Prof. Dr. Vahide Savcı bir tıp doktoru. Farmakoloji profesörü olan Savcı aynı zamanda wellbeing-wellaging uzmanı. Doğru solunum ve stres yönetimi üzerine de çalışmalar yapan Savcı İnstagram hesabı üzerinden de takipçileri ile doğru bildiği uygulamaları paylaşıyor ve yol gösteriyor.
“İnsanların çoğu mesleki diplomalarını bir kenara bırakıp, ilgi duydukları veya popüler olan alanlarda katıldıkları eğitimlerin sertifikalarını adeta bir meslek diploması gibi kullanmaya başladılar. Bu nedenle sertifikalı eğitim veren programların, eğitimi verenlerin yetkinliği, programın içeriği açısından ciddi olarak denetlenmesi gerekiyor” diyen Prof. Dr. Vahide Savcı ile sağlığımız için yapabileceklerimizi, yaptığımız yanlışları, sosyal medyadaki kirlilik yaratan bilgileri ve bunların doğrularını konuştuk.
Önemli bir konuda sizin görüşlerinizi öğrenmek istiyorum. Sosyal medyada sorgusuz, sualsiz yetkin olmayan pek çok kişinin, takipçilerine yönelik olarak yaşam tüyoları vermesi konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Öncelikle sorunuz için teşekkür ederim. Gerçekten sosyal medyada sorgusuz sualsiz pek çok kişi takipçileriyle çeşitli önerileri paylaşabiliyor. Ben yaşamın her alanında bireylerin yetkin olmadıkları konularda başkalarını yönlendirmelerini ve önerilerde bulunmalarını doğru bulmuyorum.
Bu noktada yetkinlik ve öneriler konusunu biraz daha açmam gerektiğini düşünüyorum. Çünkü günümüzde özellikle Covid döneminden sonra, online platformlarda toplantı ve eğitimlerin yaygınlaşmasıyla birlikte alınan eğitim sertifikaları mesleki diplomaların önüne geçti. En azından ben böyle gözlemliyorum.
İnsanların çoğu mesleki diplomalarını bir kenara bırakıp, ilgi duydukları veya popüler olan alanlarda katıldıkları eğitimlerin sertifikalarını adeta bir meslek diploması gibi kullanmaya başladılar. Bu nedenle sertifikalı eğitim veren programların, eğitimi verenlerin yetkinliği, programın içeriği açısından ciddi olarak denetlenmesi gerekiyor.
Ayrıca eğitimlere katılacak bireylerin standardizasyonu da oldukça önemli
Çünkü bu eğitimlere çok heterojen bir kitle katılıyor. Farklı eğitim seviyelerinde, farklı yaşam biçimleri ve farklı spektrumlarda mesleklere sahip insanlar aynı eğitimi alsalar da, bireylerin kendi bilgi seviyeleri, birikimleri ve algı derecelerine göre aldıkları eğitimi yorumlama biçimleri doğal olarak farklı oluyor.
Ben de sertifikalı eğitimler aldım; welling uzmanlığı, biyointegratif solunum terapileri uzmanlığı, wellaging ve beslenme koçluğu gibi.. Bunların hepsi sağlıkla ilgili eğitimler ve ben bir tıp doktoruyum. Bu eğitimler bana yeni bir bilgiden çok farklı bir bakış açısı kazandırdı.
Ayrıca ben aynı zamanda akademisyenim, bana aktarılan bilginin ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu anlayabiliyorum, kaynağa ulaşıyorum, okuyorum ve ikna olmadığım bilgileri asla hayatıma almadığım gibi, kimseye de aktarmıyorum. Ama bu herkes için geçerli olmayabiliyor.
