Herkes bilir, bazıları bilmezlikten gelir; yazar olmak ile yazı yazmak aynı şey değildir…
Birçok işi ‘mış gibi’ yaparak çözdüğümüz bu çağda, uğraştığı işi gerçekten iyi yapan insanlar, net duruşları ve bilinçli ifadeleri ile hemen diğerlerinden ayrılır. Çünkü çok açıktır; cehalet kaos getirirken bilgi yalın ve net bir üsluba sahiptir.
Cehalet kaos getirir
Hakan Günday ile konuşurken cevaplar okumayı bilen, güçlü bir bilinçten su gibi dupduru aktı. Konuşmaya devam ettikçe Günday’ın deyimi ile ‘isyan sanayi’nin parçası olmadan, yani ‘mış gibi’ yapmadan, hayatı ciddiyetle sorgulayan bir ‘yazar’ın farkını daha iyi anladık. Üstelik, ‘’Yazdıklarımı, bir isim koyacak kadar ciddiye almıyorum.’’ diyebilen düşünce derinliğine sahip biri…
Dünyanın en prestijli edebiyat ödülleri arasında kabul edilen Medicis Yabancı Edebiyat Ödülü’ne layık görülmesinin ise bu bilincin doğal bir getirisi olduğunu anlamak güç değil.
Günday’a yeraltı edebiyatını soruyoruz. Cevap net: Yeraltı edebiyatı, edebiyatın kendisi!
Ünlü yazar, ‘’Edebiyatı türlere ayıran diğer tanımlamalar da rahatsız ediyor beni. Çünkü yazar kadar tür olduğuna inanıyorum.’’ diyerek, yeraltı edebiyatına ilişkin çarpıcı bir örnek de veriyor:
‘’Yeraltı edebiyatıyla ilgili olarak yazarların birbirleriyle ilişkilendirme unsurlarına baktığımızda şiddet, cinsellik, alkol vs. görüyoruz. Ki bunların en uç örnekleri Yunan tragedyalarında zaten mevcut. Bugüne kadar, çağdaş yeraltı edebiyatı olarak nitelenen hiçbir metinde babasını öldürüp annesiyle evlenen bir kahramanın hikâyesini okumadık, değil mi? Ama Sofokles bunu 2 bin 500 yıl önce yazmıştı.’’
Günday yeraltı edebiyatında ‘kaybedenler’ olarak nitelenen karakterlerin neyi kaybedip neyi kazandığını da yine o yalın ifadesi ile net biçimde anlatıyor:
‘’Toplumsal hayattaki herhangi bir statünün, düşünmenin ne demek olduğunu öğrenmenin ya da insanın kendini bilmeye çalışmasının yanında zerre kadar bir önemi yok ki… Dolayısıyla bence “kaybeden” olarak adlandırılan o insanlar, başkalarının kavrayamayacağı her şeyi kazanmış olanlar.’’
Yeraltı edebiyatı olarak nitelenen eserlerin popülerliğine gelince… Yazar Günday’ın bu konuya da kısa bir ifadeyle güçlü bir yanıtı var:
‘’Geçici olarak popülerliği zorlayabilirler ama hiçbir şey, “mutlu son” kadar popüler olamaz.’’
Sizce yer altı edebiyatı nedir?
“İsyan sanayi” adlı sektörün bir parçası olarak düşünüyorum. Ticareti hızlandırmaya yarayan bir etiket gibi. Çünkü her yeni yazar ya da kitap için okurun zihninde ayrı bir yer açmak çok zor. Dolayısıyla, yeni çıkan ve tanıtılması zaman isteyen ürünü alıp okurun zihninde zaten mevcut olan bir dosyaya dahil etmek daha kolay. Ya da durumu şöyle özetleyelim: Bir kitapçıda, her yazar için levha yaptırıp ayrı raf kuracak kadar yer olmadığına göre bir şekilde birbiriyle ilişkilendirilen yazarların aynı levha altında satılma zorunluluğunun bir sonucu bu.
Yani bir metrekare meselesi…
Bu durumda, yeraltı edebiyatıyla ilgili olarak yazarların birbirleriyle ilişkilendirme unsurlarına baktığımızda şiddet, cinsellik, alkol vs. görüyoruz. Ki bunların en uç örnekleri Yunan tragedyalarında zaten mevcut. Bugüne kadar, çağdaş yer altı edebiyatı olarak nitelenen hiçbir metinde, babasını öldürüp annesiyle evlenen bir kahramanın hikâyesini okumadık, değil mi? Ama Sofokles bunu 2 bin 500 yıl önce yazmıştı. Sonuçta, sadece “yeraltı edebiyatı” tanımlaması değil, edebiyatı türlere ayıran diğer tanımlamalar da rahatsız ediyor beni. Çünkü yazar kadar tür olduğuna inanıyorum. Ve mesela Jules Verne’i sadece bilim kurgu ya da Jack London’ı macera romanı yazarı olarak nitelemek, bana hem onlara hem de okurlarına bir haksızlık gibi geliyor.
Türkiye’de yer altı edebiyatı deyince sizce ne anlaşılıyor? Bu konuya nasıl bir bakış açısı var?
