün inanç düzeylerini düşündüğünüzde, bütün bunlar bu yeryüzünü daha yaşanır hale getirmeye, insanların sahip oldukları o vicdan yani iç sesi dinlemeye yatkın olmaları için görüşler ileri sürmüşlerdir.
Şimdi de devam ediyor bu mücadele ama birçok kayıplar vererek ve zaman zaman bu sesin tamamen duyulmadığı büyük gürültüler yüzünden, çekişmeler ve bağrışmalar yüzünden artık vicdanımızın sesinin işitilmez olduğumuz bir dünyaya doğru gidiyoruz. Bunlar geçici aşamalardır diye düşünüyorum. O bakımdan hiç karamsar olmamak ve önce anlamak gerekir.
Zaten anlamaya çalışarak hareket etsek birçok şey, daha o anda iyileşmeyecek mi?
Tabii ve bir de “anlama” var, “anlama” var. Bu dünyada, “kapitalist”, “emperyalist”, “neoliberal” ne derseniz deyin bu düzenin içinde anlama denilen şey hedefe varma anlamasıdır. Şimdi bu anlama çok hedef odaklı ve uygulamaya dönüktür. Elbette insan için gereklidir ama bir de hakikaten biraz mesafeli durarak anlama vardır; belki bunu felsefeciler anlamak için anlama veya temaşa ile anlama olarak ifade eder ve bu da galiba dünyada giderek azalan bir anlama biçimidir.
Dünyada anlama çabası sisteme hizmet eder. Üniversiteleri de bu sisteme uygun hale getirdiler, bu pazarın, ekonomik yapının çalışması için. Mutluluk üzerine düşünüyorken de insanları nasıl mutlu kılabiliriz diye hep bir uygulama durumu var. Eski kültürlerdeki bilge insanların gördüğü işleri şimdi yaşam koçları veya terapistler yapmaya çalışıyor.
“Felsefeyi tezgâhlıyorlar”
Felsefe, ezelden beri başlı başına kişisel ya da toplumsal gelişimin zaten kendisi değil midir? “Kişisel gelişim” diyerek bunu yeni bir şey keşfetmiş gibi anlatmak da sıkıntının kendisi sanırım?
Tabii felsefe zaten gelişimdir. Bakıyorum mesela internette birçok video çekip yayımlayan kişi var. Birçoğu da benim öğrencimdir. Bayağı felsefeyi tezgâhlıyorlar. İşte “Bizim kurslarımıza katılırsanız eleştirel düşünmeyi öğrenirsiniz” vs diye neredeyse felsefeden kuş çıkaracaklar. Bu tavır zarar da verebilir ama onları da anlıyorum. Felsefenin hakikaten kendine özgü bir saygınlığı var ama çağımızda bu büyük ölçüde çaptan düşmüştür.
Biraz da felsefi olarak uğraş vermek zor geliyor sanırım, o kadar emek vermek istemiyoruz, hemen her şeyi halledelim istiyoruz, diyebilir miyiz?
Bütün problem orada zaten… Hemen her şeyi anlamak istiyoruz. Vakit yok. Sabahın köründe işe gidiyorsunuz, akşam da yorgun geliyorsunuz ve hemen anlamak istiyorsunuz: “Bu Kant ne diyor Allah aşkına? Bana beş dakikada anlat!”
“Düşünürken sonuç almak gibi kaygılarınız varsa felsefede bir şey yapamazsınız”
Ya da Kant’ın söyledikleri benim hayatıma nasıl etki edebilir, buna kafa yoramıyor?
Evet ve hemen bunu anlamak istiyor. Hâlbuki maalesef bu ikinci anlamdaki anlama, çok yavaştır. Zaman isteyen bir anlamadır. O zahmete giren insanlar çok az… Ben neredeyse yarım asırdır öğrencilerle birlikte olduğum ve kendimce felsefe anlatmaya çalıştığım için giderek şunu görüyorum; gençler artık leb demeden leblebiyi anlıyor. Onlara diyorum ki siz felsefede büyük olasılıkla çok bir şey yapamazsınız. Çünkü çok hızlı düşünüyorsunuz ve düşünürken başka kaygılarınız var. Sonuç almak, etkin olmak gibi…
Yükselmek için önce derinleşmek gerekiyor?
