Mine Söğüt: Ahlakımızı dürüstçe gözden geçirirsek, birlikte yaşamanın yolunu yaratabiliriz

Yazar Mine Söğüt ile uzun ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Ahlaktan, düşünceden, iktidardan, kültürden, hayattan, velhasıl pek çok şeyden…

 “Ahlakımızı çok dürüstçe gözden geçirirsek, başımıza gelen şeylerle, kabul ettiğimiz şeyler arasındaki bağı kuracak kadar gerçekçi olmayı göze alabilirsek zaten bize zulmeden bir iktidar değil, birlikte yaşamanın en pozitif yollarını yaratabilecek bilince sahibiz.”

 Okuyanlar bilir; sert üslubu, başkaldıran ve dobra dili ile “Alayına İsyan” taraftarı bir yazar Mine Söğüt. Bir de üzerine o siyah sürme çekilmiş, sert bakışlı gözler eklenince, insan haliyle biraz çekiniyor tabii… Kendisi ile yüz yüze tanışmamış olanlar daha iyi anlayacaklar ne demek istediğimi… Nitekim, kendisini severek okusam ve uzun zamandır bu işi yapıyor olsam da, bende de ufak bir çekingenlik olmadı değil…

Otobiyografik değil yazdıklarım

Henüz pandemi nedeniyle kafeler kapanmadan önce Cihangir’in meşhur kahvelerinden birinde buluştuk Mine Söğüt ile. Kendisini uzaktan görünce, “Bakalım, nasıl geçecek söyleşi?” diye düşünmeye başlamıştım ki, yaklaşınca sevecen bir gülümsemeyle karşılandım. O sert yazar imajı bir anda dağıldı, gitti. Bütün söyleşi boyunca sesini değil sözünü yükselten bir yazar ile sohbet ettim. Sempatik tavrına bir de kadife gibi yumuşak ve kibar sesi eklenince, değmeyin keyfime. Sordukça sordum tabii. Sağ olsun, sabırla cevapladı hepsini. Buraya yalnızca bir kısmını koyduğum söyleşinin ilk sorusu ise elbette tahmin edeceğiniz gibi…

İnsan, metinlerinizdeki sert ve isyankâr üslubu görünce, o kitapların yazarının da sert ve açıkçası biraz da ters biri olacağını sanıyor ancak tam tersi yumuşak bir konuşma üslubunuz var. Yazı üslubunuzu ve isyankâr bakış açınızı ortaya çıkaran ve besleyen şeyler nelerdir?

Ne kastettiğinizi biliyorum. Otobiyografik değil yazdıklarım; hayatımdan ve kişisel tecrübelerimden, başıma gelenlerden yola çıkarak yazmıyorum. Ancak yaşadığım ülkede olanları yazıyorum. Tabi böyle düşününce, aslında otobiyografik… Kişisel değil ama daha sosyal ve evrensel sorunlardan söz ediyorum. Bunlar, kişi olarak beni ilgilendiriyor ve aslında ben de kahramanıyım. Şiddet olan bir evde ya da kadının çok hor görüldüğü bir çevrede büyümedim ancak bu, kadınların şiddet gördüğü ve hor görüldüğü bir coğrafyada yaşadığımı görmeme, bundan dertlenmeme ve buna karşı sorumluluk duymama engel değil. O yüzden bir noktada bu benim de sorunum.

İtiraz ettiğim şeylerin ille de benim başıma gelmesi gerekmez

Yazarın birebir olayın kahramanı olduğunu düşünmeye meyilliyiz. Belki de yazma eyleminin profesyonel anlamı üzerine daha çok düşünmeliyiz. Ne dersiniz?

