Oyuncu, eğitmen ve Türkiye’nin en önemli tiyatro yönetmenlerinden biri Hakan Altıner… Cumhuriyet kuşağının aydın öğretmen bir ailesinde büyümüş, yine aynı idealist ve inanmış kuşağın efsanevi hocalarından eğitim almış aydınlık bir isim.
“Mutlu bir Cumhuriyet çocuğuyum ben. O mutluluğu korumak için insan biliyorsunuz, her şeyi yapar. Cumhuriyet dışında başka bir yönetimde yaşasaydım bugünkü hayatımı hayal bile edemezdim. Benden önceki kuşakta bu inanç vardı,” diyor.
Sohbetimiz elbette tiyatroyla başlıyor ve Altıner “İyi oyunculuk, her şeye rağmen bir alternatif var, bak size bir hikâye anlatacağım, demektir; umudu beslemektir” diyor ve bir konunun daha kalın harflerle altını çiziyor: “Tiyatronun kuralları vardır ve tiyatroyla gittiğiniz zaman ne ile karşılaşacağınızı bilirsiniz. Diğer insanlar da bunu bilerek geldiği için kötü ve laubali bir sürprizle karşılaşmayacağınızı da bilirsiniz. Tiyatroyu ayakta tutan bu güven duygusudur.”
Tıpkı bir ülkede vatandaşların, devletine ve kurumlarına güvenmesinin önemi gibi…
Söz Türkiye Cumhuriyeti’ne gelince Altıner diyor ki: “Türkiye, etnik veya dini olsun farklı biçimlerde kurcalanmaya çalışılsa da bizim aramızda bir kan davası yok. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti bizi bir kere birbirimize yapıştırdı. Elimizdeki en büyük nimet cumhuriyettir ve önemli olan eleğin üzerinde kalanlardır.”
Cumhuriyet Söyleşileri’nin yeni konuğu Hakan Altıner…
Cumhuriyet değerleri deyince sizin zihninizde canlanan nedir?
Cumhuriyet değerleri çok geniş bir kapsam ama ben içine doğdum, diyebilirim. Benim annem de babam da Cumhuriyet aydınları birer öğretmendi. Babam Atatürk’ü bizzat da görmüş biriydi.
Dolayısıyla öyle bir atmosfer içinde yetiştim ve ne olursa olsun Cumhuriyet değerlerinin hem bizim ülkemizi hem diğer insanları ileriye götürecek tek kriter olduğuna inandım ve haklı çıktım. Nitekim o kriterlerden her gördüğüm sapma, sanat adına da kültür adına da insanlık adına da Türkiye’nin felaketi oldu ama bu doğal bir süreçtir ve öyle evrelerden de geçilir.
Tiyatro ile nasıl bağdaştırırsınız?
Türkiye’de tiyatronun Cumhuriyet’ten daha eski bir tarihi var. 1914’te Darülbedayi ile başlayan bir süreç ve daha öncesinde de Ermeni sanatçıların oynadığı oyunlar var. Tabii Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk’ün altın dokunuşu hem bu işi kolay hale getirmek hem öz değerlerimizle beraber Batı’nın standartlarını bir araya getirmek hem de kadının sahneye çıkmasını sağlamak anlamına geliyor.
Cumhuriyet ile tiyatrocular el üstünde tutulmaya başlandı
Hafızam beni yanıltmıyorsa 1928’e kadar tiyatro mesleği ile uğraşanların şahitliği kabul edilmiyordu mahkemelerde. Dolayısıyla Atatürk’ün getirdiği bu yepyeni anlayışla değil şahitliği kabul edilmemek, el üstünde tutulmaları gerektiği halka anlatılmaya başlandı.
Atatürk’ün bilinen çok önemli lafları var biliyorsunuz; milletvekili olabilirsiniz, cumhur reisi olabilirsiniz ama sanatçı olmazsınız, diyor. Bence en kıymetli lafı şudur: “Sanatçı, uzun ceht ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.” Sanatçıları toplumda lider yerine koyuyor. Sanatçılara da diyor ki, bu ışığı ilk hisseden sizlersiniz ve bu ışığın peşinden insanların sizin arkanızdan gelmesini sağlayacaksınız!
Yani sanatçı toplumun sinir ucudur?
