Biz insanoğlu severiz, siyah ile beyazı. Çünkü kolay değildir, gri içinde yaşamak… Tembel olmamayı, düşünmeyi, suçlamadan konuşmayı ve sana karşı duranla iletişim kurabilecek maharete sahip olmayı gerektirir. Zordur. Çetrefillidir. Halbuki birini ötelerken diğerini yüceltmek öyle mi… Yücelen tarafta olmanın getirdiği sığ güven duygusunun konforu pek cazip gelir.
Kimlikler değil, ahlaklı bireyler…
Bir arada yaşama kültürünü en iyi bilen, aynı zamanda tam tersine en çok da farklılıklarının altını çizmekten çekmiş bir coğrafya burası… Ne var ki bütün dünya gibi Türkiye’de de yuvarlağın köşeleri törpüleniyor. Kimliklerin değil ahlaklı bireylerin iyi bir yaşamı getireceği artık daha çok kabul görüyor.
Kulüp Dizisi’ni izleyince aklımıza düşenler üzerine, Yazar-Çevirmen Liz Behmoaras ile biraz sohbet ettik. “Sevmenin Zamanı”nı konuştuk. Ne farklılıklara abartılı bir güzelleme yaptık ne de ayrımların altını çizdik.
Yuvarlağın köşeleri yoktur…
Sevmenin Zamanı gerçek bir hikâye…
“Sevmenin Zamanı” çok güzel bir hikâye…
Gerçek bir hikâyedir o. Romanın başında mezarlıkta cerrah ile karşılaşan ben değilim, bana da cerrahı tanıyan bir başkası anlattı. Ünlü bir cerrahın ve eşinin hikâyesidir o. Adını vermeyeyim ama çok ünlü bir doktordu. Herkes tanırdı onu, çok ünlüydü. Eşi Yahudi’ydi ve eşini kanserden kaybetti. Ben karısını tanıyordum, babamın arkadaşıydı. Haliyle biraz karısından dinledim bu hikâyeyi, hastayken anlatıyordu. 1975 gibi öldü. Ayrıca onu tanıyanlardan da dinledim, hayat hikâyesi ile harmanlayıp kitaplaştırdım. Biyografi değil ama gerçeğe dayanan bir hikâye.
Diziyi izlediniz mi?
İzledim. Beğendim, ilk defa Yahudi Cemaati hikâyenin içinde bir renk, süs ya da hesaplaşılacak bir kitle olarak değil de belli bir sosyal çevre içindeki bireyler olarak ele alındı. Kültürleriyle, dilleriyle, adlarıyla… Dizide herkes birey, birbirine benzeyen insanlar topluluğu değil. Mathilda farklı, kızı farklı… Kızı Budist de olabilirdi, Müslüman da Hristiyan da. Kız bir Yahudi olarak ele alınmıyor, acı çekmiş, annesi tarafından terk edildiğini düşünmüş olan bir çocuk olarak ele alınıyor. Biraz çapasını koparmış bir kız. Karagöz-Hacivat mirası klişe tipler yok. O bakımdan iyi. Bir de, ben sonradan öğrendim, cemaatten bir sürü insan orada figüranlık yapmışlar. Bu tabii daha da büyük gerçeklik payı vermiş. Bu açıdan iyi… Kurguda bir takım zayıf noktalar var fakat sonuçta bu bir dizi. Bütün dizilerde olan problemler…
“Kulüp genel olarak iyi bir proje…”
Hikâyeye, çok kısa süre içinde çok fazla insan ve olay sığdırılmak istenmiş. Bazı olaylar ve insanlar askıda kalmış. Mesela Niko’nun, Orhan’ın hikâyesi apayrı boyutları olan bir hikâye ama kısa kesilmiş. İkinci sezonda bağlayacaklar gibi, bekliyoruz. Genel olarak iyi bir proje… Gökçe Bahadır çok başarılı, çok severim zaten. Çok görmüş çok yaşamış bir karakteri canlandırıyor. Bir cinayet var sonuçta kolay değil. Ancak iki eleştiri söyleyebilirim; siyahların gündeme geldiği ilk Amerikan filmlerinde beyazlar hep çok kötüydü, tıpkı onun gibi ilk bölümlerde Müslüman Türkler canavar gibi gösterildi. Çelebi çok kötü mesela ancak sona doğru biraz düzeltiyorlar. Mesela Mathilda’nın öldürdüğü adam çok kötü… Hem ihanet ediyor patronuna hem kızı hamileyken yüz üstü bırakıyor. Şarkıcı çok tatlı… Zeki Müren ile Erol Büyükburç karışımı. Belki Mathilda’nın Türkçesi biraz daha bozuk olabilirdi. Gökçe Bahadır için zor olurdu ama o zamanlarda bu kadar düzgün Türkçe konuşan var mıydı bilmiyorum. Anlatıldığı döneme bakarsak Türk okuluna gitme fırsatı olmuştur diye düşünüyorum. 1923 öncesi azınlıklar kendi okullarına ya da Fransız, İngiliz okullarına giderlerdi. MEB yoktu o dönemde ve azınlıklar Türk okullarına gitmeye zorlanmıyorlardı.