Aslında değil. Bazı yazarlar gerçekten kendi tecrübelerinden, birebir kahramanı oldukları zorlu hayattan yola çıkarak da yazabiliyorlar. Böyle bir durum da var. Doğrudan kendi hikâyelerini anlatıyorlar. Belki bir gün ben de öyle bir hikâye yaşayacak olursam anlatırım ama bir noktada, yine de benim hikâyem tabii ki… Çünkü yaşadığım ülkenin hikâyesi fakat ben bunun mağduru değilim. Ben, mağduru olmadığım halde o mağduriyetle empati kurabildiğim için sanki kendi öykümmüş ya da öyle olması gerekirmiş gibi bir algı uyanıyor belki de. Geri dönüp baktığımda, itiraz ettiğim şeylerin illa başıma gelen şeyler olması gerekmediği ahlakıyla büyüdüm. Biraz bununla da alakalı… Beni ilgilendiren konular, sadece benim canımı yakan konular değil. Genel olarak can yakan konular da beni ilgilendiriyor. Empati kurabiliyorsam, yazabiliyorsam, düşünebiliyorsam; yazmalı, konuşmalı ve düşünmeliyim, sorumluluğu var. Bunun kaynağı ne bilemiyorum ama kendimi bildim bileli hep bu sorumluluğu hissettim.

İtirazlarını daha yumuşak başlı dile getiren insanlar için ne düşünüyorsunuz? Sizin üslubunuzdaki itiraz ve öfkeyi şekillendiren nedir? 

Bunu gazete için mi kitaplar için mi soruyorsunuz?

Gerçekçi bir yüzleşmeden bahsediyorum

Her ikisi içinde… Çünkü kitaplarınız arasında “Deli Kadın Hikâyeleri” de oldukça sert.

Benim önerim; genelde itiraz ve öfke. Bir sorun olmadığını düşünerek geçirdiğimiz yirmi yılın sonunda, aslında yirmi yıldır ve belki daha fazla süredir nasıl bir sorun olduğunu ancak şimdi görüyoruz. Kendimizi kandırıp yatıştırarak geçirdiğimiz zamanlarda gördüğümüz zararlar üzerine düşünelim istiyorum. Hiçbir zaman şiddet yanlısı değilim fakat itiraz ve şiddet içermeyen öfkenin, memnun olmamanın, başa gelenle yüzleşmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak gerçekçi bir yüzleşmekten bahsediyorum. Bugün olanla, şu anda yaptığımız hatalarla, sorumluluklarımızla, neyi hafife aldığımızla yüzleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de birazcık yüksek sesle itiraz etmek gerekiyor. “Ama güzel tarafı da var”, “Ama şöyle de iyi bir yanı var,” diyebileceğimiz politik bir süreçten geçmiyoruz. Çünkü bunu dediğimiz her aşamada büyük kayıplar yaşadık ve bunlar çok önemli kayıplardı. Bir sürü nesil, çok sayıda kadın hakkı kayboldu. Çocukların başına ne geldiğini bilmiyoruz. Çünkü biliyorsunuz, eğitim sisteminde anaokulundaki bir çocuğa ne öğrettiğiniz çok önemli. Onu özgür iradeye, bilimsel düşünceye yönlendirmez, ona dünya vatandaşı olmayı öğretmezseniz, evinden çıktığı anda kafasını dogmatik bilgilerle doldurursanız, bambaşka bir nesil yetiştirmiş olursunuz. Bu ülkede bir eğitim devrimi yaşanmıştı, sert bir devrimdi ve daha evrensel değerlere ulaşmak açısından çok önemliydi. Nesillere, ne istediklerini, nasıl bir hayat yaşamak isteyeceklerini, kendi tercihlerinin ne kadar önemli olduğunu düşünebilecekleri alan açan bir devrim yapılmıştı.  Şimdi onun karşı devrimi tabi ki eğitimden başladı.  Kültür de buna bağlı.