Son olarak şunu da vurgulamak istiyorum ki hem çok güzel, oldukça başarılı sertifikalı eğitim programları var, hem de aldıkları eğitimleri çok güzel yorumlamış ve yetkinliğinin sınırlarını bilen çok değerli arkadaşlarım var. Hatta bazı çok değerli arkadaşlarım “hocam ben doktor değilim, şu alanda sizinle şöyle bir program yapsak “diyerek bana ulaşıyorlar. Onları bu konunun dışında tutuyorum.
Bir farmakolog olarak sağlıklı yaşam için ilaç yerine bitki kullanımının doktor kontrolü dışında alınması ne gibi sorunlar yaratabilir?
Bir farmakolog olarak ilaç yerine bitkilerin kullanımının yol açabileceği sakıncaları hep uygun ortamlarda paylaşmışımdır, o nedenle bu soru için de çok teşekkür ederim.
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, “bitkiler ilaçlardan daha masumdur” şeklindeki tanıtımlar doğru değildir. Zaten ilaçların büyük çoğunluğu bitkilerden elde edilen aktif moleküllerdir. Eğer biz bir bitkiyi vücudumuzda yanlış giden bir durumu düzeltmek, iyileştirmek için kullanıyorsak, belli ki o bitkinin içerisinde onu düzeltecek etkili bir molekül var ki o nedenle kullanıyoruz.
İlaçlar da işte o etkili molekülün spesifik olarak çıkarılıp, izole edilip, daha sonra da sentezlenip sunulan halidir. Ayrıca bir ilaç molekülü kullanıma sunulmadan önce çok sayıda denemeye tabi tutulur. Önce cansız sistemlerde, ardından canlı organizmalarda (ki burada deneylerde kullandığımız hayvanlarımıza minnet borçlu olduğumuzu bir kez daha vurgulamak isterim) ve insanlarda klinik çalışmalar yapılır.
Bu, yıllar süren incelemelerin sonucunda bir molekülün ilaç olup olmayacağı, topluma sunulup sunulmayacağına karar verilir. İlaç olarak kullanıma girdiğinde o molekülün hangi dozlarda hangi işleri yaptığı, hangi yolla verilirse nelere yol açacağı, vücudumuzun ilacı nasıl karşıladığı, ilacın vücudumuza neler yaptığı ve kullanım dozlarında hangi adverse ya da yan etkilerinin gözlenebileceği bilinir.
İlaç kullanıma girdikten sonra da “farmakovijilans” adı verilen çok iyi organize olmuş bir geri bildirim sistemiyle takip edilir ve önceden saptanmamış özelliklerine yönelik bilgiler kaydedilir. İşte bu sistem aracılığıyla bazen tehlikeli bir etkiye neden olmuş veya bir şekilde kullanımı sakıncalı bulunmuş ilaçların toplatıldığını duyabilirz. Kısacası sıkı denetlenen bir sistemden bahsediyorum.
Diğer taraftan bitkilere baktığımızda, bir bütün bitki olarak ele aldığımızda o bitkinin hangi koşullarda yetiştirildiği, nasıl toplandığı, nasıl saklandığına göre bitkiyle deneyimimiz farklı olabilir ve bitkiye bulaşmış başka bazı maddeleri de almış olabiliriz. Ayrıca bir bitkinin içinde söz konusu etkili molekülün yanısıra onlarca başka moleküller de bulunur ve onları da almış oluruz.
Bazen de bitkinin kendisini değil, bitki özütlerini kullanabiliyoruz ki, onları daha da dikkatli kullanmamız gerekir. Örneğin üzümün zarında ve çekirdeğinde resveratrol adında güzel bir antioksidan molekül var.
Biz üzüm olarak tükettiğimizde belki 5-10 mg resveratrol alırken, onun özütünü aldığımızda bir tablet veya kapsülde 500 mg-1 g gibi çok daha yüksek miktarları alırız ve bu yüksek miktarlarda adeta bir ilaç gibi bir çok kestirilemeyen yan etkilerle karşılaşabiliriz.
Kestirilemeyen dememin nedeni bu konularda bir ilaç molekülü gibi yoğun çalışmaların yapılmamış olmasıdır. İşte sakıncalı olan durum budur.