“Dayım, Türkçe’den başka bir dil konuşmazdı”
“Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları başladığı zamanlar değil mi?
Annemin, dayımın dönemleriydi. Savaş öncesi ya da ilk yılları… Birçok insanda travma yaratmıştır. Benim dayım Amerika’da yaşıyordu, 1960’da oraya yerleşti. Burada Türk okuluna gitti ve hukuk fakültesini bitirdi fakat “Vatandaş Türkçe konuş,” kampanyasının içerisinde yetiştiği ve bulunduğu için Amerika’dan bizi ziyarete geldiği zamanlar tek kelime İngilizce konuşmazdı ama çok eski bir Türkçe konuşurdu. “Evlilik” değil “izdivaç”, “uçak” değil “teyyare” diyordu. Sanki bir dondurucudan çıkmış gibiydi, herkes ona çok tuhaf bakıyordu. Asla başka bir dil konuşmuyordu. Dizide Mathilda, Türkçe’yi belki hapishanede de öğrenmiş olabilir. Yirmi yıla yakın hapis yatıyor sanırım. Başka bir eleştirim yok.
“Dizide kişilerin birer birey olarak ele alınması çok güzel…”
Dizi bir tarafı fazla olumsuz göstermiş dediniz ya, bu dengeyi sağlamakta biraz zorlanıyor muyuz? Çünkü bakıyorsunuz ya çok kötü ya çok iyi… Neden sizce?
Amerika’da da bir ara bütün beyazlar çok kötüydü. Anlayışlı, bilge ve olgun biri oldu mu o mutlaka siyahtı. Bu belki bir başlangıç… Burada bir miktar yakalandı. Bir durum içinde bireyi ele almak önemli… Müslüman da olsa Yahudi de olsa birey başka tepkiler verebilir. Klişe tepki değil bunlar. Azınlık kimliği insanı değişik davranışlara itebilir. O kimlik ile sosyal çevre ve hayatın etkisi bir araya gelince işte o zaman o kişiyi gerçek olarak tanıtabilirsiniz. Şimdiye kadar olanlar klişeydi. Belli bir şekilde konuşacak, belli bir şekilde parasını sayacak, uyanık, akıllı, kurnaz olacak. Her kitapta iltifat olarak, siz çok akıllısınız, denir mesela… Çoğul olarak, bireysel değil. Oysaki bireysel olarak ele almak lazım. Ayrıca o kimliğin de olumlu veya olumsuz katkısı ve bir ağırlığı elbette var. Mesela herkes maddi anlamda güçlü değil. Orta hallisi de var, cesuru da, korkanı da… Ama kimlik de var. İnsanın mavi gözlü sarı saçlı olması gibi doğuştan kimliğinin getirdikleri de var. Toparlamak gerekirse ben bu diziyi bu yüzden de beğendim, kişileri birey olarak anlatmış. Mathilda bir katil, şu ana kadar öyle bir şey anlatılmamıştı. Çünkü korkulurdu.
“Kırk sene önce böyle bir konuşma düşünülemezdi”
Sadece Türk-Müslümanlar açısından değil, Cemaatin kendi içinde de muhafazakârlık kırılmış gibi. Ne dersiniz?
Elbette. Bütün dünyada her şey çok değişti. İnsanlar arasındaki ilişkiler, ebeveyn çocuk arasında ilişkiler bile değişti. O tabuları kırmaya başlıyoruz. Bu zor bir iş, çünkü biz Türkiye’de tabuları seven ve kırılmasından hoşlanmayan bir milletiz. Burada gençliğin payı büyük… Otuz ya da kırk sene önce böyle bir konuşma düşünülemezdi. Benim ile bir gazetecinin böyle konuşması mümkün değildi. İnsanlar arasındaki iletişim çok değişti.
“Şu anda daha rahat bir ortam var”
Eski İstanbul’u konuştuğumuzda, o zamanlar bir arada yaşama kültürü daha güçlüydü, daha homojen bir ortam vardı deniyor ama?
