“Kendimizi sevmemiz lazım”

Kültür nedir?

Medeni, çağdaş ve kültürlü bir toplum olmak ne demektir?

Dünya üzerinde yaşayan birçok kültür varken neden bazılarına kültürlü bazılarına ise kültürel olarak gelişmemiş hatta kültürsüz deriz? Oysa kültürler iyi ya da kötü değil sadece birbirinden farklı değil midir? O halde bizim kültürlü olmaktan anladığımız nedir? Bütün okuyup öğrendiklerimizi unuttuktan sonra bize kalan ve bizi “biz” yapan, insanlığımızı büyüten, daha insancıl ve diğer tüm canlılara saygılı olmamızı sağlayan bir algı, olabilir mi?

En azından Cumhuriyet, hedeflediği muasır medeniyetler seviyesindeki toplumsal yaşam ile bunu arzu etmiş diyebiliriz. Nitekim Cumhuriyet sadece lazım olduğunda siyasi olayları veya ekonomi politikalarını tartışıp tartışıp rafa kaldıracağımız bir kavramdan ziyade insanların sokakta, evde, okulda, günlük hayatlarında birbirleriyle ilişkilerinin seviyesine de etki eden kültürel bir dönüşümü ifade etmiyor mu?

Ve belki de bir kültürü anlamak için insanların “nasıl”larına bakmak daha önemli hale geliyor. Çünkü çoğu zaman ne söylediğimizden çok neyi nasıl söylediğimiz olan bitenin kaderini belirliyor. Hepimizi daha ileriye taşıyacak bir yaşam ortamının belirleyicisi oluyor. Konu ne olursa olsun…

Türk tiyatrosunun yaşayan efsanelerinden tuluat ve hiciv ustası Zihni Göktay ile Cumhuriyet değerlerimizi konuşurken “nasıl”larımız üzerine kafa yorduk.

Cumhuriyet değerlerini sokaktaki hallerimiz üzerinden konuşmak, sindirdiklerimizi ve unuttuklarımızı anlamak açısından son derece gerçekçi, bunları Zihni Göktay gibi bir doğaçlama ve hiciv ustasından dinlemek de bir o kadar keyifliydi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100’ncü yılında sizin bu ülkeye baktığınızda gördükleriniz nelerdir?

Konuşacak çok şey var ve maalesef zedelenen bazı Cumhuriyet değerleri var. Bazı ödüllere layık ve laik bir sanatçı olarak cevap vermeye çalışacağım. Çünkü artık o kadar çok ses çıkıyor ki her yerden, tabiri mazur görün, ağzı olan konuşuyor.

Herkes özgürlük ve demokrasinin altına sığınarak fikir beyan ediyor. Bir taraf ben düşüncelerimi söylerim, diye düşünürken başka bir taraf incinebiliyor. O zaman ben de diyorum ki demokrasi bazı insanlara biraz bol geldi ama ne yaparsınız tabii, ben 60 yıldır tiyatro sanatçısıyım ve ağzımın endazesi yoktur. Saman alevi gibiyimdir, bağırır çağırır on beş saniye sonra da sinerim. Tiyatroda doğaçlama da yaptığım için bilirim; bu iş fazladan sıkılmış diş macununu tekrar aynı tüpe sokmak kadar zordur. Çünkü laf ağızdan bir kere çıkar. Söz ağızdan çıktıktan sonra da artık siz ona hâkim değilsiniz.

O yüzden bir şey söylerken çok düşünerek söylemek lazım ama tabii sanatı politikadan soyutlayamayız. Ben tiyatro yaptığım yıllarda 27 Mayıs Devrimi olmuştu. O zaman biz buna “devrim” demiştik. 27 Mayıs’tan önce çok partili demokrasiye geçerken Türkiye o durumu birdenbire hazmedemedi. Yeniliği anlayamadı. İstanbul için söylüyorum, ben lisedeyken sokağa çıkamadık. Rektörler yerde sürüklendi.  Bazı önemli insanları tutukladılar.

Libya’dan çöl tozu, Balkanlardan soğuk hava…

Tarih tekerrürden ibaret derler ama ibret alınsaydı tekerrür eder miydi, bilmiyorum. Şimdi bir takım şeyler yine oldu. Libya’dan gelen çöl tozu diyoruz ya gerçekten toz Libya’dan; soğuk da Balkanlardan geliyor bu ülkeye ve tozlar bazı yanlışları örttü ya da örtüldü. Basın da daha gelişti. Şimdi çok gazete çok ses var bu güzel ama insanlar okumadıkları için cahillik yine var.

Yeni gençliği kastetmiyorum yeni gençlik pırıl pırıl, benim çağımdaki insanlar çok okumuyorlardı. Gazeteyi bile kahvehanede başkasının omuzundan okuyorlardı. Kitap da okumuyorlardı. Maalesef kitap okuma alışkanlığı yok bu ülkede. Başparmakları ile dünyayı takip ediyor herke ama o da magazin kısmı…

Tabii bu da dünyayı anlamasına yardım etmiyor?