Bu durum yeşil çayla ilgili olarak gözlemlendi. Yeşil çayı çay olarak günlük hayatımızda güvenli bir şekilde tüketirken onun özütünü (ekstre veya ekstraktı) alan bazı bireylerde karaciğer hasarı oluştuğu bildirildi. Tam da yukarda bahsettiğim konu budur.
Popüler bir adaptojen olan ashwagandha yaygın kullanılır ve bazı önemsiz sayılabilecek yan etkilere neden olabilir. Ashwagandhayı bazı grup antidepresan ilaçlarla birlikte aldığınızda üstüste örtüşen yan etkiler nedeniyle bazılarının belirgin hale geçtiği, örn şiddetli ishallere yol açtığı veya ashwagandhanınn karaciğerde ilaç yıkım mekanizmalarını etkilemesiyle diğer ilacın etkisini değiştirebilmesi gibi durumlar gözlenmektedir.
Yukarda belirttiğim nedenlerle aslında sadece bitkileri veya bitkisel destekleri değil, vitamin ve mineral takviyelerini de mutlaka doktora danışarak almak gerekir.
Sağlıklı yaşam için bütünsel yaklaşımlar artık giderek daha çok kabul görüyor. Bu konuda danışmanlık almak isteyen, yaşamını buna göre yönlendirecek olanlara neler söyleyebilirsiniz?
Tıbbın sistemlere bölünmesi ve bütünsel yaklaşımın kaybolması her alanda bilginin çok artması ve sağlık sistemlerinin işleyişi ile ilgilidir. Bütünsel yaklaşım hem özellikle kronikleşmiş hastalıkların tedavisinde hem de koruyucu sağlık sistemlerinde önemlidir.
Kronikleşmiş hastalıklarda, neden tam olarak ortaya çıkarılamadığında, genellikle hastalığın kendisi değil bulguları tedavi edilmeye ve hastanın yaşam kalitesi yükseltilmeye çalışılır. Çoğu zaman hastalık arka planda sinsi sinsi devam eder. Burada asıl altında yatan nedeni bulmak gerekir. Bu da olaya daha geniş bir pencereden bütünsel yaklaşımı gerektirir.
Bütünsel yaklaşım derken sadece fiziksel bedeni değil, zihin ve ruhsal durum uyumunu da gözönüne almak gerekir. Günümüzde bu ruh-zihin-beden dengesi yavaş yavaş önem kazanmaya başladı.
Örneğin bir hastanın yüksek tansiyonu varsa onu sadece bir damarsal patoloji olarak göremeyeceğimizi biliyoruz; yani o yüksek tansiyona neden olan karşımızdaki hastanın yaşam biçimleri, yeme içme, uyku düzeni, egzersiz yapıp yapmaması, yaşamında ne kadar strese maruz kaldığı gibi olayların sorgulanması ve ona yönelik çözüm önerilerinin sunulması gerekir.
Diğer taraftan, biz yaşamlarımızı ruh-zihin-beden dengesini sağlayacak şekilde iyileştirmeye başladığımızda hastalıklara yakalanma riskimizi de azaltırız. Yani bütünsel yaklaşımı bir koruyucu tıp yaklaşımı olarak da görebiliriz ki, ben bu açıdan daha çok önemsiyorum.
Sağlıklı yaşam, hastalıksız yaşam, ruh- zihin- beden dengesinin sağlandığı yani wellbeing düzeylerimizin yükseltildiği bir yaşam biçimi benim çok önemsediğim konular ve bu konularla ilgili hem paylaşımlar yapıyorum, hem de toplumda çok iyi bilinmediğini bildiğim doğru solunum ve stres yönetimi eğitimlerini vererek de farkındalık yaratmaya çalışıyorum.