Bence eğitimin yıkılması daha korkunç…

Çünkü kültürün dirilmesi için eğitime ihtiyaç vardı. Bizim kaybettiğimiz ve geldiğimiz kültürel nokta aldığımız eğitimle bağlantılıydı.  Sevmesek de eksikleri ve sorunları olsa da biz, yaşadığımız düzeni ve sistemi eleştirebiliyorduk. Şimdi eleştiremeyecek bir nesil yetiştiriyorlar. Bizim zar zor ulaştığımız ve bulduğumuz o kültürel düzey artık iyice uzaklaştı. Yıkılmakla kalmadı, savruldu ve çok uzaklara gitti. İşte bunlar çok ağır hikâyeler… Bunların üzerine bir sürü farklı dil kullanılabilir ama benim anladığım ve anlatabildiğim hikâyede pek ılımlı bir şey yok. Kendimizi yatıştırmaktan fazla ciddiye alıyor olabilirim her şeyi.

Gerilim sadece bizim ülkemizde yok

Bir de topyekün şikayetçi olduğumuz gerginlik ve şiddet meselesi var. Ailede, sokakta, toplu taşımada, toplumun her alanında… Hem giderek yükseliyor hem de nerede ne zaman kime patlayacağı belli değil ve adresini şaşırmaya müsait. Üzerine de pandemi eklendiğini düşününce, siz neler söylersiniz bu konuda?

Bu gerilim sadece bizim ülkemize ait değil, bütün dünyada mevcut. Kendi ölçülerinde bütün dünya gergin. Özellikle sağ iktidarların başa geçmesiyle dünyanın birçok yerinde, demokrasi, eşitlik kavramlarının yeniden tartışıldığı ve yeniden savaşının verilmesi gerektiği bir sisteme geçildiği için bütün dünyada “Bize ne oluyor?” durumu var. Kendi coğrafya ve kültürüne göre faşizmin hortladığı bir dönemden bahsediyoruz. Biz bunun en ağırından nasibini alan bir ülkede ve coğrafyadayız. Bir karşı devrim hengâmesinin içine düştüğümüz için gergin olmamamız mümkün değil. Kendi içimizde soğuk bir iç savaşımız var. Meğer, iç savaşlar da soğuk olabilirmiş. Bu da, soğuk iç savaşın verdiği gerginlik. Büyük bir güvensizlik var. Zaten sorunlu olan hukuk şimdi hiç yok. Zaten sorunlu olan eğitim olmayacak bir yola girmiş durumda. Sosyal ve ekonomik güvencelerimiz yok, kültürel alanımız yok. O kadar büyük bir kuşatma içerisindeki ülke… Ayrıca kuşatanlar da gergin, çünkü onlar da savaşın öteki tarafında duruyorlar ve güle oynaya yapmıyorlar bunu. Sonuçta karşılıklı gerginlikten ortaya çıkan çok negatif bir enerji var. “1923 rövanşı” diye bir şeyden bahsediliyor. Bu çok ağır ve sert bir hikâye… Bir de bizim neslimiz, yani bugün yirmi ile seksen yaş arasında olanlar, ne olup bittiğini çok iyi anlayabilecek kadar tarihe tanık ve hâkimler… Çünkü yüz yıl içinde olup bitti her şey. Çok yakın bir tarihin hikâyesi ve hepimizin üzerinde bunun sorumluluk ve gerginliği var. Bu yüzden bu kadar sert ve negatif bir durum oluşması çok normal…

Kötü bir çağdan geçsek de her dönemde mutlaka iyi bir şey de vardır, diye düşünürüz ya da düşünmek isteriz. Yok mu iyi bir şey?

Ben böyle düşünmem mesela. O yüzden o kadar sert her şey… Öyle bir şey yok, kötü net bir şekilde kötü. Bence yirmi yıldır bu ülkede iyi giden bir şey yok. Tabi ki, çok fazla politik tartışmalar yapılarak geçti bu yirmi yıl. Düşünün, seksen beş yılında başladı bu tartışmalar. Özal zamanında…