Gayet tabii… Resimde de, müzikte de her şeyde böyle… Nitekim bunu hayata geçirmek için de elinden geleni yapıyor. Şöyle ki Devlet Tiyatrosunun kuruluşuna ömrü vefa etmiyor maalesef ama konservatuar kurulması, ilk operamız olan Özsoy Operası’nı besteletmesi…
Bütün bunlarla çok uğraşıyor ama organize olarak Ankara Devlet Konservatuarı 1936’da kurulmuştur ve dolayısıyla Devlet Tiyatrolarının kurum haline dönüşmesinin de temeli atılmıştır. Tabii ki Atatürk’ün izinden giden başta İsmet İnönü olmak üzere o zamanın kültür insanları hakikaten bu ışığı çok ilerilere taşımayı başardılar.
“1950’den sonra raydan çıkarma çabaları…”
Ta ki 1950’den sonra politik etkilerle raydan çıkarma çabaları yoğunlaşıncaya kadar diyelim. Bu tabii Türkiye’de sadece sanat alanında olmadı.
10’ncu Yıl Marşımız, demir ağlarla ördük yurdu dört baştan diyordu ama 1950’den sonra demirler hurda sayıldı, yerlerine karayolu geldi çünkü Amerika’nın bize araba satması gerekiyordu.
Bu işin politik yönü tabii ama sanatta, tiyatro öyle sağlam bir kurum ki hakikaten her şeye dayanıyor. Sıkıyönetimler, kapatmalar, zelzeleler, tutuklanmalar… Bütün bunlarda tiyatro hep sağlam kaldı. Çünkü tiyatro kültür ve sanat olarak insanların sığınacağı bir yer aslında. Şu da çok kıymetli; tiyatroda yanınızda olan insanlarla en uygar biçimde iletişim kurabileceğiniz bir ortam yakalıyorsunuz.
Ve uygarlık tarihinin bilinen en eski sanat dallarından biri…
3 bin 500 yıl… Dolayısıyla insanın ruhunu besleyen, ruhuna iyi gelen ve insanı insan yapan bir şeydir tiyatro. Atatürk ve arkadaşları bunu keşfeden ve bunun üzerine giden insanlardı. Müthiş bir takım onlar… Özellikle Atatürk ve Devri konusunda çok okuyan biriyim.
Hatta “Saat Dokuz Sıfır Beş” diye rahmetli Nezihe Araz’ın oyununu sahneye koyduğumuzda Atatürk’ün orada kendi lafları vardı. Diyordu ki “Bu beden bu ruhu taşıyamıyor artık.” İçinde bulunduğu ikilem çok acımasız çünkü daha kafasında binlerce fikir var.
“Tiyatro kapatıldı ama yok olmadı”
Anıtkabir’deki müzeye gittiğinizde görüyorsunuz, geometri yazmaktan müzik çalışmalarına, mitolojiye kadar çok fazla alanla ilgili ve bu müthiş bir şey… Türkiye bu şansı yakaladı, Atatürk’ün ömrü vefa ettiği kadar ve sonrasında da kullandı. Ardından başka şeyler oldu Türkiye’de. Gençler onları ucundan yakaladı ama başka yönetimler, başka anlayışlar…
Fakat enteresandır tiyatro hiç yok olmadı. Kapatıldı mı kapatıldı ama yok olmadı. Gerek salgın hastalık gerekçeleriyle gerek gece yarısından sonra toplum huzurunu bozduğu gibi saçma gerekçelerle önce tiyatrolar kapatıldı hep. Ama sonra açıldı. O sihirli anahtar tiyatronun kendidir işte.
“İyi oyunculuk ‘Bak size bir hikâye anlatacağım’ diyebilmektir”
Bütün sıkıntılı zamanlarda önce sanat etkinlikleri ve tiyatrolar durdurulduğunu ancak 3 bin 500 yıldır da tiyatro sanatının yok olmadığını da söylediniz. İnsanlar tiyatroya neden ihtiyaç duyuyor sizce?
Birincisi insanın ruhunu hayaller besler. O hayallerin ona düzgün anlatılması ve o atmosfere sokulup moda terimle söylersem bir tür terapi yapar gibi günlük sıkıntılardan kâh güldürerek kâh daha çok üzerek, düşündürerek anlatmak… Artı işinizi iyi yaptığınız sürece karşı tarafa “Her şeye rağmen bir alternatif var, bak size bir hikâye anlatacağım,” demek… Bütün derslerimde de bunu söylerim, iyi oyunculuk budur. Bu çok iyi geliyor ruha.