Tabii, yardım etmiyor. Öyle boş, trende otobüste devamlı elinde telefon var ve ineceği durağı bile unutuyor bazen. Bundan dolayı da yalan yanlış haberler ile motive oluyor. O zaman da insanlar arasında fikir çatışması çıkıyor çünkü her gördüğüne inanıyor. Her okuduğuna inanıyor. Hâlbuki doğrusuna inanacağı yerler var ama onun işine gelmiyor, okumuyor. Eskiden bir semtte iki tane muhallebici vardı, insanlar oraya gider muhallebisini yer kalkardı. Şimdi inanılmaz bir lüks var.

Bu anlamda Batı’nın inanılmaz derecede ileri karakolu olmuş durumdayız. Oralarda akşama kadar oturuyorlar ne konuşuyorlar, bilmiyorum. Bir de maddi sıkıntıdan bahsediliyor. Domateste, soğanda maddi sıkıntı var doğru ama oralarda kimler oturuyor? Bir masadan iki yüz liranın altında kalkamıyormuşsun. Ben iş dışında evimden çıkmam, o yüzden bilmiyorum.

Peki, Cumhuriyet algımız?

Cumhuriyet bize bir takım yenilikler getirdi. Ne var ki Ulu Önder Atatürk’ün bize hediye ettiklerinin biz kıymetini bilemedik. Cumhuriyet’in ilk yılları gayet güzeldi ama diş ağrısı için pamuğa ilaç koyarlar da ağrı kesilir ya aynı öyle palyatifti. Atatürk’ün bize bıraktığı maddi manevi emanetleri arası soğuyunca biz unuttuk. Durum bu sefer derinleşti, kökleşti ve sivilce çıbanbaşı haline geldi. Onda da demokrasi inkıtaya uğradı. On yılda bir, 12 Şubat’lar, 12 Eylül’ler…

Tiyatroyu nasıl etkiledi bütün bunlar?

Çok zedeledi çünkü tiyatro sanatı öyle bir şey ki 10 cm kar yağsa seyirci evinden çıkmaz. Şehir Tiyatrosu zaten ucuz diye düşünür, bu havada çıkılmaz, der; oturur evinde. Ondan sonra anarşi olur, sokaklarda insanlar çata pat birbirlerini vurmaya kalkarlar, oraya buraya bomda konur, insanlar yine “Neme lazım, aman başımıza bir iş gelmesin” diye evden çıkmaz. Tiyatro iptal olur. Sokağa çıkma yasağı konur, yine oyunlar oynanmaz. Olan tiyatro sanatçısına olur. Gerçi bu sanatçı kavramının da yozlaştığını düşünüyorum.

Nasıl?

Vincent van Gogh sanatçı, Claude Monet sanatçı, Reşat Nuri Güntekin sanatçı, Mimar Kemaleddin sanatçı… Biz ise yazılan bir şeyi üç boyutlu hale getirip oynuyoruz. Onu yazan, hiç yoktan var eden Ömer Seyfettin sanatçı, biz yorumlayanlar oyuncuyuz ama şimdi affedersiniz herkes kendine “Ben sanatçıyım” diyor. Düğünde oynayan bile kendine sanatçı diyor. Benim için sanatçı kavramı o yüzden farklıdır ancak tabii biz tiyatrocular olarak Cumhuriyet tarihindeki bütün bu olaylar nedeniyle çok sıkıntı çektik. 12 Mart’ta sıkıyönetim gördüm. Oyunlar yasaklandı. O sırada Ankara’daydım. 12 Eylül’de yine yasaklar gördüm. Oyunlar denetlendi.

O dönemlerde ülke yararına diye getirilen bu uygulamalar, Cumhuriyet’i daha çok sıkıntıya soktu sanırım?

Tabii efendim… Cumhuriyet’in getirdiği güzellikleri biz hemen kendimizce yorumladık. Dinde de böyle oldu maalesef. Hz. Muhammed’in bize bıraktığı bir anayasa gibi olan Kuran’dan başka yorumlar çıkardılar. Dört Halife Dönemi’nden sonra şeyhülislamlar başka başka şeyler söyledi, tekkeler, zaviyeler çıktı. Biz zaten batıla çok çabuk inanan toplumuz. Hâlâ türbelere çaput bağlıyoruz.

O yüzden mi Cumhuriyet’in hedeflediği bireysel, kültürel gelişime ulaşmak da zorluk çekiyoruz?

Tabii… Bir formikanın üzerine mürekkep damlatın kayar gider ama bir kaba kâğıdın üzerine mürekkep damlatırsak o emer. Biz bazı şeyleri ememedik. Sanatta da böyle bu. Bazı insanlar şöhreti emedi bazıları da zenginliği…

O olgunluk nasıl kazanılıyor?

Sindirememek cehaletten ileri gelir. Server Tanilli’nin Uygarlık Tarihi’ni okuduğunuzda bunu görüyorsunuz. Biz her şeyde palyatif şekilde hareket ederiz. Bazı konular vardır ki arzın merkezine seyahat gibidir.

İnsanların nelerle karşılaşacağını bilmezsin. Sanat da böyle politika da böyle… İhtiras insanları yanlış yerlere sürüklüyor. Biz de her konuda bir doyumsuzluk var. Hemen yükselmek isteniyor. Namık Kemal her ne kadar, “Yüksel ki yerin bu yer değildir/Dünyaya geliş hüner değildir/Yüksel hünerinle kâni olma/İhsan-ı hüdâya mani olma” diye söylemişse de bu farklı algılanıyor. Demiş ki Allah’ın sana verdiği güzelliklere mani olma, yüksel yerin bu değildir.