Belki Menderes…

Tabii ki… Ancak aradaki dönem biraz daha başka şeylerle uğraştık. Doksanlarda bu tartışma başladığında ben yeni gazeteci olmuştum. Doksanlardan bugüne, otuz yıl bunları tartışarak geçti. En son bir arkadaşım bana “Hiç mi iyi bir şey yok? Bir şeyler de iyi gitmiyor mu?” dediği zaman, yine bir yıkım yaşadığımız, bir seçim sonrası hesaplaşma konuşması yapıyorduk ve ben ona “Bak gördün mü, bana kızıyordun ama bunlar hep sorun. Bunları görmek istemediğimiz için bu sonuçları alıyoruz” diye tartışırken, “Hiç mi mutlu olamayacağız, hiç mi sevinemeyeceğiz” dedi. Evet, olamayacağız çünkü yaşadığımız o yalan ve kendimizi kandırarak yetindiğimiz mutluluğun bedelini beş katı ödüyoruz. Uyuşturucu ya da uyarıcı kullanmak gibi… Şahane bir gece geçiriyorsunuz ama sonra günlerce onun kredisini ödüyorsunuz. Bir başka deyişle şahane gençlik yılları geçiriyorsunuz ama sonra ömrünüzün geri kalanı, onun kredisini çok ağır ödemekle geçiyor. “Hiç mi mutlu olamayacağız?” Evet, hiç mutlu olamayacaksınız. Kendinize o zararı mutluluk karşılığında verirseniz büyük kredi ödersiniz. Sistem böyle çalışıyor.

Ya da mutluluk öyle bir şey değil?

Değil tabii… Sizin oradan aldığınız kısa ve eğlenceli haz nedeniyle, “Ne güzel oldu, her şeyden de şüphe etme, biraz rahatla, hiç mi mutlu olmayacağız” deyince bu oluyor. Sanırım bunu tecrübe etmekten hiçbirimiz mutlu değiliz.

İktidarlar ülkeyi şekillendiriyor ama…  

Toplum da iktidarları şekillendiriyor. Biraz tavuk-yumurta ilişkisi…

Peki, bireysel olarak şu anda ne yapabiliriz?

Bireylere çok şey düşüyor. Ben inançlı bir birey değilim. Allah’a inanmadığım gibi iktidara da inanmam. Fakat Allah fikri ve Allah inancı vardır ve bunu biz yaratmışızdır. Bu bizim şekillendirdiğimiz bir şey… İktidar da inanç gibi soyuttur ve bizim şekillendirerek tarif ettiğimiz bir şeydir. Biz nasıl Tanrımızı sorunlu yaptıysak, iktidarımızı da sorunlu modellemişiz. İkisi de beynin aynı yerinde yaratılıp kurgulanmış iki değerdir. İnanç ve iktidar, zaten birbirleriyle de birebir bağlantılıdır. Aynı kökten çıkmaktadır. Burada bize o kadar çok şey düşüyor ki… Çünkü bize zulmeden iktidarı biz yaratıyoruz. Bizim kabullenişlerimiz, bizim isteklerimiz ve bizim heveslerimizden oluşuyor. Biz eğer isteklerimizi, hedeflerimizi ve değerlerimizi -bunların hepsine ahlak diyebiliriz- ahlakımızı çok dürüstçe gözden geçirirsek, başımıza gelen şeylerle, kabul ettiğimiz şeyler arasındaki bağı kuracak kadar gerçekçi olmayı göze alabilirsek zaten bize zulmeden bir iktidar değil, birlikte yaşamanın en pozitif yollarını yaratabilecek bilince sahibiz.

Niye yapamıyoruz? Cesaret mi edemiyoruz?

Ama cesaret ettiğimiz hayatın da bizim başımıza açtığı şeye bak. Bizim cesaret ettiğimiz şeyler yüzünden, dünya bu kadar korkunç. Asıl cesaret isteyen, bu rezil dünyayı inşa etmek.