Umudu besliyorsunuz yani?
Tabii… Ayrıca tiyatro insanların ortak bir şey paylaşacakları en medeni yollardan biri… Çünkü ne olursa olsun kuralları olan bir şey… Vakit ayırıyorsunuz, para ayırıyorsunuz, eskiden bilet almak için gişede kuyruk da beklenirdi. Sonra oyuna gidiyorsunuz, park yeri arıyorsunuz vs. Oyuna girdiğinizde de cep telefonunu kapatmak gibi bir dizi kural var. Böyle bir disiplin insanlara iyi gelen bir şeydir. Aynı disiplin sinemada yoktur.
“İnsanı da devleti de sanatı da ayakta tutan güven duygusudur”
“Özgürlükler çağı”nı belki biraz da yanlış yorumlayıp giderek günlük hayattaki birçok kuralı ihlal ediyorken bu çok önemli sanırım?
Tabii çünkü güven duygusudur. İnsanı da devleti de sanatı da ayakta tutan güven duygusudur. Bilirsiniz ki kuralları vardır ve ona göre işleyecektir. Tiyatroyla gittiğiniz zaman ne ile karşılaşacağınızı bilirsiniz. Diğer insanlar da bunu bilerek geldiği için kötü ve laubali bir sürprizle karşılaşmayacağınızı da bilirsiniz. Oyunların nitelikleri açısından artık ilanlar da giriyor. Çocuklarla seyredilebilir mi seyredilemez mi ayırabiliyorsunuz da… Dolayısıyla bu size sosyal açıdan önemli bir aktivite…
Eskiden tiyatro fiyatları pahalı bulunurdu, şimdi sinema fiyatları tiyatroyu geçti tabii. Artık ekonomik olarak da öyle bir fark kalmadı. Biz tabii tiyatroda seçmeler yapıyoruz. Bütün çocuklarla görüşmeme aynı soruyla başlıyorum, “Geçen sene hangi oyunları gördün?” Çocuk “Geçen sene maalesef hiç vaktim olmadı” dedi mi seçmeye girmesine hiç gerek yok.
Bir insan sevmediği bir şeyi meslek olarak edinemez. Eskiden ekonomik nedenler dediklerinde, ben de hep Şehir Tiyatrolarını örnek verirdim çünkü Şehir Tiyatrosu üç liraydı, sigara da ona denkti.
Güven duygusundan bahsettiniz, bu duygunun zedelendiği dönemleri sorsam?
Şehir Tiyatroları müdürlüğümün ilk döneminde Gencay Gürün yönetiminde, çok olumsuz sonuçlarla devralmıştık tiyatroyu. Gencay Hanım ile bunun çözümünü ararken oyuncularla konuşurduk.
Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin koltuk sayısı o zaman 550, maksimum gelen izleyici sayısı ise 17 idi. Sebebi, tiyatroya politika sokulmuştu, silahlar patlıyordu. Oyunlar yarıda kesiliyor, sloganlar atılıyordu. Seyirci güven duygusunu kaybetti çünkü emniyette olmadığını düşünüyordu.
Üstelik sevgili meslektaşlarımız kendilerine çok güzel bahaneler bulmuşlardı. Harbiye sahnesinin kör kuyu olduğu için çok zor seyirci geldiğini söylüyorlardı. İstanbul’un göbeğinde kör kuyu olur mu! Bariyer olduğu için otobüsle gelmek istemiyorlarmış vs. Bunların hepsi palavraydı tabii.
Hâlbuki seyirci sadece 70 yaşındaki kuruma güvenemiyordu. Orada ilk defa ben de idrak ettim ki seyircinin önce bize, kadromuza, seçtiğimiz oyuna, kimliklerimize güvenmesi lazım. Tiyatroyu ayakta tutan bu güven duygusudur.
“Atatürk’ün en büyük başarısı bir ümmetten bir millet yaratmaktır”
Tiyatroda kurallar ihlal edilirse güven azalır dediniz, bu devletin tüm kurumları için de geçerli, sanırım?
Gayet tabii… Çok iyi biliyorsunuz Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmaya karar verdiği zaman nüfusun yüzde 92’si okuma yazma bilmiyor. Atatürk’ün en büyük başarısı bir ümmetten bir millet yaratmaktır. Topluluk kolaydır. Ümmet bir topluluktur. Onlardan birlikte bir millet bilinci yaratmaktır, önemli olan.
