Bir varmış bir yokmuş. Uzak diyarlardan birinde paranın pek değeri yokmuş. İnsanların zenginliği kelimelermiş. Bu kelimeleri art arda sıralamakmış, o halkın meziyeti. Zenginlik, kelimelerin nakış gibi işlenmesiyle ölçülüyormuş. Bir öykü, bir şiir armağan edermiş herkes birbirine.
Elbette günlük işler de akışında sürermiş. Fırınlarda ekmek pişer, ocaklarda yemek kaynar, sebze meyve pazarı kurulurmuş. Ama her şey yettiği kadarmış, ne kadar ihtiyacın varsa o kadar yer, ne kadar gerekiyorsa o kadar örtünürmüşsün.
Akşam isteyen ateş başında toplanır, masallar anlatırmış. Ve köyün yönetimi de edebiyatçıların elindeymiş. Sanmayın, edebiyatçılar yönetimden anlamaz. Hiç de öyle değil, sabah akşam bir araya gelip okurlarmış, dünyanın nasıl daha güzel olabileceği konusunu tartışırlarmış.
Doğanın sunduklarıyla yetinilirmiş bu adada. Bir tek üstünlük, iyi yazabilmekmiş. Onun için en çok ihtiyaç duyulan şey, kağıt kalem olurmuş. Kamyon kamyon kağıt, paket paket renk renk kalem gelirmiş. Bir de bütün kitaplar ulaşırmış. Dağıtılırmış ahaliye. Herkes evinde saatlerce yazabilmek için uğraşırmış. İyi yazabilenin ayrıcalıkları varmış. Bir tek orada eşitlik bozulurmuş. İyi yazabilen köyün sınırlarını aşar, yettiği kadar değil, gidebildiği kadar gidermiş uzak diyarlara, sonra ister döner, isterse dönmezmiş. Çok iyi yazabilmek için, bütün köy halkı bir ay boyunca çalışırmış, deli gibi. Tek hırları burada çıkarmış, iyi yazabilmek. Toplanan parayla o yılın en iyi yazanı, kelimelerini alır, köyü terk edermiş.
E oyle olunca, bütün kızlar, iyi yazandan bir çocuk yapıp, çocuğuna da geçsin bu yazarlık diye göz kırparmış iyi yazanlara. E yazar milleti bu, sevecek ayrılacak ki yazabilsin. Ama çocuk meselesinde hepsi çok dikkatli olurmuş. Flört en ideal olanıymış elbette. Bu iyi yazanları, genç kızlar hayran hayran dinlermiş, evlenmek isterlermiş, ama iyi yazanlar er ya da geç kendilerinin buradan gideceğini bilir, kimseye bağlanmazlarmış. Uzaklar olurmuş tek bağları.
Gidenlerden bugüne kadar hiç gelen de olmamış. Tabii tek erkekler yazmamış kasabada, tek tük de olsa yazan kadınlar varmış. Nesilden nesile sanki erkek işiymiş gibi görüldüğü için, kadınlar az yazarmış. Cesaret edemezlermiş bir yandan da. Ama kelimelerin büyüsüne kapılan Minerva, kağıt kalemleri buldukça yazarmış, sevmezmiş öyle yazarlar arasında olmayı, öyle hayran hayran da dinlemezmiş yazan erkekleri. Onun gönlü bambaşka bir yerdeymiş, kelimelerin olmadığı, ağaçların konuştuğu, ahşabın yontulduğu bir marangoz atölyesindeymiş. Odun kokan bir adama âşık olmuş. Onun o kısık gelen buğulu sesine âşık olmuş. Vati’ymiş adı. Anlamı yumuşak ve kolay olan şey olsa da, adına inat zor bir adammış. Yaşamı ormanlarda geçermiş. Öyle bir gizemmiş ki, vururmuş kendini dağlara üç gün dört gün. Sanırsın ki, aşk geçmez onun yanından, öylesine yetermiş kendisine. Ama bir söylenti dolaşırmış kulaktan kulağa Vati’nin gönlü köyün en güzel kızlarından Anastasia’daymış. Anastasia, her gün evinin mutfağından dışarıyı seyredermiş, kelimelerle arası da hiç iyi değilmiş. Ellerini çok güzel ördüğü kazaklar için kullanırmış. Ördüğü atkılar, bereler köyün sınırlarını aşmış. Çıkmazmış pek evden. Onun için ki bu aşkın doğruluğu bilinmezmiş. Onları bir gören de olmamış. Ama Vati yaz kış demeden Anastasia’nın ördüğü o çivit mavisi atkıyı çıkarmazmış boynundan. Dağlara bile onunla gidermiş. Kimden çıktı, nasıl çıktı hiç bilinmeyen bu söylenti, Minerva’nın yüreğini çivit keskinliğinde susturmuş.