Bu şekilde bir bütün olarak kendimizi ya da karşımızdakini değerlendirip ona yönelik önerilerde bulunduğumuzda o bireyi aslında hastalıklardan korumuş oluyoruz ve daha sağlıklı bir şekilde yaş almasına izin vermiş oluyoruz.
Menopozdaki kadınlar için hormon tedavisi eskiden çok şüpheli bir yaklaşımdı. Şimdi ise kabul görüyor. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Menopozda hormon tedavisine şüpheli yaklaşım 1990’lı yıllarda başlatılan “Kadın Sağlığı Girişimi” (Women’s Health Initiative) adı verilen bir çalışmanın sonuçlarına dayanmaktadır. Çalışma sonuçları menopoza giren kadınlarda tek başına östrojen kullanımının rahim (endometriyum) kanseri ve östrojenle progesteron birlikte kullanıldığında meme kanseri riskini artırdığını göstermekteydi.
Ancak daha sonra bu çalışma tekrar sorgulanmaya başlandı ve çalışmanın tasarımında eksikler, hatalar bulundu ve çalışmada kullanılan hormonların sentetik hormonlar olmasının bu sonuçlara yol açtığı ile ilgili bilgiler paylaşılmaya başlandı.
Sentetik derken neyi kastediyorum?
Östrojen ve progesteron vücudumuzda üretildiği şekliyle ağız yoluyla kullanılamazlar. Etkileri çok azalır. Bu nedenle onların yapıları biraz değiştirilir. Molekülün sağına soluna bazı kimyasal gruplar eklenir ve bu şekliyle ana kan dolaşımına daha büyük miktarda geçmesi sağlanmaya çalışılır. Ama bu şekliyle de vücudumuzun o moleküle bakışı, ona yaklaşımı değişir. Hormonun da etkileri değişir.
Günümüzde biyoeşdeğer hormon denilen ve bizim vücudumuzda sentezlenenle aynı molekül yapısı, aynı güce sahip hormonları ağız yoluyla değil de, doğrudan ana kan dolaşımına karışacak şekilde örneğin cilde krem şeklinde sürerek, yamalar tarzında yapıştırarak veya ihtiyaca göre vajina içine uygulayarak yerine koyma tedavisi yapılmaya başlandı.
Bu yaklaşımla kanser riskinin artmadığı yönünde çalışmalar raporlanmaktadır. Bu da (her ne kadar yılların getirdiği büyük şüpheci yaklaşımla hala çok dikkatli olunmaya çalışılsa da) menopozda hormon tedavisini tekrar gündeme getirmiştir.
Menopozdaki bir kadında sıcak basmaları, vajinal kuruluk, idrar yolu enfeksiyonlarının sıklaşması gibi bulgular hormon tedavisiyle giderilebilmektedir. Ayrıca uzun dönemde menopoza bağlı kemik erimesi, kalp-damar hastalıkları görülme sıklığının artması veya hafıza ve öğrenme yeteneğinin azalması gibi durumlarda da yavaşlatıcı veya önleyici etkileri de olmaktadır.
Eğer yapılacaksa hormon desteğinin menopoza girdikten sonra ilk on yıl içerisinde başlanması gerekmektedir. Beyin sağlığı için koruyucu etkilerden faydalanılmak isteniyorsa menopoza girdikten sonra ilk beş yıl içinde başlanması gerekmektedir.
Hatta, perimenopoz dediğimiz, menopoza girmeden 5-10 yıl önceki dönemde, önce yumurtalıklarda yapılan progesteron çok azalır ve östrojen baskınlığı yaşanır. Hormon desteğinin daha bu noktada başlatılması ve hormonal dengenin sağlanması yaklaşımı da vardır.
Çağımızın sorunu diyabet için tarçın öneriniz vardı. Bunun gibi hem diyabet hem de kolesterol için önerileriniz var mı?
Tarçının kan şekerini düşürücü etkisi ve şeker hastalığında koruyucu ya da tedaviye yardımcı etkisi değişik çalışmalarla gösterilmektedir. Tabii ki bunu bir ilaç olarak düşünmememiz gerekir.