Bu anlattıklarınızı hiç düşünmeyen kalabalıklar var. Bu korkutucu…

Hayır. Genellikle kalabalıklar böyle düşünmüyor. Yani bu insan türünde… Binlerce yıldır insanlık tarihinde, her zaman üç-beş kişi düşünmüş, geri kalanlar da o düşüncelerin peşinden gitmiş. O yüzden kanaat önderlerinin ne düşündüğü çok önemli. Yani peygamberler, imparatorlar, bugün de politikacılar, sanatçılar. Baktığımızda, geçmişte de her dönemde, bugün olduğu gibi sorunlu politikacıların ya da endişeli, akıllı aydınların, bilgelerin olduğunu görürüz. Bunların çatışmasından çıkan zaferler ve yenilgilerle insanlık şekillenmiş ve bilgeler hep yenilmişler.

Onlar zamansız…

Onlar zamansız hatta onlar da bizim bilmediğimiz kaynaklardan devraldıkları bir takım akılları yürüttükleri için burada da o akılları yöneten birileri var. İnsan böyle bir şey… Devamlılığı var. Kuyruğumuzun evrimleşerek yok olması ve hiç birimizin o kuyruğu görmemesi gibi, bilgelik de var ve bir şeyler yok olurken bir şeyler oluşuyor ve değişiyor. Biz bunun sonuçlarını göremeyeceğiz. Hep aynı şekilde görüyoruz insan aklını ama bir yerden geliyor ve bir yere gidiyor. Pozitif ve negatif değerler taşıyor içinde. Birileri pozitif birileri de negatif aklı taşımakla yükümlü. Böyle baktığım zaman çok anlamsız gelmiyor. Birincisi kaderci oluyorsunuz; ikincisi, hiç kaderci olmuyorsunuz, insan bu. “Ben nasıl bir insan olacağım?” diyerek kendi yerinizi seçiyorsunuz. Cennet ve cehenneme inanmıyorsanız, öncesi ve sonrasını düşünmüyorsanız, felsefe ve sonsuz soru ile bunu yapıyorsunuz. Bireye burada gerçekten çok önemli bir görev düşüyor. Çünkü birey, bir Tanrının kulu olmadığı ve bütün sorumluluk kendi üzerinde olduğu için, bireyin yapacağı ufak bir şey bütün dünyayı değiştirebiliyor. Çocuğunuzun yaptığı bir hata karşısında sizin vereceğiniz bir tepki, insanlığın kaderini değiştirebilir. Bu bilgiye sahipsiniz.

Aynı şekilde, göz önünde olan insanların yaptıkları da böyle…

Evet. Göz önünde olan insanın, yenilen de olsa savunduğu o fikrin, hiç göz önünde olmayan o kalabalığın içindeki bir kişinin aklını çelmesi, farklı düşünen bir çocuğun yetişmesine sebep olabileceği için, evrim böyle bir şey olduğu için ve hep yapıcı, hep iyiye doğru geliştiği için, bireylerin ne yaptıkları çok önemlidir. Belki de bir tek o önemlidir. Hep anlatırım; savaş olur, şehir bombalanır, işgal kuvvetleri gelir, orada yaşanan felaketi biliriz. Ancak birisi yaralıları tedavi eder, birisi karaborsa mal satmaya bakar, birisi işgal kuvvetleri ile işbirliği ve casusluk yapar, birisi yeraltına iner savaşır. Siz ne yapıyorsunuz? Önemli olan, o korkunç durumda siz hangi rolü seçiyorsunuz? Savaş zengini mi olacaksınız, savaş onurlusu mu, savaş galibi mi, savaş karşıtı mı? Önemli olan belki savaşın olması değil, sizin ne seçtiğinizdir. Ben bir tek bunu buldum. Bu noktada da bireye büyük sorumluluk düşüyor, hatta sırf bireye düşüyor. Varlığınızın bir anlamı oluyor. Eğer varsa ya da bir anlam yüklemek istiyorsak ben piyonumu buraya koyuyorum. Burada da bireyin fikrinin ve kendi küçücük dünyasındaki tavrının sanıldığından çok çok önemli olduğuna inanıyorum.