Köyün bir diğer özelliği de, herkesin yeteneğiyle meşgul olması. Yeteneğini bulan, kendi köşesine çekilirmiş, bulamayanlar için de bir kahve varmış köy meydanında. Ne yapmak istiyorlarsa yaparlarmış, ama tek zorunlu olan şey, günde iki saat yetenek arama zamanı. O zaman da bilirkişiler gelir, onlarla sohbete dalarmış, içindeki kaynağı bul, ışığı bul sohbetleriymiş bunlar. Ama kimisi, can sıkıntısını tercih edermiş. Oradan oraya oturur, “canım sıkılıyor” diye dolaşırmış. Tabii onları da değerlendirirmiş köy ahalisi, mevsimlik çalışırmış bunlar, bir gün bir yerde bir gün bir yerde, canı sıkılanlar grubu olarak, bir gün tarlada, bir gün bir yaşlının evinde, bir gün temizlikte… Yetenek deyip geçmeyin, yetenek ötesi, tutkuymuş aranan, gözlerin parlayarak saatlerce yapabileceğin şey. Dedim ya, her şey yettiği kadar olduğu için ne yol çalışması, ne inşaatlar varmış. En önemlisi aşmış, karnını doyurmakmış.
Çocuklar koşuşurmuş meydanda, kocaman bir kütüphanede kitap okuyarak yapılırmış eğitim, tek amacı varmış eğitimin de yeteneğini keşfetmek. Yeteneğini keşfedenin yolu değişirmiş artık, bir ustası olurmuş, usta çırak ilişkisiyle tutkusunun peşinden gidermiş. O tutku var ya tutku. Herkes aslında onu ararmış bu köyde. Ve bu yüzden de köyün en büyük geçim kaynaklarından biri, dışarıya yollanan el sanatlarıymış. Takılar, müzik aletleri, cam işçiliği… hepsinde tek imza olurmuş, tutku.
Tahta kokarmış Vati, tutkusu gibi kokarmış teni, tahta kıymıkları olurmuş ellerinde, upuzun kemikli parmaklarında kıymıklar yer edermiş, çatlamış, kabuk tutmuş ellerine. Minerve, hayranmış ona sesine ve o kocaman ellerine.
Ve umutsuz aşkı ilham kaynağı olmuş. O sene sadece onu yazmış, kimse anlamadan, bir tek o bilmiş, öyküsünde kartalın dağlarda çıkardığı sesi, dişi penguenin yumurtladıktan sonra yemek aramaya çıkışını ve tek eşliliğini, hatta angut kuşunun, eşi ölse de hep yas tutuşunu anlatmış, tıpkı kartallar gibi.
O yıl Minerva’nın yazdığı öyküler, aşkı öyle güzel anlatmış ki, yöneticiler toplanmış, hayal gücün bu kadar geniş, hayvanların duygularını böylesine güzel aktarıyorsan, git Afrika’da penguenleri, aslanları gör demişler. Minerva, ilk önce “bırakamam” demiş, “ bu köyü bırakamam” demiş. Vati’nin dağlardan dönmesini beklemiş, köyün her tarafına asılmış Minerva’nın öyküleri, bu yıl ilk defa bir genç kızın yollara düşeceği ilan edilmiş.
“Duyar elbette” demiş Minerva. Tam 15 günü varmış hazırlanmak için. Herkes, bütün bir yıl canla başla çalıştığı parayı Minerva için vermeye razıymış. Kelimeler yol alsın istiyorlarmış. İki hafta içinde hazırlığını yapmış Minerva, “yollar beni bekliyor, tutkum bana yol gösterecek, yazmak beni bu kadar mutlu ediyorsa, düşmeliyim yola,” demiş. “Yazmak mutsuzluğun sesi değil mi, benim çığlıklarım değil mi? Düşerim o zaman yola.”
Kalbi buruk bir şekilde veda edeceği gün gelmiş, çatmış. Büyümenin yolculuğuna hazırmış Minerva. Onu geçirmeye gelenlere, tek tek gözlerine, yüreklerine bakmış. Sonra uzaktan bir karaltı görmüş. Gözlerini iyice kırpmış, netleşsin diye, Vati geliyormuş, elinde bir kalem, “dağlardan kurumuş keçi boynuzu ağacından yaptım bunu. Sana eşlik etsin yol boyunca, yalnız bırakmasın yollarda.”
Söylenmemiş sözler kalır yürekte bazen, öyle olsaydı böyle mi olurdu dersin işte, her hikâye bir yolculuktur aslında, kahraman yola çıkar engelleri aşar ve bir çözüme ulaşır, söylenmemiş sözler, engel olur, bazen hiçbir şey söylemeden çekip gidersin. Gurur dersin, kibir dersin, bilemezsin işte susarsın. Bilmem, Minerva kalır mı, Vati kalmaya değer mi? Minerva döner mi? Döndüğünde aynı Minerva olur mu?
Bazen bir dönemeç, kocaman bir soru işareti çıkar karşına, söylersin ya da söylemezsin. Kalırsın ya da kalmazsın. Ya kalsaydın, ya söyleseydin, olduğu gibi açık açık, “özledim” ya da “seni çok sevdim” deseydin, ne değişirdi acaba, yaşam öykün yeniden yazılır mıydı? Bir düşün o zaman.