Bu soruya ancak kişisel deneyimlerim ışığında bir yanıt verebilirim. “Kinyas ve Kayra” ilk yayımlandığında ne tür bir roman olduğunu soranlara, herhangi bir yanıt veremiyordum çünkü yanıtı bilmiyordum. Ve hâlâ da bilmiyorum. Çünkü dediğim gibi türlerle ilgilenmiyorum. Ancak kitap çok geçmeden yeraltı edebiyatı örneklerinden biri olarak kabul edildi. Bunda etkisi olan ana unsur, herhâlde, insanların çok da görmek ya da duymak ya da okumak istemediği konulardan söz ediyor olmasıydı. Gerçekten de yerin altına gömüp görünmez kılınmaları istenen olay ve düşüncelerden söz etmesi nedeniyle olabilir. Oysa benim, üzerinde düşündüğüm o olaylar zinciri ve sayelerinde sorgulamaya çalıştığım kavramlar, tam da insan denilen varlığın özüyle ilgiliydi.
İnsanın kaçamayacağı gerçeklikler
En azından benim için böyleydi. Dolayısıyla değil yerin altı, tam da yerin üstünde ve tam da insanın dönüp kaçamayacağı kadar etrafını kuşatmış olan birtakım gerçeklikler hakkında yazmaya çalışmıştım. Her neyse, sonuçta bugün Türkiye’de “yeraltı edebiyatı” olarak sınıflandırılmış ancak bu tanımlamanın çok daha ötesine geçmiş metinler var. Ve hepsi de insana dair, insanı anlamak için okunması gereken hikâyeler.
Türkiye’de yer altı edebiyatı olarak nitelendirilen eserlerde son yıllarda artış olduğu görülse de, dünyaya oranla daha az geliştiği görülüyor. Sizce bunun nedeni nedir?
Buradaki ana ölçek, metinlerin birbirinden farklı yönlere gidiyor olması. Eğer bir ülkede yazılan hikâyeler, birbirinden olabildiğince farklıysa ve bu çeşitlenme sayesinde asla kişisel olarak deneyimleyemeyeceğimiz hayatların varlığını öğreniyor ve ötekinin bakış açısını kavrayabiliyorsak o ülkede edebî bir zenginlikten söz etmek mümkün bence. Ve Türkiye’de de böylesi bir çeşitlenmenin hızla gerçekleştiğini düşünüyorum. Eğer dünyaya oranla daha az geliştiği gibi bir gerçek varsa bunun nedenini de baskın toplumsal ve politik gerçekliklerde bulmak mümkün olabilir.
Sonuçta hikâye anlatmak bireyle ilgili bir mesele
Ancak içinde bulunduğunuz toplum, bireyleri toptan algılıyor ve toptan yargılarda bulunuyorsa bunlardan sıyrılmak da ayrı bir çaba gerektiriyor. Ne de olsa hayatın her alanındaki alışveriş ve iletişimler toptan olarak gerçekleşiyor. Yani önyargı ve kalıp düşüncelerle… Dolayısıyla en azından edebiyatta her birey bildiği yerden başlarsa birbirine asla benzemeyen hikâyeler okumamız mümkün olacaktır. Çünkü her ne kadar bir kitleye dâhil olduğumuzu ve bir çuvalın içinde yaşadığımızı düşünmemiz istense de herkesin bildiği yer başka. Ve işte o başka yerleri öğrenmek için okuyoruz aslında kitapları. Aksi biçimde yazılmış olan her metin de ya sizi onaylar ya da sizi yargılar. Ve bu kesinlikle ilginç değil. Çünkü zaten gerçek hayatta sizi onaylamak ya da yargılamak için sıraya girmiş koca bir dünya var.
Şiddetin, iç hesaplaşmaların, yüzleşmelerin, kaybedenlerin, insanın dehlizlerine inmeye cesaret edenlerin edebiyatı olarak tarif etmeye çalışırsak “yeraltı edebiyatı” dediğimiz şey ile aslında edebiyatın kendisini mi anlatmış oluyoruz?
Evet, bence öyle… Ancak kaybetmek fiilinin bu noktada yeri olduğunu sanmıyorum. Çünkü çoğunluğun kazanç olarak gördüğü her şeyi elinin tersiyle itmiş roman kahramanlarına kaybedenler demek, yine o çoğunluğun bir söylemi olabilir ancak. Ve bugüne kadar, en azından beni etkilemiş olan kahramanlar, belki o “ana akım kazançları” reddetmiş ancak sadece kendilerinin değerli gördüğü başka kazançlar elde etmiş olanlar…
Kaybeden ve kazanan kim?
Toplumsal hayattaki herhangi bir statünün, düşünmenin ne demek olduğunu öğrenmenin ya da insanın kendini bilmeye çalışmasının yanında zerre kadar bir önemi yok ki… Dolayısıyla bence “kaybeden” olarak tanımlanan o insanlar, başkalarının kavrayamayacağı her şeyi “kazanmış olanlar”. Bu, sadece neye önem verdiğinizle, önceliklerinizi nasıl sıraladığınızla ilgili… Bizim elde etmek için uğruna hayat boyu çalıştığımız bir şeye pul kadar değer vermiyor diye, başka birine nasıl “kaybeden” diyebiliriz? Ya o da bize “asıl kaybeden sensin ama farkında değilsin,” derse?