Hayır değildi. O biraz politik bir bakış açısı… Ancak bu söylediğimi de şikâyet gibi almamak lazım. Bu böyleydi, bütün dünya gibi. O zaman ortam daha siyah-beyazdı. Unutma ki 40’lı yıllar bütün dünyada rasyonel sosyalizmin ve faşizmin yükseldiği yıllardı. Temel motivasyonları da, biz şu ya da bu nedenden dolayı üstünüz, şeklindeydi. Laiklik biraz kağıt üzerindeydi, bütün ülkelerde dinler ve cemaatler çok önemliydi. Haliyle Türkiye de bunun etkisi altındaydı. Almanya, İtalya ve Fransa’da anti-semitizm çok fazlaydı. Aksine şu anda daha rahat bir ortam var. Din düşmanlığı elbette var. Çünkü bu insanın içinde olan bir şey… Farklıya karşı güçlenmek için onu kötüler. O dönem haliyle başka bir dönemdi, birliktelik yoktu ama arkasından ağlanacak bir dönem de değildi.
“Kötü niyet görmedim ama farklı olduğumu hissederdim”
Güzel birkaç okul anımız olurdu elbette. Mesela okulda bize haritalar üzerinde Orta Asya’dan geldiğimiz anlatılıyordu. Bu benim çok hoşuma gidiyordu. Bir çocuğa nereli olduğu sorulduğunda, “Orta Asyalıyım” dedi ve pekiyi aldı. Bana sorulduğunda ben de öyle cevap verdim ve öğretmenimiz kahkahalarla gülerek, “Hayır kızım sen değilsin,” demişti. Nedenini sorduğumda, “Annene babana sor, sen Orta Asyalı değilsin,” demişti ama bunu kötü niyetle söylememişti. Yine bir milli bayramda kompozisyon yazmıştım, severdim yazı yazmayı. “Şanlı bayrağımız gökyüzünde bir kırmızı leke,” gibi bir şey yazmıştım. Kızmıştı, “Bayrakla leke kelimelerini yan yana getirmemelisin, hele hele sen,” demişti. Kadın haklı olarak yanlış bir anlam çıkabilir ve yanlış anlaşılabilirim diye o kelimeleri kullanmamı istememişti. Ancak niyeti kötü değildi. Böyle şeyler kötü durumlar değildir ama farklı olduğunu her zaman hissettiriyorlar.
Benim için kimliğim ne avantaj ne dezavantaj
Siz o hissi nasıl yaşadınız?
Benim için ne artı ne eksi… Özellikle aşağılama ve kötü davranma yoktu. Mesela ben bir sene iftihar tablosuna geçmiştim, çalışıyordum çünkü ve hiçbir şekilde hakkım yenmedi. Ama farklı olduğum mesajı böyle kötü niyetsiz biçimde veriliyordu.
“Gezdikçe ve yazdıkça insanları tanıdım”
Farklıyım ve bu güzel bir şey de diyebilirdiniz?
Hiçbir zaman öyle de yaşamadım. Büyük bir farklılık içerisinde değildim fakat şöyle, Şişli’de bizim apartman baştan sona Yahudi’ydi. Çünkü mal sahibi Yahudi’ydi ve malı satarken eşe dosta satmıştı. O yüzden 20 yıl oturduğum Şişli’de farklı birini tanımadım, herkes benim gibiydi. Sonra zaman geçtikçe, yazdıkça, insan tanıdıkça, gezdikçe tanıdım. Çok gezdim ben, daha turizm furyası başlamadan önce… Bazı yerlerde bu çeşitliliğin hiç bilinmediğini, hatta Yahudilerin Ermeniler ile karıştırıldığını görmüştüm. Bazen kuşku ve mesafe görüyorsun. Bazen kendini tutanları görüyorsun; mesela İsrail’e sövmek ister, karşısında ben varım diye durur, dikkat eder. Söylemem gerekir; şanslı olduğumdan herhalde, pek de fazla sıkıntısını çekmedim.
“Dine karşıtlık ve farklı kültür algısı eriyor”
Diziyi izleyince bunları yeniden konuşuyoruz ama belki de bu konuların konuşulmaya ihtiyaç duyulmaması en güzeli… Ne dersiniz?
Benim inandığım bir şey var; eğer dünya böyle devam eder ve çocukların eğitimi bu şekilde sürerse bu konular hiçbir şekilde ilgi çekmeyen konulara dönüşecek. Çünkü dine karşıtlık ve farklı kültür algısı eriyor. Sonuçlarını görüyoruz, tıpkı insanların şimdilerde kendilerine daha iyi baktıkları ve daha uzun yaşamaları gibi. İnsanların içinde farklılaştırma ve farklıyı itme duygusu olabilir fakat eğitim ile düzeltiliyor çocuklar. Torunum İngiltere’de, bu durumu normalleştirmeyi kreşten itibaren öğreniyor. Şu an Singapur’da. Telefonda bana anlatıyor; siyah bir arkadaşı varmış, başka bir arkadaşı ona “Sen neden Afrika’da yaşamıyorsun? Herkes orada senin gibi,” demiş. Torunum da gidip hocaya şikâyet etmiş ırkçılık yapıyor, diye. “İyi mi yaptım?” diye soruyor bana. “Hayır,” dedim. Arkadaşın senden yardım isterse edersin ama bırak kendini savunsun, o da senin yaşında, dedim.