Namık Kemal’in bahsettiği sindirerek yükselmek olsa gerek?

Elbette…

Peki, toplum olarak giderek diyalog kurma yetimizin zayıfladığına katılır mısınız?

Tabii, herkes “One Man Show”… Tartışma kültürü yok.

“Eskiden kavga etmez, tartışırdık”

Sizce bunu nasıl aşabiliriz?

Eskiden benim okul çağlarımda, Pertevniyal Lisesi’nde okurken biz münazaralar düzenlerdik. Kavga etmezdik, tartışırdık. Fikirler beyan edilir, kazananlara armağan verilirdi. Şimdi öyle değil. Şimdi kimse eleştirilere açık değil, artık kavga var. İnsanlar birbirine tahammülsüz ve yan baktı cinayetleri işleniyor. O ne demekse, yan bakmak? Bunun için insanlar birbirini öldürebiliyor.

Tahammülsüzlük var çünkü öyle görmüş. Çocuk okuldan geliyor, “Baba, bugün Ali benim enseme vurdu” diyor. Babası, “Öğretmenine ya da müdür muavinine anlattın mı?” demek yerine, “Sen niye ona bir tane patlatmadın?” diyor! Çocuklara bunlar öğretiliyor. Sonra da diyor ki, “Benim çocuğum kendini korumasını bilmeli.”

Ama nasıl koruyor?

Mesele o zaten. Fikirle korumuyor. Hukuk yoluyla korumayı öğrenmiyor. Bir gün bir benzin istasyonuna girdim. Baktım, kasanın yanında bir sepetin içinde beyzbol sopaları var. Bu arada Arizona’da değilim, Susurluk tarafında bir yerdeyim. Ben tabii mizahi biçimde, “Affedersiniz, burada beyzbol sahası var mı?” dedim. “Ne diyon abi?” dedi. Ben de beyzbol sporunun aksesuarlarını gördüğümü söyleyince, “Yok abi, onları gamyoncular gendini müdafa için alıyolar,” dedi. Ben görür görmez anladım tabii de biraz konuyu derinleştirmek, işin suyunu çıkarmak için soruyordum. İş buraya geldi.

“Bunlar küçük şeyler gibi görünse de Cumhuriyet’i biz böyle zedeledik”

Yine bir gün Kadıköy Postanesi’nde posta çeki dolduruyorum. Tam o sırada biri beni dirseği ile muştaladı. Sonra da, “İşin bitince kalemini baa ver” dedi. Ben de “Veremem,” dedim. “İşim bitince, kalemimi cebime sokacağım, buradan çıkıp gideceğim,” dedim. Şaşırdı tabii. Hâlbuki kapının önünde 50 kuruşa kalem satıyorlar. Cebinde kalem bulundurmaz ama bıçak veya çakı istersen vardır. İşte bu durumdayız. Bunlar küçük detaylar gibi görünse de Cumhuriyet’i biz böyle zedeledik. Durgun bir havuzun içine çakıl taşı at, o halka halka yayılır. Biz taşın atıldığı yerdeki işe çare bulamadık. Demokrasinin araçlarına gereçlerine çare bulamadık. Bizde o donanım yok. Adab-ı Muaşeret, görgü kuralları yok.

Cumhuriyet Tarihi’nin en uzun opereti Lüküs Hayat, bu anlattığınızın aksi görünen kibarlık budalalığı gibi bir durumu eleştiriyor görünse de aslında özünde aynı kentlilik sınavımızı yeriyor, sanırım?

Tabii, bir gün bir kasap dükkânında alışveriş yapıyordum. Orada emekli bir bürokratla karşılaştım. Havadan sudan konuşurken apartmandan söz ediyorduk. Dedi ki, “Zihni Bey apartmanı kim buldu?” Valla bilmiyorum, dedim. O da dedi ki, “Amerikalı buldu.

Irkçı bir düşünceyle siyahi insanları bir araya toplayabilmek için.” Yani siyahi insanları tabiri caizse ayak altında dolaşmasın diye bir araya topluyor. Kendisi şehrin dışında tek katlı havuzlu evlerde yaşıyor. Şimdi bakınca o adama hak veriyorum. Ben on katlı, otuz daireli bir apartmanda oturuyorum. Burada bir takım apartmana alışamama durumları var, görüyorum. Bir de bu kaportadan anlaşılmıyor. Konuşmaya başlayınca notunu veriyorsunuz. Bazı güvendiğim insanlarla konuşuyorum, onlar da aynı şeylerden şikâyetçiler…

“Biz göçebe bir toplumuz”

Apartman başka bir kültürdür. Biz göçebe bir toplumuz. Orta Asya’dan bu yana cengâver bir ırk olduğumuz için kahramanlıkta fevkaladeyiz ancak başka bir yerde yolda araçlar birbirine dokunsa herkes çıkartır birbirine kartını verir, sigortayı arar Bizde ise önce yumruklaşmalar küfürler havada uçuşur. Küfür kıyamet derken ağzı da oruçludur ama…

Apartman kültürüne sahip olamamak kentli olamamak anlamına geliyor?