Eğer diyabet hastalığınız varsa tarçını günlük beslenmenizde düzenli olarak kullanıp kullanamayacağınızı doktorunuza danışmanız gerekir. Ama bunun dışında zaman zaman çaylara veya diğer sağlıklı gıdalara minik miktarlarda eklenerek tüketmekte bir sakınca olmaz.
Diyabet ve yüksek kolesterol için ilk önerim, öncelikle ve özellikle yaşamımıza hareket katmak olacaktır. Her gün düzenli olarak egzersiz yapmak harika olur, ama yapamıyorsak en azından gün içinde kalp hızımızı kısa süreli de olsa yükseltmemiz bile işe yarayabilir. İdeal olanı haftalık 150 dakika orta derecede aerobik yani oksijen tüketimini artıran egzersizleri birkaç kez kas güçlendirici direnç egzersizlerini yapmaktır.
Beslenmeye gelince; hem kolesterol hem de diyabet için bol bitkisel beslenmek, yani sebzeyi, lifli gıdaları mutlaka yaşamlarımızda bulundurmak, doymamış yağlardan zengin, omega-3 zengini balıklar veya desteğini tüketmek, zeytinyağı mutlaka tüketmek ve işlenmiş gıdalardan, doymuş yağlardan ve kırmızı etten uzak durmak yardımcı olacaktır.
Nefes egzersizleri epey uzun zamandır konuşulan ama pek de iyi bilinmeyen yaklaşım. Bu konudaki doğru ve yanlışlar neler?
Doğru solunum çok önemsediğim bir konudur. Çünkü toplum olarak doğru solunum yapmayı bilmiyoruz ve solunum egzersizlerinin ne işe yaradığı konusunda hiçbir fikrimiz yok; hatta bu konuya pek de fazla kafa yormuyoruz. Ben iki yılı aşkın bir zamandır, her ay düzenli olarak bu eğitimleri online ortamda açarak farkındalığı yükseltmeye çalışıyorum.
Solunum birincil detoks sistemimizdir. Biz doğru solunum yaptığımızda vücudumuzda oksidatif stres yükünü azaltmış ve vücudumuzu korumuş oluruz.
Doğru solunum nasıl yapılır?
Öncelikle burun solunumu yapmamız gerekir. Nefes alırken ve verirken burnumuzu kullanmalıyız. Ağız solunumu sağlıklı bir solunum değildir. Oksijenasyonu bozar. Ayrıca ağız solunumu çocuklarımızın çene gelişimini bozar. Bu nedenle bebeklik çağından itibaren çocuklarımıza burun solunumunu öğretmek ve o şekilde devam etmelerini sağlamak gerekir.
Dilimizin ağzımızın içinde üst damakta ve dil ucunun ön üst iki dişiminizin arkasında duruyor olması, dişlerin birbirine temas etmeden dudaklarımız kapalı pozisyonda güne devam ediyor olmamız bizim ağız solunumu yapmamıza engel olur ve burun solunumunun devamlılığını sağlar. Burnumuzda mekanik bir engel varsa ve mümkünse tedavi ettirerek burun solunumuna geçmemiz çok önemlidir.
Doğru solunumun bir diğer şartı diyaframı etkin kullanmak ve diğer ifadeyle karın solunumu yapmaktır. Nefes alırken karnımızın dışa, nefes verirken içe hareketini hafif de olsa gün boyu gözlemlememiz önemlidir.
Solunum hızı yavaşlatmak doğru solunumun bir diğer önemli kriteridir. Kontrollü solunum egzersizleri solunum hızını yavaşlatmamızda bize yardımcı olur. Solunum hızını yavaşlatmak solunum sistemi ve kalp damar sistemini uyumlandırır, beyni daha sağlıklı, daha dingin hale getirir. Stres algısını azaltır.