Şimdi Türk mü Türkiyeli mi şeklinde saçma tartışmalara, Atatürk o zaman imzasını atıyor. Tutanaklarına bakıyorsunuz, Bandırma Vapuru ile Samsun’a giderken yaverine, “Türkiye’nin ileride idare şekli cumhuriyettir,” yazdırıyor. Hâlbuki önünde koca bir savaş var. Vizyon budur işte. Biz askerlik yaparken anlattıkları bir kural vardı. Bir hedef gösterirken o hedefin gözle görülür olması lazım, derlerdi.
Bunu soyut yapmak tabii önemli olan…
Aynen ve bunu askerlik tarihinde tek yapan isim Mustafa Kemal Atatürk’tür. “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir İleri!” demiştir. Askerlik tarihine geçiyor çünkü bir ülküyü hedef yapıyor. Bunu söylediğinde Sakarya Ovası’nda… Bu müthiş bir şey ve aynı şeyi sanatta yapıyor.
Soyut düşünebilmek insanın düşüncesindeki yüksekliğin belirtisi… Sizce günümüzde bu yeteneğimizi ne kadar kullanıyoruz?
Azaldı çünkü o insanlar devletin kurallarına, onlara sunacaklarına hatta devletin yasaklarının ciddi şekilde uygulanacağına güvenlerini yitirdiler. Biz hukuktayken rahmetli hocamız Ragıp Sarıca şöyle demişti: Arkadaşlar, toplumda hukuk bileşik kaplar gibidir. Hukukun boşalttığı yeri anarşi alır. Dolayısıyla sanatta da aynı şekilde seyircinin güvenini kaybedecek bir boşluk verirseniz yerini ilgisizlik alır. Oyuna gelmezler. Mecbur değil ki…
Bu durumdan sanatçılar ne kadar sorumlu?
Birinci derecede sorumlular… Mesleğini severek yapan insanlar zaten daima o sıcak enerjiyi sahneden taşırlar. Ben hep bunu savundum. Şehir ve Devlet Tiyatrolarında çalışanlar için bir ara “bankamatik sanatçılar” diye bir laf çıkmıştı. Hayır, asıl memur sanatçı işini sevmeden yapandır.
Tiyatroda rol dağılımı yapılır. Der ki “Eyvah, benim dizim de var. Nasıl kaytarsam bu işten?” Sevmiyor çünkü tiyatroyu. Sevmiyor ama parasını kazanıyor. Seyirci bunu her zaman hisseder. Çok denemişimdir. Oyuncunun nasıl canla başla oynadığını bilir.
“Seyircinin güveni bizim kredi kartımızdır”
Yıllar evvel “Kamelyalı Kadın” için ilk seçme yaptığımda sırf gençlerden bir kadro hazırladım. Kıdemli rolde de Deniz Türkali ve Suna Keskin oynamıştı. O oyunda seyirciden hep aynı tepkiyi aldım, “Sahneden inanılmaz bir sıcaklık geliyor. Deli gibi oynuyorlar.”
Çünkü severek, hissederek oynuyorlar. Oyuncuların sözleşmelerinde en az bir saat önce salonda olması gerektiği yazılıdır ama benim kuşağım ve kıdemlilerim en az üç saat önce salonda olurlardı çünkü kendimiz için.
Çünkü kendimi, vücudumu o atmosfere hazırladığım zaman hikâyemi doğru anlatabilirim. Apar topar, soluk soluğa oyuna gelip sahneye çıkarsanız ne kadar iyi oyuncu olursanız olun seyirciye geçmez. Dolayısıyla hep aynı yere geliyoruz, önemli olan güven duygusudur. Seyircinin güveni bizim kredi kartımızdır.
Bazen yanlış oyunu seçeriz hiç sevmez, gelmez, tiyatro batar; bazen doğrusunu seçeriz ama ne olursa olsun o tiyatroyu doğru kullanmayı kendimize vazife ediniyoruz. Bu tiyatronun genel sanat yönetmeni olarak hiç okumazsam bile senede 70-80 adet text okuyorum. Şu anda mesela bir arkadaşıma yeni bir müzikal sipariş ettim. Benim de elim kalem tutuyor ama onun kalemi konuya çok uygun.
Bir de ekip ruhunu güçlendirmek için tiyatro çok önemli bir etken sanırım?