“Ahlak belanızı versin” diye bir seminer diziniz var. Bayılıyorum bu başlığa. Bu dönemde ahlak ile sizce nasıl bir sınav veriyoruz?

Bence seminerin içi de muhteşem. Aslında ben yaptığım hiçbir şeyden muhteşem diye bahsedemem, tedirgin olurum. Ancak bu beni çok heyecanlandıran bir şey… Bizim sınavımız çok ağır. O kadar temel ve köklü ki ahlakla kurduğumuz ilişkideki problemler… Zaten bu seminerlerde de çok inandığımız, güvendiğimiz, çok doğru yerde durduğumuz zaman bile aslında biraz düşünsek, açımızı bir milim oynatsak, hiç onaylamayacağımız şeyler yaptığımızı keşfedebileceğimiz küçük deneyimler yaşıyoruz. Bir takım basın metinleri okuyarak yapıyoruz bunu ama aslında onlar aracı oluyor. O metinlerle, kendi düşünce şeklimiz, bakış açımız ve o haberdeki bireyin yaklaşımını görüyoruz. Örneğin kadın cinayetleri hakkında çok duyarlı ve aktivistsiniz ama öyle bir ahlakın savunucusu olabilirsiniz ki, savunduğumuz o ahlak yüzünden o cinayetler işleniyor ve biz o bağı görmüyor olabiliriz. Oysa o bağı kurduğumuz anda dünya başka yöne dönmeye başlayabiliyor. Biz sırf o bağı kurmadığımız, kurmayı önemsemediğimiz için, hiç fark etmediğimiz bir hisseyle o kötülüğün payını bünyemizde barındırarak ömür geçiriyor olabiliriz. İşte bunları tartıştığımız bir atölye bu. O yüzden beni çok heyecanlandırıyor. Birebir konuşarak tartışarak ve düşünerek, aklımızın hangi yollardan geçtiğini ve gittiğimizi sandığımız yerin nasıl ters tarafına yuvarlandığımızı görmediğimizi fark ediyoruz.

Yaşadığımız siste her yönüyle bizi sıkıştıran, hatta sonra da tedavi(!) etmek için kişisel gelişimcileri bize pazarlayan bir sistem var. Biz kendimizi nasıl koruyacağız? Ne kadar uğraşsak da o sele kapılıyoruz. Siz kendinizi nasıl koruyorsunuz?

Ben korkunun üzerine düşünmeye başladığım anda korunduğumu ya da korunmam gerekmediğini ve güçlendiğimi fark ettim. Korunmak sizi, bir taciz ve tehdit altında olduğunuz zaman pasif bir noktaya itiyor. Sizden daha güçlü biri var ve siz korunmaya muhtaçsınız. Bizim korunmamız gerekmiyor, bizim korkmamız gerekmiyor. Korunacağımız bir şey yok. Tehdit görünen tehdit değil kötülük. Korkutmadığın gibi korkmayacaksın da. Gerçekten siz korkmadığınız zaman, korku orada ama siz ilgilenmiyorsunuzdur. Siz ondan korktuğunuz zaman korku oluşuyor. O yüzden ben korkuları ayıklayarak “Gerçekten korkmam gereken ne var?” diye düşünerek, hayatta kalmak için, şurada yürürken düşmemem için korkmam ve dikkat etmem gerekiyor. Bir sürü şeyden de hiç korkmamam gerekiyor. Aileden, devletten, sistemden… Çünkü onlar korksanız da korkmasanız da size zarar veriyor. Bu nedenle yerinizi seçmeniz, kendinizi güçlü hissedip dirençli hale getirebileceğiniz noktaya gelmeniz için önce korkuyu atmanız gerekiyor. Çünkü korktuğunuz zaman direnciniz azalıyor. Benim düşünebildiğim şey, öncelikle “Kork!” denilen şeylerden korkmamak. Mesela, her zaman hem Türkiye’de hem yurt dışında “Aman, oralara gitmeyin,” denilen her yere gittim. “Yapma,” denileni yapıp yapmamaya, “Gitme,” denilene gidip gitmemeye kendimiz karar verdiğimiz zaman korkuyu aşmış oluyoruz. Gerçekten gitmeyebiliriz ama önce buna kendimizin karar vermesi gerekiyor. Sadece öyle söylendiği için, hiç bakmadan gitmiyorsak bu büyük korku ve yanlış korku demek. Ancak kendi kararınızı vererek seçtiğiniz yollar, her zaman güvenlidir. Gitmek ya da gitmemek, buna siz karar vermelisiniz. Benim seçtiğim yol bu oldu. Kendi kararlarımın önemini hatırladım ve devamlı hatırlattım kendime. Çünkü o zaman hata yapıyorsanız da kendi hatanızı yapıyorsunuz. Toplum ve aile yüzünden ya da gelenekler yüzünden yapılan hatalar çok korkunç. Aklım buralarda dolaşa dolaşa kendini bence şimdilik koruyor.