“Sevmek Zamanı yaşanan güçlükleri anlatıyor ama o öyle bir dönemdi”
Farklılıkları çok konuşmak ve ayrımların altını çizmek sıkıntılı ama hiç konuşmamak da bir o kadar sorunlu sanırım?
Elbette. Çoğu aydın genç sizin gibi düşünüyor. Konuşulmasında bir problem yok, hoşuma bile gidiyor. Sevmek Zamanı 1940’ları anlattığı için o dönemin güç yanlarını anlatıyor ama o dönem öyle bir dönemdi.
Günümüzde Yahudi-Musevi ve Türk Müslüman bir genç âşık olsa kimse buna o kadar tepki göstermez sanırım?
Elbette, kesinlikle. Benim oğlum bir Çinli ile evli. Ama biz ailece dinsiziz. Çok dine bağlı olsaydım ve çocuklarımı bu şekilde eğitmiş olsaydım problemler çıkacaktı. Biri sinagoga diğeri kiliseye gitmek isteyecek, etle sütü karıştırmamak isteyecek, çocuk arada kalacaktı. Bence din 21. yüzyılda cemaatlerdekileri koruyan bir sosyolojik öge olarak ele alınmalı.
“Irk” değil “kimlik”
Musevilik bir din, Yahudilik ırk olarak telaffuz edilir ama bu da çok anlamsız. Ben “ırk” yerine “kimlik” demek gerektiğini düşünüyorum. Atalarımız nerelerden geldi… O kadar karışık ki… Mesela kayınvalidem Ukraynalı… Çekik yeşil gözleri ve çıkık elmacık kemikleri vardı. O anlatmıştı, o zamanlar büyük problemler oluyor, Kazaklar köyleri basıyormuş. “Belki de bir büyük annem Kazaklar tarafından tecavüze uğramış olabilir,” demişti. Oluyormuş böyle şeyler. Bu nedenle ırk, saflık gibi laflar rahatsız edici ve komik oluyor.
“Bayramları bir gelenek olarak kutluyoruz”
Ben agnostiğim ama hangi monoteist dinin eşyaları olursa olsun saygı gösteririm. Kuran, İncil ya da haç… Oğlumun eşi Maocu bir gelenekten gelme, onda tanrı kavramı hiç yok. Evlendiklerinde “Dini olarak yapmamı istediğin bir şey var mı?” demişti. “Hayır,” dedim. Nasıl istiyorlarsa öyle… Bayramları kutluyoruz ama gelenek olarak. “Hamursuz,” en önemlisi… Birlikte kutladığımız oluyor. Torunum bana bu yaz “Ben Yahudi miyim?” diye sordu. “Hem Çinlisin hem Yahudi’sin, ne güzel çok şanslısın. Çok güzel bir şey, hepsinden faydalan işte…” dedim ama burada böyle değil, keşke olsa.
“Türkiye’de muhafazakâr Yahudi yok”
Şu anda cemaatte muhafazakâr yaşayan çok insan var mı?
Türkiye’de değil. Zaten bir avuç insan kaldı ama Amerika’da ve İsrail’de böyle yaşayan insanlar var. “Shtisel” dizisinde de çok güzel anlatıyor bu kapalı cemaati. Amerika, Paris ve İngiltere’de bu şekilde yaşayanlar var.
“Sivri düşünceler ayıklanıyor”
Dünya, köşelerini mi törpülüyor?
Aynen öyle. Her şey konuşuluyor ve dünya bu sivri düşünceleri ayıklıyor. Bazen tam olarak dizilerde gösterildiği gibi olmuyor. Mesela evlilikten önce katiyen çıkmak, tanışıp dolaşıp, sevişmek gibi şeyler asla yok.
Yuvarlağın köşeleri yoktur…
Evet. Aynı zamanda biraz tehlikeli ve korku verici… Çünkü köşeli bir yaşam daha konforlu olur. Siyah-beyaz olarak net olabilirsin. Ben, ailem komşum beyaz; başkası ve onun gelenekleri, yemekleri siyah. Böyle daha kolay ve konforlu olabilir. Herkes bir dönem böyle olmak isteyebilir ama dünya yuvarlak ve buna karşı gelemiyorsun.