Tabii… Tiyatro ansambl işidir deniyor ya tiyatro gerçekten ekip işidir. Tek kişilik oyunda bile arkada çok sayıda insan çalışıyor.
“Cumhuriyet kuşağının hepsi inanmış insanlardı”
Siz Cumhuriyet kuşağından ders almış birisiniz… O insanların en önemli özellikleri neydi?
Hepsi inanmış insanlardı. Cumhuriyet kuşağının en kıdemli öğretmenlerinden ders almanın mutluluğu içindeyim; Yıldız Kenter, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Kudret Aksal… Belediye Konservatuarı’nın muhteşem bir kadrosu vardı ve hepsi inanmış insanlardı.
Şimdi yok mu ya da yoksa niye yok?
Yok demek haksızlık olur. Tabii ki var. Bir de hocalık meselesi biriken yıllarla ortaya çıkıyor. Gencecik pırıl pırıl çocukları görüyorum, kurslar açıp dersler veriyorlar. Bilgileri var ama deneyimleri hiç yok. Oysa tiyatrocu adaylarını her türlü olaya karşı hazırlamalısınız.
Bunun içinde politika, siyaset, tarih, felsefe, insan ruhu hepsi girer. Bizim dönemimizdeki hocalar Cumhuriyet’in ikinci kuşağıydı ve bütün güzellikleri ile oturmuş bir kurumun nasıl ileriye götürüleceği kendilerine çok iyi anlatılmış hocalardı. Daha sonraki hocalar, benim kuşağım ve benden sonrakiler, günlük hayatın karmaşası içinde yetiştiler.
“Benim dönemimdeki hocaların el verecekleri insan sayısı çok azaldı”
Naçizane bugün benim en çok eleştirdiğim şeylerden biri, her mahalleye bir üniversite açıldığı zaman kusura bakmasın kimse…
Konservatuarları alıp Devlet Konservatuarı veya Mimar Sinan olarak üniversiteye bağladıklarında özel yetenek sınavları baştan zorladı herkesi ama şimdi tam tersi oluyor.
Bütün özel üniversiteler, güzel sanatlar fakültesi açıyorlar ve oraya gelen öğrenciler diğer bölümleri tutturamamış olanlar… Fazlası var eksiği yoktur yüzde doksanı bir diziden rol kapmayı bekleyenlerdir. Oysa konservatuar sınavlarına tiyatro yapmak isteyen insan girerdi. Dolayısıyla zamanla kalitenin çok bozulduğunu gözlemliyorum.
Benim dönemimdeki hocaların el verecekleri insan sayısı çok azaldı. Çünkü öyle büyük bir kaos var ki… Bir de her şey internet ile ellerinin altında olduğu için kitap ya da text okumuyorlar. Telefondan göndermenizi istiyorlar. Oysa elinize aldığınız basılı text gibi olmaz.
“Cumhuriyet’in getirdiği hukuk, sağlık gibi tüm kurumlara güven meselesi çok yara alıyor ancak sanata olan güven kolay kolay yok olmaz”
Aynı yöntem tiyatro için de geçerli. İnternetten de tiyatro izleyebiliyoruz…
Olmaz… Ama şunu söyleyebilirim, İKSV bir ara National Theatre’daki oyunları canlı yayın ile veriyordu. Canlı yayın olduğu için insanları cezbetti, o güzel oldu ama sahnede izlemektir önemli olan. Seyirci tiyatroda sizin nefesinizi duyar. Hatta bana öğrenciler sorardı, Hocam sahnede hıçkırık tutarsa ne yaparız, diye… Ben de dönem oyunları sırasında espri ile cevap verirdim. 17’inci yüzyıl hıçkırığı tutarsa olur diye… Dolayısıyla seyirci işte bütün bunlara hazırlıklı geliyor. Hayal kırıklığına uğrayıp uğramaması bunlara bağlıdır.
“Seyircimiz tiyatroya saygı duyuyor”
Bizim seyircimiz çok naziktir, hiç yuhalamaz. Belki fenalık geçirir, uyuklar hiç sevmediyse birinci perdenin sonunda kalkar gider ama oyun arasında kalkıp giden seyirciye hiç tanık olmadım. Tiyatroya saygı duyuyorlar. Dolayısıyla Cumhuriyet’in getirdiği hukuk, sağlık gibi bütün kurumlara güven meselesi çok yara alıyor ancak sanata olan güven kolay kolay yok olmaz.