Peki “zaman” konusunda kafa yormanızı sağlayan, bu konuya sizi çeken nedir? Yazdıklarınızın çoğunda var bu.  

Çünkü zaman ve matematik aslında aynı şeyler. Dünyanın, evrenin ve varoluşun bir matematiği var. Eğer bir sihir, bir büyü veya bir Tanrı arıyorsak, o matematiktedir.

“Zamanın kendisi Tanrı’dır.”

Evet. Zamanın ve matematiğin kendisi tanrıdır. Zaten bu sisteme bakıp Tanrı’yı yarattı insanlar. Tanrı insanı yaratmadı, insan Tanrı’yı yarattı ve bu sisteme bakarak yarattı. İnsan gördüğü şeyi Tanrı’da anlatıyor. Dünyayı, varoluşu, matematiği, zamanı… Eğer bir şeyi anlamaya ve bir şeye tapmak değil de onunla uyumlu olmaya ve kurallarına uymaya ihtiyacımız varsa o zamandır. Bizim bir ağaç gibi olmamız gerekiyor. Mevsimine göre yaprak dökmek, açmak, zamanı gelince tohumlanmak.

Doğaya bakarak kendimizi anlıyoruz

Tabii ki. Aslında biz zaten biliyoruz ki, hiç zamana ve kendi varoluşumuza uyumlu bir sistem kurmadık. O yüzden biraz hırçınız ve kendimize zarar veriyoruz. Bilinç de evrim geçiriyor. O bildiğimiz ama unuttuğumuz şeyleri hatırlasak, o Pagan dönemlerin reflekslerini değerlendirecek aklı oluştursak zaten o zaman insan diye başka bir şeyden bahsedeceğiz. Bunu hissediyorum. O yüzden zaman çok önemli benim için.

Biliyorsunuz, bu konuda “anı yaşamak” lafı, dillere pelesenk oldu. Bir de buna isyan ve itiraz eklenince, bunlar bir çorba oldu ve üzerine çok düşünülmeden davranmaya başladık. Bu duruma ne diyorsunuz?