Tabii… Maalesef bu konuda 19’ncu yüzyılın sonları ve 20’nci yüzyılın başlarında işler değişti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra…
“Umut, adını sanını popüler ortamlarda duyamayacağınız değerli insanlarda”
Ama baktığınızda sağlam ilerleyen insanların metodu hâlâ aynı. Onlar çağımızın kendilerine çelme takmasına izin vermiyor. Yanılıyor muyum?
Doğru… Şükür ki varlar. Diyebiliriz ki hâlâ dünya dönmeye devam edebiliyorsa bu az sayıdaki insanın yüzü suyu hürmetinedir. İslami görünüşlü bir laf da kullandık ancak gerçekten onların sayesindedir. Böyle insanlar var ama mesela Žižek gibi felsefeciyim diye ortaya çıkan kişileri düşünürsek bir artistik tavır, etkin olma, popüler olma çabası da var tabii.
Ancak bu işi çok büyük emekle yapan çok saygın, adını sanını belki popüler ortamlarda duyamayacağınız, değerli insanlar var ve bundan sonra da olacaktır. İşte, umut onlardadır. Çünkü teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin hiçbir şey o içimizdeki insan olma sesini veya kâinatın, varlığın, vicdanın ya da Tanrı’nın sesini ortadan kaldıramaz.
Ne kadar gürültü yapsa da o ses bu gezegende yaşayan insanların kulaklarına hep gidecek ve bir kısmını mutlu edecek bir kısmını da rahatsız edecektir. Ama o sesi duymak lazım. Hani Nietzsche yazılarını kulakları olan işitsin, diye bitirir ya işte o ses.
İşitmenin de bir sorumluluğu var tabii…
Tabii… İşittiniz mi tamamdır. Ondan sonra işitmedim, diyemezsiniz. Herkesin bir etkinliği vardır. Mesela biri güzel yemek yapar ve öyle güzel servis eder ki oraya yemek yemeye gelenler, yemek yerken içlerindeki sesi de duyabilirler. O kapalı olan kulaklarını açmaya başlayabilirler. Herkes bu mücadelenin içinde olabilir. Bunun bir tek yolu yok. Yani yalnız siyasete sorumluluk atılamaz.
Siyasetin doğasında büyük gürültü olduğu için o sesi duymak, siyasetçiler için oldukça zor. Duyan ve duyduğu ses doğrultusunda gitmeye çalışan insanların da önünde ona çelme takanlar başka türlü çıkar hesapları içinde olacağı için böyledir. Bu dünyada yaşanası bir gezegen yaratabilmek için herkesin yapabileceği bir şey var. Mücadele çok çeşitlidir.
Evde çocuk yetiştirenin de bir belediye temizlik işçisinin de matematik öğretmenin de yapabileceği bir şey var. Matematik öğretirken içindeki sesi duymayı da öğretebilir. Resim yaparken yaptığı resmin insan olmakla ilgili yanlarını öğretebilir.
“Batı dediğimiz Anadolu’dur”
Peki Türkiye Cumhuriyeti’nin felsefi temellerine gelirsek, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, yüzünü Batı’ya döndüğü ifade edilen bir ülke… Batı uygarlığı ise temelini Antik Yunan, Antik Roma ve Antik Anadolu’dan yani bizim şu anda yaşadığımız topraklardan almış. Biz kendi coğrafyamızın kökleriyle düşünsel olarak ne kadar bağ kurabilmişiz?
Şimdi burada Batı veya Doğu gibi bir sınıflama var. Bunlar hep belli bir bakış açısından ve belli bir amaç güdülerek yapılmış sınıflamalar ama zamanla bu amaç unutulupp bu Batı-Doğu meselesini bir matematiksel gerçeklik gibi düşünmeye başlamışız. Batı, Anadolu, bizim burasıdır. Doğu dediğimiz Uzak Doğu’dur, Hint ve Çin’dir hatta İran bile dil ve kültür olarak Hint-Avrupa kültürüdür.
Zamanla tarih içinde birçok şey değişmiştir. İlber Hoca da hep söyler, biz Roma’da yaşıyoruz aslında. Roma’nın devamıyız. “Osmanlı Batı’ya yüzünü çevirdi” sözü anlamsızdır ve bir Arap anlayışının sonucudur. Sanki bir Doğu var ve biz o Doğu içinde olursak özümüze dönermişiz gibi bir algı var. İslam kültürünü, Doğu zannediyoruz. Hâlbuki değildi. Tek tanrılı dinler zaten Batılı’dır.
