ÖYLESİNE ÇIKILMIŞ BİR GEZİNTİ: YÜRÜMENİN FELSEFESİ
Bazı kitaplar bittikten sonra da sizinle kalır. Bazen daha ilk satırından anlarsınız o kitabın kapağı kapandıktan sonra bir rafta tozlanmaya bırakılacak kitaplardan olmadığını. Bazısının sizde bıraktığı derin iziyse okumanızın üzerinden biraz zaman geçtikten sonra anlarsınız. Oluştuğu ânı hatırlamadığınız, bir zaman son sızısıyla birlikte farkına vardığınız bir kesik gibi.

İlk kategoriye mi giriyor yoksa ikincisine mi hiç bilmiyorum ama Kolektif Kitap’ın ilk baskısını Ocak 2017’de yapan Yürümenin Felsefesi adlı kitabı da benimle kalanlardan.
Okuyalı bir yıldan daha uzun bir zaman oldu. Yine de hâlâ zaman zaman kendimi kitabın durduğu rafın önünde buluyorum. Elimde kitapla öylece dikilip bir yarım saat kadar kitabı karıştırıyor, altını çizdiğim yerlere bakıyorum. Bazen de çizmediğim yerlerde yürüyüş yaptırıyorum gözlerime. Belki ilk seferinde gözden kaçırdıkları bir manzara vardır, belki içimde ancak olgunlaşmış anlamlar…
Fransız yazar Frédéric Gros’un yürümek üzerine kaleme aldığı düşünce yazılarından oluşuyor Yürümenin Felsefesi. Aralarda da Nietzsche, Rousseau, Kant, Gandi gibi dünya düşünce tarihine önemli katkılarda bulunmuş isimler için yürüyüş kavramının ne ifade ettiğine dair yazılar var. Bu yazıların hemen hepsi, öylesine çıkılmış bir gezinti ritminde. Hem de manzarası güzel, havası temiz bir yabanda yapılan bir gezinti gibi. Okudukça yavaşlamak arzusu uyandırdı bende. Daha ağır adımlar atmak, etrafa daha dikkatli bakmak, biraz daha derin nefesler almak…
Çoğu kitaba bitirmek için başlarız aslında
Ama ben Yürümenin Felsefesi’ni okurken çok uğraştım bitmesin diye. Gıdım gıdım okudum resmen. Öyle hızlıca yutup bitirmek, yapılacaklara bir tik daha atıp sıradaki “hedefe” geçme dürtüsüne kapılmak, kitabın içeriğine, ruhuna saygısızlık gibi geldi. Zira derdi biraz da bu sürat meselesiyle, çağın baş döndüren temposuyla kitabın. Yürümek, bir yere yetişmeye çalışmadan, spor niyetine diye düşünmeden, hiçbir hesap yapmadan, hiçbir fayda beklemeden, sadece eylemin kendisi için, öylesine yürümek, yazarın bu hız çılgınlığına karşı önerdiği bir reçete gibi biraz da. Yalnızca okurken bile faydasını gördüğüm bir reçete.
ALINTI:
“Yavaşlık tam olarak aceleciliğin zıddıdır. (…) Hızın zaman kazandırdığı bir yanılsamadır. Hesap ilk bakışta kolaydır: Yapacaklarını üç saat yerine iki saatte yapıp bir saat kazan. Fakat bu, günün her saati birbirine eşitmişçesine yapılan soyut bir hesaplamadır. Bilakis zamanı hızlandıran acelecilik ve sürattir. Böylece zaman daha çabuk geçer ve iki saatlik bir telaş, günü kısaltır. (…) Acele ettiğinizde zaman, türlü şeyin hiçbir düzen olmadan tıkıştırıldığı bir çekmece gibi çatlayacak kadar dolar.”
Ama kitabı aheste aheste okumamdaki tek sebep saygısızlık etme korkusu değildi. Son zamanlarda çok az kitaptan alabildiğim o okuma hazzını olabildiğince uzatma ihtiyacı muhtemelen daha etkilidir. Bu hazzı veren yalnızca zihnimi harekete geçiren içeriği de değildi üstelik, kitabın dilinden, dolayısıyla Albina Ulutaşlı’nın çevirisinden de çok hoşlandım. Çocukken babamın kitaplığından alıp okuduğum o eski çevirilerin edebi lezzeti vardı. Hani çok sevdiğiniz bir yemeği bir çırpıda yutmak yerine damağınıza bastırır, tadını olabildiğince uzun süre hissetmeye, damağınıza hapsetmeye çalışırsınız ya, öyle okudum bazı cümleleri.
“Doğal insan, içgüdüsel olarak kendini sever ama asla kendini yeğlemez. Sadece toplum içinde öğrenilir kendini yeğlemek,” demiş mesela yazar, yürüyüşün, amaçsız bir yürüyüşün insanı o doğal varlığıyla buluşturduğundan bahsettiği bir yazıda. Sonra, “Ormanlarda kıvrılan patikaları izleye izleye yapılan özgür yürüyüşlerde işte bu keşfedilir; yüreğinizi daha iyi dinleyebilmek için kaybolmak, içinizde pır pır eden ilk insanı duyumsamak,” diye de devam etmiş.
Bu satırları okurken, 3-4 yaşlarından hayal meyal hatırladığım bir anı, tebessüm olup yüzüme konuyor her seferinde. Babamla yaptığımız telaşsız bir yürüyüşle başlıyor ve devamıyla bir bağı olmasa da o telaşsızlık hissi, o anının en temel bileşeni. Sahiden, en son ne zaman telaşsız yürüyebildik? Ne zaman yola teslim olabildik? Biz, modern zaman insanları, teslim olmaktan çok teslim almakla, hükmetmekle ilgileniyoruz. Yürümediğimiz içinmiş meğer bu. Gerçi şehirler de kimse yürümesin diye tasarlanıyor galiba artık. Çünkü yürüyebilseydik, belki yazarın şu dediklerini de duyardık içimizde: “Nihayetinde kendinizle daha barışık olursunuz; artık kendinize tapmaz, sadece seversiniz kendinizi. Başkalarıyla da daha barışık olursunuz; kimseden iğrenmezsiniz artık, onlara canıgönülden merhamet duyarsınız. (…) Bu yürüyüşlerde kendinize şefkat gösterirsiniz. Bahaneler bulmak yerine affedersiniz kendinizi.”
Duysaydık, güzel olmaz mıydı?