Euro 2020 sona erdi. Bir ay boyunca futbolla yattık, futbolla kalktık. Barındırdığı mutluluklar, trajediler, hikayeler, sürprizler ve gözyaşları ile futbolun dünyada en sevilen spor olması şaşırtıcı değil.
Her sporda hikayeler var elbette, ama sıradan fanilerin, yani bizlerin de topa benzer herhangi bir şeyle her yerde oynayabileceğimiz fazla spor dalı yok. Mesela sırıkla atlamayı, üç adım atlamayı, boksu her ortamda teklifsizce yapamazsınız, ama topu ya da bir gazoz kapağını ayağınızla her yerde itekleyebilirsiniz. İşte bu yüzden, izlerken en harika hamleleri bile ‘ben de yapabilirim’ hissiyle yaşadığımızdan olsa gerek, futbola daha bir yakın oluyoruz, daha çok seviyoruz.
Seviyoruz derken biraz ihtiyatla yaklaşmak gerekiyor elbette, zira bu sevgi bazen içinde nefret de barındıran bir paradoksa dönüşebiliyor.
Bir yıl sonra sevinç gözyaşları
Euro 2020’yi taraflı tarafsız herkesin hak ettiğini düşündüğü İtalya kazandı. Kovid pandemisini Avrupa’da en ağır karşılayan ülkelerin başında geliyordu İtalya. Belki de herkesten fazla acı çektiler, göz yaşı döktüler. Neredeyse bir yıl sonrasında ise sevinç göz yaşları vardı İtalyanlarda. Önce bizim uzaktan, buruk bir nostaljiyle izlediğimiz Eurovision Şarkı Yarışması’nı, sonra da tüm dünyanın izlediği Avrupa Futbol Şampiyonluğu’nu kazandılar.
Peki neydi kilometrelerce uzaktaki bizlerin, final maçını İtalya taraftarıymış gibi izlememizi sağlayan? Mutlaka ki İngiltere’nin kazanmasını isteyenler de olmuştur, ama iddia ediyorum ki azınlıktaydılar. İtalya golünde oturduğum semtteki evlerin tümünden gooool sesini başka nasıl duyabilirdim ki? Ya da sosyal medyadaki total sevinci…
Belki İngilizlerin geleneksel kibirli tavırları, belki İngiliz taraftarların çıkardığı olaylar, belki de UEFA’nın fikstür ve saha seçimleriyle İngilizler’in önünü açtığı inancı… Kim bilir?
Belki de sadece Akdenizli hemşehri dayanışması, belki yaşı belli bir seviyede olanlar için Rossi’nin kaçırdığı penaltıdaki üzüntüsü, belki hiç beklenmezken 90 Dünya Kupası’nın gol kralı olan Schillaci ya da 42’sine kadar kalesinde devleşen Dino Zoff…
Yoksa açılış maçında bizi acımadan ezen İtalya’ya karşı ‘Stockholm Sendromu’ mu geliştirmiştik?
Belki hepsi, belki de hiç biri. Ama biz bu takımı sevdik.
Bir de Danimarka’yı sevdik
1992 Avrupa Şampiyonası’na katılım hakkı elde edememişken, UEFA’nın Yugoslavya’da çıkan iç savaş nedeniyle onları diskalifiye edip yerine Danimarka’yı çağırmasının bir peri masalının ilk cümleleri olacağını nereden bilebilirdik o zamanlar. Amiyane tabirle plajdan toplanıp getirilen Danimarkalılar kupaya kadar koşacaklardı o yıl. O günden beridir bir başka gözle izlenir Danimarka hep.
Bu kupaya da farklı bir hikaye ile başladılar. İlk grup maçının devre sonuna doğru, takımın önemli yıldızlarından Christian Eriksen sahada yığılıp kaldı. Danimarkalılar paniklemek yerine imrenilecek bir birliktelikle organize olup belki de takım arkadaşlarının hayata tutunmasını sağladılar. Gözlerimizde yaşlarla tek yürek olduk bütün dünyada. Futboldan başka hangi spor bu büyüklükte bir duygu selini başarabilir ki?
Avrupa’da bunlar olurken bir başka masal da, artık kişisel hikayesinin sonuna yaklaşan bir minik devin göz yaşlarıyla yazılıyordu. Copa America finali biz Avrupalılar için biraz Euro 2020’nin gölgesinde kalsa da dev bir finalle taçlandı: Brezilya – Arjantin.
Kariyeri boyunca neredeyse almadığı kupa ve ödül kalmayan, kimileri için gelmiş geçmiş en büyük futbolcu olan Lionel Messi’nin tek eksiği milli takım ile alacağı bir şampiyonluktu. Bu hayaline de kariyerinin sonlarında kavuştu. Arjantin 28 yıl sonra Copa America’yı kazanırken Messi de kupa koleksiyonunu tamamlıyordu.
Futbol hikayeleri ile güzel. Bazen o hikayeleri izliyoruz, bazen de yazıyoruz.
Hikayeleri hepimiz sevmez miyiz?