Hiçbir şeyi çok düşünmüyoruz. Bir yandan da aslında “anı yaşamak” insanın zamanla kuracağı en doğru ilişkiyi tarif ediyor. Çünkü sadece “şimdi” var. Hatta o bile yok. “Şimdi” dediğin anda şimdi geçmiş oluyor. Bu durumda da anı yakalamanız mümkün değil. Şimdi dediğiniz anda gelecek olması ve gelecek olduğu anda da bütün şimdilerin dünde kalması ve sizin hiçbir yerde duramıyor olmanız aslında müthiş bir devinim, özgürlük ve sonsuzluk. Yani şu anda dertlendiğimiz hiçbir şeyle dertlenemezdik aslında hayatı böyle algılasak ve hissetmediğimiz, fark edemediğimiz bir sürü şeyi de fark ederdik. Bizim bütün sorunumuz kutulara koymak ve ilerleyen zaman içerisinde hiç ilerlemiyormuş gibi durmak isteğimiz. Ölmek istemiyoruz, böyle bir şey düşünülebilir mi? Ama doğamız bu. Ölmek doğamız ama ölmek istememek doğaya uymamak, bugünü yakalayamamak, başına geleni hiç anlamamak. Ölümden sonrasını merak edip, ölümden öncesiyle hiç ilgilenmeyen yarım akıllı canlılarız. Uygarlık dediğimiz bu. Bizim olmadığımız bir zaman olacak diye hayıflanıyoruz ama bizim geçmişte olmadığımız zamanla neden hiçbir ilişkimiz yok. Bu kadar mantıksız ve sorunlu bir zaman ilişkisinin içinde bizim beğenebileceğimiz ve gurur duyabileceğimiz, keyif alabileceğimiz, daha da önemlisi içinde kendimizi güvenli hissedebileceğimiz bir sistem kurmamız mümkün değil ki. Bu gerçekliklerden yola çıkarak çalıştıracağımız bir akıl bize bambaşka dünyalar kurdururdu. Bu nedenle anın ne anlama geldiği ve yakalayıp yakalayamamanın, dünün ve yarının ne anlama geldiğini düşünecek bir uygarlık kurduğumuz zaman zaten bütün ahlakımız da bambaşka olacak.

Dilek KARAGÖZ

Paylaş

Son Yazılanlar

Tarazlanmış günlükler…

Kendinden hoşnut olma haline yabancı olmadığım ‘’bir zamanlardan’’ ne kadar uzun zaman geçtiğini düşünmeden edemiyorum. Şu kadarcık ipucu bile birçok insana; nerede yaşadığım, neler yaptığım,

Bodrum Cup dünyaya yelken açacak

  “Yokuşbaşına geldiğinde Bodrum’u görüp de geldiği gibi gidemeyenler, akıllarını Bodrum’da bırakanlar” ile “Gökte bulut, suda yelken, dalda çiçek/ Çek ciğerlerine, bir nefes daha çek/Bu

Safranbolu’da safran hasadı

Bir ay önce telefonum çaldığında, bu kadar mutluluk verecek bir haber alacağımı beklemiyordum. Arayan Safranbolu’dan arkadaşım Fatma hanımdı. O da büyük dedelerimin köyünden Kıranköylü ve

ABD seçimleri ve Enflasyon

Borsa İstanbul geçen haftayı yüzde 0.26 eksi ile 8885 puandan kapattı. Gram altın 3120 TL’den ve  Ons altında düşüşle 2735 dolardan kapanış yaptı. Dolar 34.30, Euro

Sektöre İlham Veren Gece

  Geçtiğimiz hafta İstanbul, ağırlama sektöründe yenilikçi bakış açısını ödüllendiren ve sektörde fark yaratanları bir araya getiren Creative People “Talks & Hospitality Awards 2024” etkinliğine

Bayramdan bayrama cumhuriyet

Özgür, eşit ve sorumlu yurttaşlar yoksa bayramdan bayrama cumhuriyet vardır Bir yüzyılın ardından cumhuriyetin bakiyesini değerlendirmek gerek sanırım. Söz gelimi ‘yurttaşlık’ denen cumhuriyetin varoluşunun olmazsa

Kadının topraktaki gücü tescillendi!

  Ebru Baybara Demir, Türkiye’nin gastronomi dünyasında adını uluslararası başarılarla duyurmuş bir şef. 2023 yılında gastronominin Nobel’i olarak görülen Basque Culinary World Prize ödülünü kazandı.

2024-2025 bitti, sıradaki gelsin

Borsa İstanbul dün sürpriz bir yükseliş yaparak yüzde 2.13 yükseldi. Hala 9000 puanın altında bulunan endeks toparlanma çabaları içinde. Zirveden yüzde 21 geride, borsa 11252