Evet. Böyle birdenbire öküzün boynuzundan direksiyona atlayınca saçmaladık. Olamıyor yani. Bu başka bir şey… Yine trafik konusunda söylüyorum, bizde arabalar daha ucuza mal olabilir. Çok basit; sağ, sol sinyal lambalarını kaldıracaksın çünkü bizde hep işaret parmağı ile idare ediliyor.

Bir de tabii dörtlüler var. Bizde dörtlüleri yakınca düz caddeye enine bile bırakılabilir araba veyahut çocuğu okuldan kaçar, müdür muavini çocuğun kulağını çekmiştir, bir bakarsın ailesi, akrabası, halası, dayısı okulda öğretmen döverler. Biri kalp krizi geçirir hastaneye gelir, sıra vardır, doktor diğerine baktığı zaman doktoru döverler. Sağlık görevlisi dayak yer…

Biz dayak yiyerek terbiye olunan bir toplumuz. Paola Levi’nin “Trafik Cezası” isimli oyununu Ankara’da oynamıştım. Bugün de oynansa tutar. Adam orkestra şefi, konser salonuna yetişmek için arabasını yanlış bir yere park ediyor ama hoş görülecek illegal olmayan bir yer… Sonra daldan dala öyle suallerle karşılaşır ki adam en sonunda idama gider. Mussolini’nin faşizmi devrinde olur bunlar. Orkestra şefi konsere gelirken birden bire başına bunlar gelir. Onun için bir şeye fazla böyle ısrar edince birinin mutlaka bir akrabası, dayısı, amcası çıkıyor. Bu nedenle de kimse suya sabuna dokunmadan devam ediyor.

“Cahille para bir arada geçinemez”

Namık Kemal’in dizelerindeki yükselmeyi başarabilmek için bütün bu konularda nasıl derinleşeceğiz? Az önce dediğiniz gibi bu kaporta meselesi olmasa gerek?

Tabii, cahille para bir arada geçinemez. Jean-Jacques Rousseau’nun çok sevdiğim bir lafıdır.

Ama parası olmayanın da cahil olduğu anlamına gelmez?

Kesinlikle… Bunun için de bir laf var; tahsil cehaleti alır eşeklik baki kalır, derler. Mesela benim bir sürü insan var tanıdığım. Bir kısmı arkadaşlarım da… Aralarında doktor olanlar da var. Oyuna çağırıyorum, diyorlar ki “Valla Zihnicim, öyle yorgun çıkıyorum ki şöyle sırtımı yaslıyorum, televizyonu açıyorum.” Hâlbuki cumartesi günü matinemiz var, pazar günü oyunumuz var.

Poponuzu kaldırın gelin ama iki saatliğine beynini bize kiraya vermek istemiyor. Yalnız açık tribüne gidip 500 lira verip içini döküyor. Spora karşı değilim ama benim tiyatro koltuklarımda otururken kendisini disipline etmek zorunda kalıyor. Orada ses çıkaramıyor, bağırıp çağıramıyor. Maçta bağırıp çağırıyor.

Maçta gladyatörü izleyen halk gibi, diyorsunuz?

Aynen öyle. İşte demokrasinin bol geldiği yerler buralar… Bizim salondaki en ufak pürüzden şikâyet ediyor ama -10 derecede maç izlerken hiç şikâyet etmiyor. Böyle paradokslar var.

Atatürk’ün önemli bir lafı vardır, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür, der ama burada birçok olumsuzluktan konuştuk. Sizce bizi bu olumsuzluklardan çıkaracak olan Cumhuriyet değerleri nelerdir?

Falih Rıfkı’nın “Çankaya” kitabında da olduğu gibi Atatürk sanata müthiş değer veren bir adam. Sanatı ve sanatçıyı koruyan çok büyük cümleler eden biri. Beni resmi tiyatroya Vasfı Rıza Zobu almıştı. 10 senelik profesyonel tiyatro hayatımdan sonra Ankara’dan İstanbul’a dönmüştüm. Ankara’da hem tiyatro müdürlüğü yapıyordum hem oyunculuk yapıyordum. Tiyatro kapanınca İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştım. Onca deneyimden sonra pazarda limon satacak halim yoktu. Vasfi Bey İstanbul’da beni tiyatroya aldı. Arkasından Muhsin Ertuğrul da kadroya aldı.

Bu insanlar Atatürk hayattayken onun sofrasında bulunmuş isimlerdi. Vasfi Bey daha popülerdi. Son senelere kadar oyunculuk yapmıştı. Muhsin Bey, genel sanat yönetmeniydi ve biraz daha geri plandaydı. Mesela bir konservatuar kurulması fikri, Atatürk’ün sofrasından çıkmıştı.

Atatürk’ün incesaz diye sevdiği Rumeli Türküleri, Türk Sanat Müziği var ve Safiye Ayla, Müzeyyen Senar dinliyor. Çankaya’ya gelen beş parça saz var. Kanun, darbuka, keman gibi. Atatürk orada düşünüyor ve “Bunların hepsi çok güzel de acaba bunu çok sesli bir hale getirebilir miyiz?” diye soruyor.