Edebiyat ve politikanın size göre nasıl bir ilişkisi var?
Her yazara göre değişecek bir ilişki bu. Ancak zaman içinde fark ettim ki politik bir metin yazma amacıyla yola çıkmak, slogan dolu bir broşür yazmaya kolayca dönüşebiliyor. Dolayısıyla temel çıkış noktasının bir hikâyeyi olabildiğince iyi anlatmak olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü eğer bir hikâye, her açıdan bakılıp tam biçimde anlatılmışsa konusu ne olursa olsun, içinde politika barındıracaktır. Örneğin zamanında yeterince politik görülmediği için yok sayılmış olan Oğuz Atay romanları, çağdaşlarından çok daha köklü ve kapsamlı bir politik görüşe ve analize sahiptir.
Yer altı edebiyatının belki de en iyi örneği “Yeraltından Notlar”… Türkiye’de yer altı edebiyatı adına bu tatta bir edebi eser çıkar mı?
Tabii ki… Çünkü yine çeşitlenmeye dönersek Türkçe yazılan metinlerde büyük bir dinamizm var. Bugün Şule Gürbüz’ü de okuyoruz, Murat Uyurkulak’ı da. Ve bütün bu metinler, insan zihninde açılmış kuyularda daha da derinlere inmemizi sağlıyor. Yeter ki biz, okurlar olarak etkilenmeye hazır olalım.
Türkiye’de ‘Ben yeraltı edebiyatçısıyım’ diyen yazara pek rastlanmaz ama bu söylem giderek popülerleşiyor. Sizce buradaki tezat neden kaynaklanıyor?
Bilmiyorum. Kim kendini nasıl tanımlamak istiyorsa öyle tanımlar. Doğrusu da bu… Başka birinin sizi tanımlamasından iyidir, sonuçta.
Popülizmin son yıllarda yeraltı edebiyatına yer açmasını nasıl yorumluyorsunuz? Değişen ne oldu?
Bu istatistikî bir mesele. Eğer birtakım konularla ilgilenen insan sayısı bir toplumda belli bir oranı aşarsa o konular geçici olarak popüler olur. Ayrıca hangi konulara hangi gerekçeyle ilgi gösterildiğini de iyi düşünmek gerek. Çünkü ticaretin nasıl işlediğini biliyoruz. Ve bugün yeraltı edebiyatı diye satılan kitapların, elli yıl sonra kişisel gelişim kitabı olarak satılması da gayet olası. Ancak şu bir gerçek ki hayatın işlemeyen taraflarıyla ilgili yazılmış olan metinlerin okurları daima azınlıkta kalacaktır. Geçici olarak popülerliği zorlayabilirler ama hiçbir şey, “mutlu son” kadar popüler olamaz.
Popülerliğin eserlerin içeriğini nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?
İster istemez, birbirine benzeyen metinlerin ortaya çıkmasına neden oluyor. Ki bu da gelişimin tamamen durması demek…
Popüler olan, esas olanı aşındırıyor mu?
Dener ama beceremez.
Özgürlük, başkaldırmak; ahlakı, toplumu, aileyi, cinselliği, hayata dair her şeyi sorgulamak… Bunlar popülerleştikçe, dillendirildikçe, ‘basit’e ve şekle indirgeniyor. Ciddiyetini kaybediyor ve bilinç giderek yok oluyor… Bu kadar kuru kalabalığın içinde iyi olanlar nasıl sıyrılıyor sizce?
Bu noktada konu yine bir hikâyeyi olabildiğince iyi anlatmaya geliyor. Eğer bir yazar olarak, kendinize sadece anlattığınız hikâyeyi patron edinmişseniz onu memnun etmek artık bir ölüm kalım meselesi olur. O noktadan sonra da başka hiçbir patron kabul etmez ve sadece hikâyenin emirleri doğrultusunda çalışırsınız. Ve okuduğumuz metinler de galiba buna göre ayrılıyor. Kimi patron olarak kabul edip ona göre yazıldığına göre niteliği değişiyor. Çünkü bu konuda patronluk taslayacak unsurların sayısı hayli fazla. Para, tanınma, yasalar, ahlak, her şey size patronluk edebilir. Ama bunların herhangi birinin patronluğunda, sorgulayacağınız her şey, patronunuzun izin verdiği kadar sorgulanır. Daha fazla değil.
Hakan Günday’ın kitapları yer altı edebiyatı olarak nitelendiriliyor. Siz edebiyatınıza bir isim koyuyor musunuz?
Doğrusu, yazdıklarımı bir isim koyacak kadar ciddiye almıyorum.
Bugüne kadar sizin anlatım dilinizi besleyen ve olgunlaştıran unsurlar neler oldu? Kişisel hayatınızda ya da yaşadığımız toplumda sizi etkileyen olaylar neler?
39 yaşındayım. 39 yılınız varsa, anlatayım!