Atatürk’ün vizyonu…
Peki, Cumhuriyet Dönemi tiyatroyu sorayım… Atatürk tiyatroda çağdaş dünya ile bu topraklardaki kültürü birleştiren net bir vizyon çiziyor. Sizce Atatürk’ten sonra bu vizyon ya da devlet politikası nasıl devam etti?
O dönemin yazarlarına bakalım; Haldun Taner, Turgut Özakman, Orhan Asena, Necati Cumalı, Melih Cevdet Anday… Hepsi hikâyelerini mutlaka bizim gelenek ve göreneklerimizi koyarak anlatıyorlar. Örneğin Haldun Taner’in efsanevi Keşanlı Ali Destanı, İrlandalı oyun yazarı J. M. Synge’in “Babayiğit” oyununa çok benzer.
Sahte bir kahraman yaratmak ve ona tapmak evrensel bir konudur ve Babayiğit de aynı konuyu anlatır. Melih Cevdet Anday’ın İçerdekiler’i aynı şekilde Arthur Miller’dan ya da John Osborne’den çok etkilenmiştir ancak özgündür. O oyunlardan alınmış, diyemezsiniz. Büyük haksızlık ve kabalık olur. Almış dünyada işlenen konuları, bizim kültürümüzdeki karşılıklarıyla yoğurmuş.
Elbette esinlenmek başka bir şey kopyalamak başka…
Tabii… Yine Vedat Türkali’nin “Dallar Yeşil Olmalı” eserini ben sahneye koydum. “Kim Korkar Hain Kurttan” oyununun Türkiye versiyonu gibi ama Kim Korkar Hain Kurttan oyununu bilmenize gerek yok. İlişkileri Türkleştirmiş. Bugün esinlenmek ile kopya etmek karıştırıyorlar çünkü o ellerindeki telefonlarla her şey online ve hızlı…
“Yeni Türk yazarı çok az yetişiyor”
Peki günümüzdeki yazarlar?
Günümüzde yeni Türk yazarı çok az yetişiyor. Şöyle hak veriyorum; televizyona bir şey yazmak çok kârlı… Aynı televizyon oyunculuğunun tiyatro oyunculuğuna göre kıyas kabul etmeyecek kadar maddi açıdan kârlı olması gibi ancak televizyona yazanlar, özgünlüklerini kaybediyorlar. Çünkü sürekli müdahale ediliyor yazdıklarına.
O zaman sanatçı değil, memur oluyorsunuz zaten…
Evet ve bir yazar asla verimliliğini böyle geliştiremez. Dramaturji diye bir bölüm var tabii, yazılan texte öneriler gelir vs ama başka bir baskı değil o.
Hepimiz televizyondan ekmek yiyoruz asla nankörlük etmek istemem ama o rayting çok başka bir şey… Yapımcıların elinde dakika dakika rayting puanları var. Bakıyor ki onuncu dakikada Hakan gelmiş ekrana ve iki dakikada rayting düşmüş, o zaman diyor ki Hakan’ı gönderelim.
“Geçmişten bu yana türlü baskılar olmuştur ama yine de tiyatro özgürdür”
Peki tiyatro özgür mü şu anda?
Evet özgür… Siyasi olarak da geçmişten bu yana türlü baskılar olmuştur ama yine de tiyatro özgürdür. Dönemlere göre özgürlük seviyesi tartışılır belki ama ömrü boyunca yani 3500 yıldır daima muhalif olmuştur. İktidarlar sevmez tiyatroyu.
Hangi iktidar olursa olsun, fark etmez çünkü her zaman sorgular. Canlı olarak söyler, hiçbir şey yapmazsa vücut diliyle belli eder veya bir es koyar, seyirciden büyük alkış alır. O yöneltilmiş bir eleştiridir. Tiyatrocunun o konuda bir şey yapmasını engelleyemezsin. O yüzden oyun oynayacak salonları engellersin.
Şu andaki iktidar döneminde ise şöyle bir durum var;
Son 20 yılda geçmişe oranla çok fazla kültür merkezi ve salon açıldı ama kendi inanışlarına uygun oyunlar oynanıyor. O dünya görüşüne sahip kesimin bu konudaki repartuarı ve kapasitesi çok sınırlı olduğu için sonuçta yine size geliyor. Siz de gelin, burada oynayın deniyor çünkü bir çerçeveden anlatılan oyunu seyirciye en fazla üç kere veya beş kere gösterebilirsiniz.