Onu yanlış anlayanlar ertesi gün Çankaya’ya bu sefer üç keman, üç klarnet, üç darbuka getiriyor ama o aslında tabii konservatuar kurulmasından söz ediyor. Sonra Cebeci Konservatuar’ı kuruluyor. Müzik, tiyatro, kompozisyon konusunda…

“Niteliğe değil sayıya bakıyoruz”

Yine Olgunlaşma Enstitüleri kuruluyor, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi kuruluyor. Gazi Eğitim açılıyor. Bunlar çok önemli. Bugün bakıyorsun 250 üniversiten var belki ama kaç tanesi liyakat sahibi? Derinlemesine yani nitelik olarak bakmıyoruz biz. Sayıya odaklanıyoruz. Hâlbuki eskiden profesör dediğin zaman daha kelli felli adamlardan söz ederdik. Tabii güzellikler de oldu.

Şimdi gencecik profesörlerimiz var ama onlara da bakıyorum, tahammülsüzler. Kendi segmentlerinde onlar da münazara etmiyorlar, kavga ediyorlar.  Sonra TBMM de öyle… Çok canımı sıkan bir cümle var. Karşılaştığım zaman kendilerine de söylüyorum. Bir milletvekili diğerine bardakla su atıyor. Bir başkası da diyor ki, “Yapmayın arkadaşlar, burayı tiyatroya çevirdiniz,” diyor.

Böyle söylemler insanların bilinçaltına işliyor tabii…

Evet ve biz hiç kuliste birbirimize su atmadık. Konuştuk, tartıştık, münazara ettik ama bardakta su atmadık. Küfür de etmedik. Çünkü biz sahnede yüz yüze bakan insanız. Kuliste kavga edip sahnede yüz yüze bakılmaz. İnsanı insana insanla anlatan bir mesleğin erbabıyız biz. Hayatın aynasıdır tiyatro. Sonra biz hiç kuliste, oldu mu olmadı mı diye tavana çiğ köfte fırlatmadık.

Çiğ köfteye karşı değilim ama bu sunuş biçimine karşıyım. Mesela yine biz seksen sayfa piyesi ezberliyoruz ve belli bir zaman dilimi içinde sahneye çıkıyoruz. Oysa milletvekili, önünde durduğu halde milletvekili yeminini baka baka yanlış söylüyor. Telaffuz edemiyor, artikülasyonu yok, diksiyon bozukluğu var. Gerçi spikerler için de geçerli bu durum tabii. İçlerinde liyakat sahibi çok az. Kulak olmadığı için çok yanlış kullanımlar var. Yine bir tabir kullanacağım; “Duymuş ki Horasan halı dokunur ama enine mi boyuna mı ondan haberi yok.”

Biz galiba “nasıl”ı hep ıskalıyoruz. Ne söylediğimiz kadar nasıl söylediğimiz çok önemli, ne dersiniz?    

Evet, nasıl çok önemlidir. Çocukluğumda mahallede beni top oynamaya çıkarmadılar. Düşersin, okulundan geri kalırsın diye… O zamanlar sokaklarda oynardık çünkü. Bu şekilde büyüyen insanlar olduğumuz için de biz hep geri planda kaldık, biraz da pısırık olduk ama şimdi bakıyorsun bir sürü insan var ama kifayetsiz muhteris… Bilmiyor fakat kendinin farkında değil çünkü aynaya bakmıyor. Hâlbuki bilmediğin konuda fikir beyan etme, sus. Hiç olmazsa cahilliğin ortaya çıkmaz. Söz gümüşse sükut altındır.

Bu “nasıl”ları belirleyenlerden biri de dil konusu galiba, ne dersiniz?

Elbette… Bu millete hâlâ “şarj”ı öğretemedik. Kapitülasyonlardan beri böyle… Birbirine çarpan insan “Affedersin” demiyor, “Pardon” diyor. Pardon, Fransızca… Teşekkür etmek yerine “Çok Mersi” diyor. “Allah’a ısmarladık” demek yerine “Çaav, By by” diyor. Kızıltoprak’tan Bostancı’ya kadar Cadde’de sağlı sollu ilerle, İngilizceni ilerletirsin. Türkçe dükkân yok. “Butik” diyor sonra “Gurme”ler çıktı. Her konuda bir yozlaşma var. Cumhuriyet’in getirdiği güzellikler var ama işte yorum meselesi…

Bir yandan da güzel şeyler de olmaya devam ediyordur, diye düşünüyorum…

Var tabii… Otobüste sigara içmemek, otobüste ayaklarını çıkarıp da önündeki adamın ensesine ayaklarını yapıştırmamak… Tiyatroda cep telefonu ile konuşmamak… Her yere geç kalmışız biz. Bu yüzden de mesela trene geç kalırız, vapura geç kalırız, uçağı kaçırırız, en sevdiğimiz arkadaşımızın nikâhına geç kalırız. Bir de nikâh salonundan içeri girerken karı koca kavga eder. Senin yüzünden, diye… Geldikleri yeri unutur, birbirlerine düşerler. Biz yerleşememiş insanlarız.

“Hayret, hâlâ İstanbul’a yerleşememişsiniz”

Ünlü Fransız Rejisör Jean Cocteau 1953’te İstanbul’a geldiği zaman, mihmandarı ona İstanbul’u gezdiriyor. Topkapı Sarayı’nı gezdikten sonra Galata Köprüsü’nün üzerindeyken mihmandarı kendisine çevreyi anlatıyor. Süleymaniye Cami, Galata Kulesi vs. O zaman da eski Galata Köprüsü dubaların üzerinde ve bütün vapurlar oraya yanaşıyor.