İslam, Yahudi ve Hristiyan kültürü içinde oluşmuştur. Dolayısıyla biz Batı’ya yüzümüzü çevirerek yanlış yaptık, diyerek oradan geliştirilen bir hayat anlayışta, bugünkü iktidarın bir şekilde savunmaya çalıştığı görüşte, büyük sorunlar olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet’in kurulması, ülkenin yüzünü Batı’ya dönmesi olarak değil, yüzünü dünyaya dönmesi olarak nitelenmeli. Ben, ülke yüzünü bütün dünya kültürlerine açık olmaya çevirdi; evrensel insan olmaya çevirdi, diye anlıyorum. Çünkü benim anladığım, mesela Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde İslam’a bir yüz çevirme diye bir şey yoktu.
Orada Kuran’ın yeniden tefsir edilmesini düşündüğümüzde, İslam’ı yeniden hayatımızda anlamlı kılma çabası gösterildi. Yani Cumhuriyet’i oluşturan düşüncenin, dine karşı olduğu ya da dine bağlı insanları aşağıladığı anlatılmıştır ama ben böyle olmadığını, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Cumhuriyet hayatı içinde dinin yeri ile ilgili yeni yorumlara, yeni öykülere ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Tarihi o açıdan alıp yeniden yazmaya çalışmak gerekir.
Bunun yapılmadığını düşünüyorum çünkü bunu yapabilecek insanlar bir kere küçük yaşlardan itibaren dini bir eğitimle yetişmişlerse o dini eğitim, onlara belli ideolojik bakış açıları da öğretilmiş oluyor. İslam’ı öğrenmek isterken aslında İslam’la bağdaştırılmaya çalışılan belli bir dünya görüşü öğreniyorlar. Belki tarikatların belki belli bir çıkar gruplarının anlayışı dikte edilmeye çalışılıyor ve oradan bir İslami hayat anlayışı çıkıyor.
“Cumhuriyet Enstitüleri kurulmalı”
Bu konularda çok eksik olduğumuzu düşünüyorum. Düşünen kafaların yeterli olmadığını, Cumhuriyet’in anlamı ve değerleri ile ilgili böyle çalışmaların, yeni kurumların oluşturulması gerektiğini düşünüyorum. Bir takım çalışmalar olsa da belki “Cumhuriyet Enstitüleri” oluşturulmalı, oralarda çok sesli çalışmalar yapmak lazım.
Orada bu konuları araştıracak insanların veyahut akademisyenlerin çok değişik dünya görüşünden olmaları ve bir arada çalışma terbiyesi edinebilecek insanlar olarak çok yüksek entelektüel düzeyde bunları tartışmaları gerekir. Bu konuları çalışabilecek kişiler olması, ödün vermeden ortaya ürün koyabilecek insanlar olması lazım. Bu tür çalışmalar yapıldığı zaman gücü elinde tutanlar çok endişeleniyorlar.
“Eyvah, bizim cemaatimizin bakışı tehlikeye girecek. Bu insanlar öyle görüşler ortaya atacak ki bizim partimizin ya da cemaatimizin artık etkisi kalmayacak,” diye… Dolayısıyla hep çıkar kaygıları öne çıktığı için hakikate yaklaşma zorlaşıyor çünkü hakikat bir defa kendi kafandaki ön tasarımları olabildiğince soğukkanlılıkla bir kenara koymakla olanaklıdır ama böyle bir hava şu anda Türkiye’de yok.
“Hesaplarla düşünülmez”
Benim dindar akademisyen ve bu konuları çalışabilecek öğrencilerim var. Mesela onlar da bu işi yapamazlar çünkü bir partiye ve cemaate bağlılar. Özgür olmaları gerekir çünkü ben bu işi yaparsam bu CHP’ye yarar veya başkalarına yarar, diyerek hesaplarla düşünülmez.
