Benim Babam, kalem, cetvel, gözlük tutardı; bir elinde telefon, dilinden aykırı bir söz söylememeye kendini zor tutardı. Bir fotoğraf karesinden kalanlar, ömrünün çoğunu anlatmaya yetecek ayrıntılar bıraktı…
Uzayan konuşmalarda giderek gerilen ses
Bir tarafında simsiyah bir telefon dururdu. Hiç de uyuyan siyah bir kediye benzemezdi o telefon. O kadar sık çalardı ki sesi belleğimdeki bütün çıngıraklı seslerden daha üsteleyici olarak kaldı. Uzayan konuşmalarda giderek gerilen sesi, odadaki diğer çalışanları, hakimin hükmünü dinlemeye hazır olanların sessizliğine gömer, yüzündeki gölgeler, fırtınada eğilen ağaçların oyun ve ölüm arasında gidip gelen sarsılmalarını andırırdı.
Perona bakan tek pencerenin yarıya kadar demiryolu grisine boyanmış camlarının üstünde kalan boyasız bölümü buharlı lokomotiflerin isli dumanları ile kararır, odanın diğer tarafındaki tek pencerenin ışığı odaya boydan boya buyur edilirdi. Upuzun boyu ile çoğu zaman tek kanadı açık bırakılan bu pencere, istasyonun karşısından gelip geçenlerin bakışlarını oyalar, süzülen imbat esintisi odanın ağır, yıllanmış havasını biraz olsun dağıtırdı.
Masada duran bir bardak çayın rengi
Masanın üzerinde mıhlandığı haritanın tüm ayrıntılarını ve güvenliğini on yıllardır sağlayan kalın cam; kendisine dokunan tüm parmakların ruh halini bile anladığı filan zamandan süren yolculuğunu, dinlemek isteyene hemen anlatmaya hazır görünürdü. Masada duran bir bardak çayın rengi, bitene kadar renkten renge girerdi. Kocaman kapı açılınca pencereden giren ışık kesilir, masaların sahipleri kaybolan ışığı kapıdan girene toplatırlardı.
Giren her kimse toz kaldırma, kapı gıcırdatma cezalısıydı. Odanın diğer eşyaları ve pek çok ayrıntısı gibi bu kapı da, bu kapanda çalışanların çocukları için çok tanıdıktı. Boşuna bu odalara ‘daire’ denmiyordu herhalde. Yüksek tavanlı, sağlam ve kalın duvarları ile dört kişi için hayli geniş sayılabilecek bu dörtgene, ancak verdiği sıkıcılık nedeni ile daire denebilirdi.
Her umutsuzluğa basarak geçerdi babam
Oradan emekli olmuş her memurun çalıştığı günler boyunca, yorgunluğunu kusarak çıktığı zemin tahtaları, mazot ve vernik ile pekiştirilerek, tahta kurtlarına ve olur olmaz bahar kokularına aman vermeyen bir koruma sağlamışlardı.
Mesai sonraları, kıyıdan çözülüp akıntıyla uzaklaşan bir kayık gibi, evinin ilk basamaklarına kadar uzanan yolu zihninde baş gösteren her soruya, her kuşkuya, her umutsuzluğa basarak geçer giderdi Babam.
O gün müşteri bulamayan hamala boş küfesi nasıl da ağır gelir. Soluğu tükeneyazmadan evinin eşiğine ancak varan baba, ne yapıp edecek, bir şıracı eğilişi ile yüreğindekileri bekleşenlere sunacaktı.
Gözlerinde gelmiş geçmiş bütün ömürleri tüttürürdü babam
Gece ağmadan, günden kalanlarla, kurulup bir sıra, toplaşıp masa başlarında, ağız ağıza, soluk soluğa, bir arada. Sofradan kırıntıların toplandığı sıralarda sanırım babam, babasını düşünürdü. Gözlerinde gelmiş geçmiş bütün ömürleri tüttürürdü. Söz açılan anılar yürekte durduğu gibi durmaz, yerinde de hiç rahat durmazdı; akan zamana ayak uydurur, olmadık kılıflar bulunur, hatta bir soy ağacına bürünürdü. Zamanın geçip gidenini yankesicilikle suçlayıp, zihnin müebbetine yatırmaktansa, uykusunda makyajını yapıp uyandırmak çok eğlenceli olurdu. Anılar gerisin geri sıra çocukluğa varmadan toplanıp, teknesine konurdu.
Uyku buyurgandı, karmaş dolaş vakitlerin son bulduğu, düşlerle yolculuğun devam ettiği, kimi kez sabaha, kimi kez sonsuz geceye çıkan yolların başında gözlerimiz kapanırdı.
Halen uyuyor Babam, eskiden olduğu gibi aynı düşleri görürken rastlaşıyoruz; üzerimize başak renginde güneşler doğuyor. Başaklar dört mevsim, daldığı son uykunun ninnisini söylüyor.