Ada’dan gelen, Çengelköy’den gelen, sırtında yükü elinde tahta bavulu ile Haydarpaşa’dan gelen… Boyacılar, at arabaları… Yani herkes o köprünün üzerinde… Adama çarpıyorlar vs. Adam dönüp mihmandarına “Ben merak ettim, Türkler İstanbul’u ne zaman aldılar?” diyor. Mihmandar da “Ne diyorsunuz, alay mı ediyorsunuz Beyefendi? 500 yıl oldu biz burayı alalı” diyor. Adam da bu sefer diyor ki “Hayret, hâlâ yerleşememişsiniz.” Biz hâlâ yerleşemedik. Bugün bile İstanbul’un üzerinde bir pazar günü helikopterle dolaştığımızı düşünelim, hâlâ nakliyat kamyonları görürüz. Her yer nakliyat kamyonu çünkü biz devamlı taşınıyoruz. Bir türlü yerleşemedik.

Somut olarak olduğu gibi zihinsel ve kültürel olarak yerleşemiyoruz, diyorsunuz?

Tabii… Bilgi birikimi yok. Unutuyoruz. Lüküs Hayat oynuyorum. Birinci perde bitti. Antrakt var. Genel Sanat Yönetmenimiz Gencay Hanım da fuayeye ekran kurdu.

Geç kalanlar ilk perdeyi en azından fuayeden izlesinler diye yoksa yer göstericileri ısrar ederek zor durumda bırakıyorlar. Bu arada birinci perdeye geç kalındığı gibi ikinci perdeye de geç kalınıyor. Neyse ikinci perde başladı.

Tam lafa gireceğiz seyircilerin arasında alaturka bir diyalog yükseliyor, “Hakan!” Hakan cevap veriyor, “Ne var anneanne?” Anneanne bu kez “Hakan, annenin önünde uzun boylu bir adam var, annen göremiyor. Siz yer değiştirsenize…” Kızı müdahale ediyor. Bu kez “Sana söylemiyorum, Hakan ile konuşuyorum” diye devam ediyor.

Diyalog bitmiyor, bir türlü lafa giremiyoruz. Seyirciyi kırmak da istemiyoruz. Baktım olacak gibi değil, “Hanımefendi lütfen siz susarsanız biz oyuna başlayacağız çünkü devlet bize konuşmamız için ücret ödüyor” dedim. Anlamadı. Sonra kızı müdahale edince sustular, biz de oyuna başladık. Cumhuriyet’in getirdiği uygarlık diyoruz ya işte bazı şeyler böyle çukur kaldı.

“77 yaşına geldim hâlâ parklarda ‘yere çöp atmayın’ yazısı var”

Bu günlük hayatta başka yerlerde de var. Ben küçükken parklarda “Yere çöp atmayın” tabelası vardı. Şimdi aynı tabelalar yine var ve ben 77 yaşındayım. Cumhuriyet’e nasıl sahip çıkacağız böyle? Yani Cumhuriyet’in getirdiği nimetlerin biz işimize gelenini almışız, işimize gelmeyenlerde hâlâ eski adetlerle devam ediyoruz. Şimdi Ulu Önder Atatürk kimseyi kırmak istemeyen tavrı ile herkes mebus olabilir, reisicumhur olabilir ama sanatçı olamaz. Bu çocukları koruyalım, demiş ama bu çocukları kimse korumadı.

Ne yapılmadı ya da yapılamadı?

Ben 60 yıldır tiyatro sanatçısıyım. Bunun 53 yılı resmi hizmette geçti. Hâlâ da devam ediyorum. Kendimi emekli saymıyorum. Bağdat Caddesi’nde yürürken birisi bana sordu, “Zihni Bey sizi epeydir göremiyoruz ekranlarda. Neler yapıyorsunuz?” dedi. Hâlbuki tiyatroda oyunum devam ediyor. Bizim asıl işimiz tiyatrodur. Televizyon her zaman yan işimizdir. Tiyatro ekmek parasını verir ama köfte parasını vermez çünkü.

Bu soruyla tabii benim yarama tuz bastı. Ben de “Süveyş Kanalı’ndayım,” dedim. “Beyefendi ben her tuz gösterene hıyarı benden diye koşan sanatçılardan değilim. Kafama yatan proje olursa oynuyorum” dedim. Öyle ölçüyor beni. Televizyonda görürse varım. Kalkıp gidip gişeden bilet alayım, demiyor. Bir de Şehir Tiyatroları biletleri çok ucuzdur.

Atatürk’ün kültür politikası…

Peki ya tiyatro alanındaki kültür politikaları?