Düşünmek böyle bir şey değil. Bizim ülkemizde düşünme bu yüzden yok. Düşünen insan böyle kaygılar taşıyorsa bitti. Buradan bir yere gidilmez. “Partim ne der, cemaatim ne der?” veya “Ben masonum, masonlar bana ne der, ben komünistim komünistler bana ne der?” ile olmaz. Sen bir defa düşünensin. Felsefede “epokhe” dediğimiz, “paranteze alma” anlamına gelen Antik Yunan’da kuşkucu düşünürlerin kullandığı bir terim var.
Düşünürken ön yargılarımızdan olabildiğince sıyrılmak anlamına gelir. Çok zordur, o yüzden olabildiğince… Bizim öğrene geldiğimiz kalıplarımız vardır. İyice yerleşmiş, yerleştiği için de o düşünme sesini, hakikati söyleyen sesi ortadan kaldırmaya sebep olan etkenleri olabildiğince bir tarafa koyup düşünmek gerekir ama öyle bir “epokhe” ile düşünen birini ben görmedim. ODTÜ Felsefe Bölümünde çalışırken, bizim bölüme dindar arkadaşlar gelirdi. İlahiyat fakültesinden ya da dini bir eğitimle yetişerek gelmiş arkadalar olurdu.
Felsefede yüksek lisans veya doktora yapmak isterlerdi. Hakikaten de çoğu yetenekli insanlardı. O arkadaşlara daha seküler biçimde felsefe anlatıyorsunuz, anlıyorlar ama dersten çıktıktan sonra tekrar o çocukluktan kalma kalıplara dönüyorlar. Çünkü sosyolojik, sosyokültürel, sosyopsikoljik etkiler, onların hakikati bulmak için açık olması gereken kanallarını kapıyor.
“Ait olduğumuz yer öncelikle dünya ve Türkiye Cumhuriyeti’dir, daha küçük çıkar grupları değil”
Maalesef bizim insanımız çok yoğun bir aidiyet ile düşünüyor. Ait olduğumuz yer öncelikle dünya ve Türkiye Cumhuriyeti’dir, daha küçük çıkar grupları değil. Yaşanası bir ülke olması ve diğer ülkeler içinde tinsel yani manevi olarak, sanatta, bilimde, ahlakta güçlü ürünler ortaya koyabilmesi için böyle mangal gibi yüreğimiz olacak, geniş bakış açılarımız olacak -ki buna İslami terminolojide “İnşirah” deniyor. Kuran’da da böyle bir sure vardır- inşirah sahibi olacağız ki yüreğimiz olabildiğince geniş ve kucaklayıcı olacak.
“Cumhuriyet’i taze ve canlı bakışlarla heyecanlı hakikat arayışları ile sorgulamalıyız”
Anadolulu olmak böyle bir şey değil mi?
Ve saygın bir Müslüman’ın anlaşmaya ve farklı düşünceleri anlatmaya açık olması gerekir. Sizin dindar olmanız, dininizi güzel yaşamanız sizin gibi yaşamayanlara kapalı olmanız anlamına gelmez. Sizin iyi bir Müslüman olmanız için, kafirlere veya birlikte yaşadığınız insanlara kafir demeye mi ihtiyacınız var? Bunu yapmayın. Siz ne kadar güzelseniz, sizin gibi dini yaşamayan veya hiç dini yaşamayan insanların çirkin olacağını, ahlaksız olacağını nereden çıkarıyorsunuz?
Bu sizi son derece küçülten bir şey… Savunduğunuz dinin de maalesef o yüksek tarafını yaşayamamanıza yol açar. Bir defa kindar insan hiçbir şey yapamaz ve bu Cumhuriyet’i kindar insanlar yaşayamaz, yaşatamaz. Kin duyuyorsanız zayıfsınız. Kin taşıyan insan her türlü alçaklığı yapabilir. Bu çok tehlikelidir. Bunları herkes için ve her iki taraf için söylüyorum. İçimizden gelen o ses var ya o seste kin diye bir şey olamaz.
O sesi duyan bir insan -hatta yalnız insan değil tüm canlılar çünkü biz bu dünyayı sadece insanlarla paylaşmıyoruz, geleceği o canlılarla birlikte oluşturacağız- kin besleyemez. Dolayısıyla Cumhuriyet’in kurucu değerleri, o dönemin koşulları içinde temelleri atılmış. Halk Partisi’nin de oklarında dile getirilmiş. Biz yüz sene öncesine veya yüz yirmi sene öncesine dönüp orada söylenenlerin bağlamında bunları tartışamayız. Tazelenmeye ihtiyaç vardır. Biraz önce doğadan söz ettik.