Yaklaşık on yıl önce Kibarlık Budalası’nda Haldun Ağabey oynarken, İBB bizden oyun satın aldı. Hem de 29-30-31 aralık gibi en az talep gören tarihler için… Fatih Belediyesindeki yeni açılan salonda oynayacağımızı söylediler. Biz de yılbaşı arifesi olduğu için ilgi az olacağını düşünerek duruma biraz umutsuz baktık ancak tıklım tıklım doldu.
Üç oyun arka arkaya öyle doluydu ki kulisteki sandalyeleri bile altımızdan aldılar, insanlara yer bulabilmek için. Haldun Bey, oradaki yöneticiye “Her ne olursa olsun seyircinin ilgi göstermesi çok iyi” dediğinde o yönetici, Haldun Ağabey’i fuaye alanına çağırdı ve oynanan diğer oyunların afişlerini gösterdi ve dedi ki “Sizden iki gün önce oynayan bu oyun sadece iki sıraya oynadı. Seyircimiz seçici.” Orada seyirciye saygısızlık ettiğimizi anladık. Seyirci kurumsal olanı ayırt ediyor.
“Tiyatro uzun yıllardır ilk defa ekonomik olarak sıkıntı yaşıyor”
O halde tiyatro için şu andaki en önemli problem nedir?
Uzun yıllardır ilk defa ekonomik şartlar nedeniyle sıkıntı yaşanıyor. Darbeler, sansürler ya da son dönemlerde pandemi ile gelen kapanma gibi problemler geçti. Şimdi hesaplar tutmuyor ama bu sıkıntıyı nasıl aşabileceğimizin çözümü yok. Dolayısıyla bu durum biraz ümitsizliğe yol açıyor ancak yürümesi için tamamen yerel yönetimlerin de devletin de belli kurumların da destek olması lazım.
“Maksat Zorlu’da selfie çektirmek… Sonra oyunun yarısında kaçıyor o ayrı…”
Sponsorluk kurumu eskiden daha iyi yürüyordu, şimdi ortadan bıçak ile kesmiş gibi ikiye ayrıldı. Bir taraftan Zorlu’da trilyon dökülen bir yapım oluyor ve maksat orada bir selfie çektirmek. Sonra oyunun yarısında kaçıyor o ayrı…
Öyle bir seyirci bizim seyircimiz değil. O seyirciye ön koltuğu bin 800 liradan satıyorsunuz ve o da alıyor. Bizim seyircimiz ise arada kaldı. Oraya gitmiyor, zaten gitmek de istemiyor. Biz de artık bıçak sırtı ayarlamak zorundayız çünkü seyirci artık tamamen fedakârlık ediyor. Yaz aylarında bile Özgürlük Parkı gibi bir yerde oyunlarımız tıklım tıklım doluyorsa tiyatro ölmez. Zaten en son oyunda seyirciye teşekkür ettim çünkü kırk derece sıcakta bilet alıp oraya geldiler.
Sizin kariyerinizden söz edersek Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamak hayatınızdaki kırılma noktalarını nasıl etkiledi?
Koşullar ne olursa olsun mutlu bir Cumhuriyet çocuğuyum ben. O mutluluğu korumak için insan biliyorsunuz, her şeyi yapar.
Cumhuriyet dışında başka bir yönetimde yaşasaydım bugünkü hayatımı hayal bile edemezdim. Benden önceki kuşakta bu inanç vardı. Ben avukatlığı bırakıp tiyatrocu olmaya karar verdiğim zaman herkes babama benim çıldırdığımı söyledi. Çünkü avukat olarak gayet iyi devam eden bir düzenim vardı.
Babam bir Cumhuriyet öğretmeni olarak herkese şu cevabı verdi: “Mutlu olacağı mesleği seçiyor. Eğer avukatlığa devam etseydi ileride parayı psikiyatrlara verecekti. O parayı tiyatroda batırsın,” dedi. Çok haklıydı.