Vaktiyle 50 yıl önce tohum olarak ekilmediği için sonra fidan olamadı ve tabii ağaç olup kökleşemedi. Şöyle bir durum var, Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz. Mesela en son Sultangazi Sahnesi’ne “Nora Bir Bebek Evi” oyunu kondu. Ertesi hafta “Cibali Karakolu”nu oynamak için gittim. Gişenin nasıl gittiğini sordum. “Bu oyunda iki sıra doluyor ya da dolmuyor” dedi. Çünkü orada yaşayanlar hâlâ “Çalıkuşu”nu seyretmemiş ki…

Başka bir telif oyununu izlemeyen seyirciye Henrik İbsen’in oyununa ilgi göstermez. Ona “Lüküs Hayat”, “Cibali Karakolu”, “Hisse-i Şayia” oyunlarını göstereceksin. Dediğim gibi bunun tohum olarak ekilmesi gerekiyordu. Doğru bir repertuvar sistemi uyguladığında oluyor yoksa şube sayısının çok olması Şehir Tiyatrolarının çok ileriye gittiğini göstermez.

Mesela tiyatronun Başöğretmeni Muhsin Ertuğrul bir gün bana dedi ki, “Bu ülkede 67 ilimizde her akşam perde açıldığı zaman benim ruhum dinlenecektir.” 29 Nisan’da kendisini kabri başında anmaya gittiğimizde bunları dillendirdim. “Rahat uyu, artık 81 ilimizde her akşam olmasa da bazı akşamlar perde açılıyor. Sağ olsun kardeş tiyatromuz Devlet Tiyatroları, olanakları bizden daha fazla olduğu için, ‘Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır’ düşüncesiyle, 81 ilimizde perde açtı” dedim.

Güzel işler yapılıyor ama bunların toplumsal dönüşüme yansıması da zaman alıyor, galiba?

Evet ve bir de PR’ımız düşük. Mesela gazeteler sanata yeterince sayfa ayırmıyor ama bakıyorsun altı sayfa futbola yer ayırıyor. Hâlbuki ne demiş, sanatsız kalan toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir. Şimdi bakıyorsun, adamın vücudundaki damar kopuyor da yine de “Bir ara doktora giderim,” diyor. Atatürk’ün “Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” cümlesi aynı zamanda kültürel anlamda söylenmiştir. Biz onu sadece askeri anlamda söylenmiş gibi düşünüyoruz.

Biraz önce unutkanlığımızdan bahsetmiştiniz. Sizce Cumhuriyet’in bize yol gösteren değerlerini de unutuyor muyuz?

Azınlıkta kaldık. Başka şeylerle meşgul oluyor kafamız. Medarı Maişet Motorunu yürütebilmek için bazı önemli noktaları unuttuk. Onlar silindi, uçtu. Kafamızda kazılı olarak kalmadı. Unutmak istemiyoruz ama başımız derde girdiği zaman hatırlıyoruz. Anayasanın ilk üç maddesi gibi bazıları kaldı ama diğerleri uçuyor. Hâlbuki bizi bugünlere getiren bu önemli değerlerdir.

smart

Peki umut?

Valla şimdi gördüğüm tablo pek iç açıcı değil. Kimle konuşsam “Ben bu ülkenin geleceğini iyi görmüyorum. Ben dışarıya gideceğim” diyor ya da çocuğunu dışarıya göndermek istiyor. Bunun için de bir sürü sebep sayıyor.

Dedim ki hepiniz gidersiniz ama ben dışarda ancak gişe memuru olurum, ben uluslararası olamadım. Beni ancak Kapıkule’den Gürbulak Sınır Kapısı’na kadar tanırlar ama bana tekrar dünyaya gelsem yine tiyatrocu olur muyum diye sordular.

Ben de dedim ki, “Olurum ama Misak-ı Milli hudutları dışında…” Tabii itirazlar geldi. O zaman da “Milliyetçilik duygularım her zaman su basmaz seviyesinde duruyor da bazı durumlarda bu devlet benim kıymetimi bilmedi. Megaloman değilim, narsist de değilim ama benim çapımda bir sanatçı bu kadar çok ev taşımamalıydı; sosyal güvencesi şimdi değil otuz sene önce olmalıydı. Ben koşturmaktan lisan öğrenemedim yoksa vatanımı seviyorum,” dedim.

İkinci yüzyılda daha ileriye…

Cumhuriyet’in ilk yıllarında maddi yönden olanaksızlıklar olmasına rağmen insanlara kendilerini yetiştirmeleri için fırsat oluşturulmuştu. Belki bundan sonraki yıllarda da bir adım daha ileriye giderek ülkedeki yetenekli insanların daha çok dünyaya açılması hedeflenebilir. Ne dersiniz?

Kesinlikle. Bak bir kapı daha açıldı. Atatürk’ün Cumhuriyet ile sanata verdiği değerlerden biri de o güne kadar kadınlara tanıdığı haklardır. O zamana kadar Türk kadınının sahneye çıkması ve oy kullanması yasaktı. Mesela Afife Jale, Atatürk’ten önce sahneye çıktığı için hapse girdi. Hastalandı.

Adına şimdi ödüller düzenleniyor. Atatürk’ün emriyle sahneye çıkan ilk kadın sanatçımız da Bedia Muvahhit’tir. Yine Semiha Berksoy’u dışarıya gönderdi, Viyana’ya. “Özsoy” isimli ilk Türk operasını besteletmiş. Sofya’da “Tosca” Operasını seyrediyor ve bunlar benim ülkemde neden olmasın, diye düşünüyor. Atatürk böyle bir milliyetçi… İkinci yüzyılda elbette bunların çok daha ileriye taşınması gerekiyor.