Cumhuriyet’i taze ve canlı bakışlarla heyecanlı hakikat arayışları ile sorgulayamazsak yenileyemezsek onu yaşatmada da sıkıntı olabilir.
“Kendi bakışımızı egemen kılacağız anlayışıyla Cumhuriyet’i yaşatamayız. Hangi görüşten olursak olalım…”
Peki, Atatürk sizin için nasıl bir liderdir?
Atatürk’ü ben şöyle anlıyorum; kendi koşulları içerisinde belki bunu tam anlamıyla gerçekleştirememiş olabilir ama bütün dünyaya farklı seslere, farklı görüşlere ve eleştirilere açık olmayı, elbette bilime, sanata ve güzel ahlaka açık olmayı öngören bir Cumhuriyet bıraktı ve bu Cumhuriyet, hepimizin diye düşünüyorum. Bunu paylaşamazsak, farklı düşünceler yaşayan, farklı anlayış hatta o bize bırakılan Cumhuriyet’in temel değerlerine düşman olan, Atatürk’e nefret duyan insanlarla konuşamazsak, iletişim kuramazsak bu Cumhuriyet’i yaşatmamızda sıkıntı olabilir.
Dolayısıyla kendi yorumumuzu, kendi bakışımızı egemen kılacağız anlayışıyla Cumhuriyet’i yaşatamayız. Hangi görüşten olursak olalım… Bu görüşlerin harmanlanmasıyla geleceğin olanaklı olabileceğini düşünüyorum. Dünyadaki haksızlığın altında, Marksist felsefeden bakarsanız sınıflar arasındaki çatışma, emek hırsızlığı, emeğin sömürüsü vardır ancak bunun yanında iletişim çok önemlidir çünkü gücü eline geçirenler iletişim kanallarını bozuyorlar.
İşte bu Frankfurt Okulu’nun, Habermas’ın, Adorno’nun ileri sürdüğü ve öngördüğü şey, gerçekten çok geniş ve akla dayalı bir iletişim imkânıdır. Birbirimizi tanıma ve anlama üzerine, çok fazla ödün vermeyerek ama birbirimizi anlayarak bir arada yaşamak ve bir arada yaşamak için yeni sentezler oluşturma işidir. Bunu yapamadığımız sürece ben Cumhuriyet’in yaşanmasında büyük sorunlar çıkacağını düşünüyorum. Ne kadar birbirimizi yesek de eninde sonunda bunu yapmak zorunda kalacağız.
“Ben Anadolu insanı diye bir insan olduğunu düşünürüm. Binlerce yıl öncesinden gelmiştir”
Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğine dair umudunuzu diri tutan şey nedir?
Cumhuriyet’i kurabilmemiz… Bunu yapabilmemiz ne müthiş bir şey… Cumhuriyet’in kurulmaması için koşullar o kadar elverişliydi ki yani Amerikan mandası veya İngilizlerin himayesine girme ihtimali… O egemen devletlerin bizi her zaman yutma veya kendi anlayışlarına göre bizi tekrar küçük bir Osmanlı haline getirme çabalarına karşı Cumhuriyet’in kurulması, gelecek için en önemli umut kaynaklarından biridir.
Bu toprakların insanı bunu başardı. Eleştireceğimiz çok şey olabilir ama başardılar. Politikacılar gibi konuşmak istemiyorum, “Ben insanımızın ferasetine inanıyorum” gibi ama tabii ben Anadolu insanı diye bir insan olduğunu düşünürüm. Binlerce yıl öncesinden gelmiştir.
Bu topraklar bir köprüdür. Değişik uygarlıklar yaşamıştır burada. En azından Göbeklitepe’yi düşünün, en eski uygarlıkların, çok farklı dillerin, düşüncelerin, kültürlerin yaşandığı bir yer burası ve biz sanıyoruz ki her şey 1071’de başlıyor. Hayatımızı 1071’den başlatmak, zenginliğimizi epey kırpmak anlamına gelir.