Şimdi hukukçu ya da farklı mesleklerden çok iyi pozisyonlarda emekli olan eski arkadaşlarımla karşılaşıyorum. Kendilerine kurdukları düzende bugünkü ekonomik şartlara rağmen ömürlerinin sonuna kadar çok rahat yaşayacakları imkânları var ancak bana kendileri yaşıtındaki insanlar için tiyatro kursu olup olmadığını soruyorlar. Daha da güzeli, “Benim torunum genetik okuyor ama ben tiyatroyla ilgilensin istiyorum. Sana yollasam ilgilenir misin?” Gençliklerinde tam tersiydi. Şimdi büyük resmi gördüler.
Temel ihtiyaçları giderdikten sonra…
Tabii… Tiyatroya geçiş yaptığımda “Hakan hayırlı olsun da hay Allah yaa…” diyorlardı.
Asıl o zaman inanmak ve bedel ödemeyi göze almak gerekiyordu, sanırım?
Elbette… Bugüne kadar inanarak ve işimizi severek yaptık. Tabii büyüklerimizin desteği de çok önemliydi. Sonradan tiyatroda çok para da kaybettik, hatta Haldun Dormen ile kuliste çok esprisi olmuştu. “Sen kaç ev sattın?” dedi. Ben “iki” deyince, “Benim yalı senin evlerin hepsini satın alır,” demişti. Ammavelakin sözümüzü tutmak, seyircinin bize olan güvenini sarsmamak için o paraları batırdık. O bataktan yine tiyatroyla çıktım ve bugün Allah’a şükür istediğim oyunları kendi tiyatromda oynayabiliyorum.
“Hiç pişman değilim…”
Ve bu dünyadan gidince para kalmıyor, o oyunlar ve hissettirdikleri kalıyor?
Elbette… Hiç pişman değilim, yeniden seçme şansım olsa yine aynı şeyi tercih ederdim.
Peki, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için umudunuzu ayakta tutan nedir?
Sadece gençlik… Şu anda ilginç bir gençlik var. Dijital ortama angajeler ama “Ölü Ozanlar Derneği” gibi gençlere hitap eden oyunlarda yepyeni bir seyirci karşıma çıkıyor. Umut dolu insanlar ve direnmekten yana olduklarını görüyorum. Umudumu kıran şey ise küsenler… O çok zor bir iş…
Benim oğlum da yurtdışında şu anda. Los Angelas’ta okudu ve orada müzik prodüksiyonu alanında büyük bir plak şirketinde çalışıyor. Çok özlesem bile kalk gel artık, diyemiyorum. Şu anda ona bir plak şirketinde bir prodüktör olarak bir istikbal burada göremiyorum.
“Cumhuriyet’in kazanımlarının devam etmesi için hiçbir mazeretimiz olmamalı”
Bunun dışında genç tiyatrocular hep yakınıyorlar; Türkçe oynadıkları için tiyatrocu olarak dışarıda hiç şansları olmadığını söylüyorlar. Doğru, bir müzisyen olsalar yurtdışında daha çok şansları olurdu ancak kendi ülkenizde de sizi ayakta tutan bir potansiyel var. Koşullar ne olursa olsun her zaman da olacak.
Onun için Cumhuriyet’in kazanımlarının devam etmesi için hiçbir mazeretimiz olmamalı. Ekonomik, politik… Ne olursa olsun… Türkiye, Cumhuriyet kuşağının getirdikleri ve kurumlarıyla hâlâ ayakta durmayı beceren bir ülke… Afganistan gibi kurumları olmayan ülkelerin ne halde olduğunu görüyoruz. Bu ülkede insanları sorgulamaktan alıkoyamazsınız.
“Bu ülkede farklı inanç ve düşüncede ne kadar insan olursa olsun bölünmesi mümkün değil”
Ve sanat insanlar arasında yapıştırıcı olmaya devam edecektir?
Tabii, birbirini ötekileştiren, ayrışan iki insanı yan yana oturtalım ve ikisinin de aynı oyunu izlemesini sağlayalım, dünyaları değişir. Türkiye, etnik veya dini olsun farklı biçimlerde kurcalanmaya çalışılsa da bizim aramızda bir kan davası yok. Yerel olarak karışıklıklar çıkabilir ama Türkiye’de bir iç savaş çıkmaz.
Bu ülkede farklı inanç ve düşüncede ne kadar insan olursa olsun bölünmesi mümkün değil, bir kere Türkiye Cumhuriyeti hepimizi yapıştırdı çünkü. Elimizdeki en büyük nimet cumhuriyettir ve önemli olan eleğin üzerinde kalanlardır.
Dilek Karagöz