“Mizah tokat gibidir”

Siz bu ülkenin yetiştirdiği en önemli tuluat sanatçılarından biri ve hiciv yönü güçlü bir oyuncusunuz. Mizahla da birleşince bu dilin bütün bunları anlatmakta nasıl bir gücü var?

Lüküs Hayat’ın on yedinci senesi kutlanırken bir gazeteci dedi ki bana, “Broadway’deki Cats Müzikali on altıncı senesinde sahneden kalkıyormuş, oynamayacakmış. Lüküs Hayat bu akşam on yedinci senesine bastı. Bu konuda bir şey söyler misiniz?” Ben de “Hemen tabii söylerim, zaten iyi bakılan bir kedinin ömrü de on altı yıldır, dedim. İşte bu hazır cevaplılıktır. Allah vergisi bir şeydir. Yapmak istemeyen yapmaz, o da kötü aktör olduğu anlamına gelmez. Bu insana bir hediyedir. Bunu çok kullandım. Faydasını da gördüm.

Lüküs Hayat’ta, Cibali Karakolu’nda, Hisse-i Şayia’da… Şimdi de Moskova Gidiş Dönüş’e de koydum ama hiçbiri mantıksız laf olsun torba dolsun diye edilmiş laflar değildir. Moskova Gidiş Dönüş’te Rosa, Çmutin’e diyor ki, “Çmutin ben hiç yemek yapmadım ama ablamın bir yemek kitabı var. Oradan bakıp size yemek de yaparım” Ben de hemen “Hiç kendini yorma Rosa’cığım.

Getir’den söyleriz” deyince tabii salonda kıyamet kopuyor. Bunu söylerken “Ben bunu söylüyorum ama Moskova’da getir var mı acaba?” diye düşünürsen olmaz. Espri tokat gibidir. Atıp kaçacaksın. Bir gün Ustam Muammer Karaca, “Türkler neyi icat ettiler?” diye sordu. Ben savaşları saymayı başlayınca, “Bak, Newton yer çekimini buldu, Graham Bell telefonu buldu, Pasteur kuduz aşısını buldu, Türkler neyi buldu?” diye tekrar sordu. Sonra benden cevap gelmeyince “Yoğurdu buldular ulan,” dedi. “Onu da tesadüfen buldular, sütü dolapta unuttukları için,” dedi. Böyledir.

Peki, Cumhuriyet tüm bu olumsuz eleştirilere karşı bu topraklardaki insanların kendileriyle barışmalarını nasıl sağlar?

Toparlanmamız lazım. Bir kere toplumsal barışı sağlamak lazım. Birbirimize karşı eleştiriye açık olmamız lazım. Kendimizi kabul etmemiz gerekiyor. Puzzle’ın parçalarını tamamlamak lazım. Renk uyuşmazlığı var. Ufacık bir nüans bile çok önemlidir. Dikkat ederek Türkiye haritasında o parçaları tamamlamamız lazım. Eğitmemiz lazım. Saymaya kalktığımızda kaç donanımlı sanatçımız var ki…

Önce aynaya bakmalı sonra kendimizi sevmeliyiz. Genel kültürümüz yok. Bilmemek değil öğrenmemek ayıp ama atasözleri bilmez, deyimleri bilmez, halk arasındaki konuşmaları bilmez. Hâlbuki genel kültürümüz çok önemlidir. Eksiklerimizi tamamlamak için de kendimizi sevmemiz lazım.

Dilek Karagöz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaş

Son Yazılanlar

“Cumhuriyet değerleri zamansızdır”

Türkiye’nin uluslararası bilinirliğe sahip sanatçılarından biri Gürbüz Doğan Ekşioğlu… Çizgileri ile konuşan ustalardan… Çizgileri “The New Yorker”ın kapaklarını süsleyen Ekşioğlu,

Bedeli pahalı bir dünya kupası

20 Ağustos 2023, Sidney’de Stadium Australia’da önemli bir organizasyonun, Kadınlar Dünya Kupası’nın finalinin son düdüğü ile birlikte İspanyol futbolcular büyük

Putin de olurmuşum ben!!!!

Sizin kırmızı çizginiz nedir ? Hani o çizgiyi geçince savaş ilan edebileceğiniz yer. İşte geçen gün bizim evin “minik” Puta’sına

Eskiden biz arabulucuyduk

Kiracı-ev sahibi arasındaki uyuşmazlıklar dağları aşınca arabuluculuk sistemi zorunlu hale getirilerek uygulanmaya kondu. Düşünün 2020 yılında 27 bin, 2021 yılında

Dayatılan koşullara direnmek

Ne yaman ikilem; bir yanda, şemsiyesi altında yaşayanlara bağışladığı özgürlüğün tek savunucusu rolünü oynarken, diğer yanda soluksuz çalıştırdığı insanları kendisine

Azim, kararlılık ve mücadele

Değerli Bi’nevi Gazete okurları, Özel sebeplerden ötürü uzun bir süredir sizlerle değildim. Bu yüzden öncelikle siz değerli okurlardan, sonra da

Küçük “Puta”lar işini bilir

Siz onları bilmezsiniz. Acındırarak, yardıma muhtaç bir şekilde girerler hayatınıza. Bi mağdur, bi zavallı, bi güçsüz. Tatlı tatlı masum masum