“Cumhuriyet’i savunduğunu söyleyen arkadaşların da sıkıntısı var”
Bir defa Cumhuriyet’i savunduğunu söyleyen arkadaşların da sıkıntısı var. Atatürk’ü savunma tarzında ve anlamada çok dar bir bakış var ve o dar bakıştan ileri gelen çok yüksek bir kaygı var. O yüksek kaygı da gücü elinde tutmaya çalışan daha kurnaz ve daha iş bitirici insanlarla mücadeleyi engelliyor.
Böyle bir anlayışa ve güce karşı nasıl mücadele edilir konusunda hâlâ bir sıkıntı var ama adımlar atılıyor. Şu da var ben her dem muhalif biriyim. Siyasi olarak da söyleyecek olursak bugünkü muhalefet iktidar olsa ben yine muhalif biriyim çünkü onun da güzel işler yapabilmesi için muhalefete ihtiyacı var.
Muhalifler muhalif olamadığı sürece iktidarlar da yolunu şaşırabiliyorlar. Cumhuriyet’i biz hep beraber yaşatacağız; bugün iktidarda olanları dışlayarak değil veya bugün muhalefette olup da bir kısmıyla anlaşamadığımız insanları dışlayarak değil. Çünkü o hatayı onlar yaptılar yani ülkenin yarısını hain ve terörist yaparsanız nasıl bir arada yaşayacağız?
Psikolojik olarak bu şekilde konuşup sonra da hepimiz biriz denebiliyor; işte insanımızda düşünce ve tutarlılık yok. İnsanımız “Bir dakika, dün böyle söylüyordun şimdi böyle söylüyorsun” diyemiyor. Bunu görecek düşünme rahatlığı, kavrama, anlama sakinliği içinde değil. Çünkü kaygısı başka… Yaptığı hesap Cumhuriyet’in devamı değil, kim iktidar olursa bana yardıma devam eder hesabı…
Ama burada halkı suçlamak da çok yanlıştır. “Bizim halkımız cahil” gibi sosyal medyada yorumlar görüyorum, müthiş bir halkı aşağılama var. Bu kafayla Cumhuriyet’i yaşatmak mümkün değil. Anlamak gerekir. Her iki tarafta da anlama özürlülüğü söz konusu. Nasıl anlarız diye sorduklarında ise “Felsefe okursanız, anlarsınız” demiyorum çünkü ben felsefeci takımının da bu işlere ne kadar girdiğini bilmiyorum. Genelde bir kıyıya çekilme tavrı olabiliyor.
“Anadolulu insanının öngöremediğiniz davranışları olabilir”
Bir de bu işi tek bir formülü yok, sanırım?
Tabii, felsefe öğrenirsek ya da eleştirel düşünürsek sen o zaman bizi gör, diye bir şey yok. Eleştirel düşünme dersi koyarak eleştirel düşünmeyi öğrenemeyiz. Böyle bir şey yok. Ahlak bozuldu diye ahlak dersi okutularak herkesi ahlaklı yapamazsınız. O dersi koyarak sadece bir ideoloji bir bakış dayatırsınız. Din elden gidiyor, diyerek din dersi koyarsanız dinin ideolojik bakışını kavramayı sağlayabilirsiniz belki o da dine zarar verebilir.
Yani dini hayatı, özgür iradesi olan, vicdanı özgür olan insanların yaşayabileceğini düşünürüm. Baskılarla, tehditlerle, dayatmalarla bir dini hayat ve düşünce hayatı yaşanamaz. Problem orada ama her zaman bir umut vardır. Bu insan yani Anadolulu insanının önceden düşünemediğiniz, kestiremediğiniz davranışları olabilir. Dolayısıyla insanımızı o kadar küçümsememek gerekir. Onları küçümsemek, daha da tehlikeli bir yere sürüklemektir. Bu da çok tehlikelidir.
Ayrıca şunu söylemek isterim; ülkenin geleceği için umutluyum ama şu anki ortamda bu konuştuklarımızın gürültüye gideceğini düşünüyorum. İnsanımızın o hakikat arayan kulaklarına ne kadar gidecek bilmiyorum çünkü “Felsefeci işte, oturmuş konuşuyor” diye bakılacaktır. Büyük kalabalıklar etkilenir mi bu konuşmalardan bilmiyorum ama az da olsa birkaç kişinin hakikate açık kulaklarına fısıldayabiliyorsak bu da önemli bir görevdir diye düşünüyorum.
Dilek Karagöz