Solunumla ilgisi yokmuş gibi görünmekle birlikte gün boyu omurganın dik konumunu korumak da doğru solunum yapmak ve diyaframı etkin kullanmak için çok önemlidir.
Burundan alıp verilen, diyaframın etkin olarak devreye sokulduğu yani karın hareketlerinin gözlemlendiği, yavaş hızda bir solunum benim mutluluk sinirimiz olarak adlandırdığım Vagus sinirini aktifleştirir. Vagus sinirinin aktivasyonu kalp hızını yavaşlatır, kan basıncını hafifçe düşürür, sindirimi çalıştırır, vücudumuzdaki yangıyı önler, metabolizmayı iyileştirir, zihnimizi daha sakin daha dingin bir hale getirir; yani çok sayıda güzel etkiler sergiler.
Aslında gün içinde Vagus sinirinin aktif olmasını ve bizi dengeye sokmasını arzu ederiz, ama maalesef stresli bir yaşam Vagus sinirini baskılar ve onun devreye girmesine izin vermez. İşte bu nedenle solunum fonksiyonumuz Vagus’u aktifleştirmek için çok değerli bir fırsattır.
Vagus sinirinin aktif olduğunu nasıl anlarız? Kalp hızı değişkenliğini bunu ölçen bir parametre olarak tanıtıyorsunuz ama rica etsem bunu biraz daha açık olarak anlatabilir misiniz? Kalp hastalıklarında ve diğer hastalıklarda kalp hızı değişkenliği bir gösterge olabiliyor mu?
Vagus sinirinin aktif olduğunu “kalp hızı değişkenliği”nin yükselmesinden anlarız. Bu noktada öncelikle kalp hızı değişkenliğinin bizim gün içinde daha tanıdık olduğumuz kalp hızından farklı bir parametre olduğunu belirtmek isterim. Çünkü bu konu yanlış anlaşılabiliyor. Kalp hızı değişkenliği dinlenirken kalbin dakikada 60 atması veya spor yaparken 100’e çıkması gibi bir konu değildir.
Peki nedir?
Biz solunum yaparken, yani nefes alıp verirken kalbimizin atış hızı değişir. Nefes alırken kalp atışlarımız hızlanır; yani iki kalp vurusu arasındaki mesafe veya süre kısalır. Nefes verirken de kalp atışlarımız yavaşlar; yani iki kalp vurusu arasındaki mesafe uzar. Dolayısıyla biz nefes alırken ve nefes verirken kalp atışlarımızın arasında bir fark olur. İşte bu farka “kalp hızı değişkenliği” denir. Bu parametre milisaniye cinsinden ölçülür.
Kalp hızı değişkenliği neden Vagus sinirinin aktifliğini gösterir?
Şöyle ki nefes alırken kalbi hızlandıran bizim stres modumuzun aktörü sempatik sinir sisteminin (adrenalinden tanıyabilirsiniz) devreye girmesidir. Nefes verirken kalbimizi yavaşlatan ise Vagus siniridir. Ama bunun gerçekleşebilmesi, yani nefes verirken vagus sinirinin aktif olarak devreye girebilmesi ve kalbin yavaşlayabilmesi için solunum hızının yavaşlaması gerekir.
Solunum hızını dakikada 6’ya indirdiğimizde Vagus sinirinin aktif olarak devrede olmasını sağlar ve kalp hızı değişkenliğini yükseltiriz. Bunun yanısıra solunum hızını yavaşlatıp, nefes veriş süresini alış süresinden daha uzun tuttuğumuzda da vagus çok güzel devreye girer ve kalp hızı değişkenliği yine yükselir.
Kalp hızı değişkenliğinin düşük olması bedenimizde organlarımızı çalıştıran otonom sinir sisteminin dengesinin bozulması anlamına gelir. Sürekli stres modunda yaşadığımızın da işaretidir. Sürekli stres modunda yaşamak bizim çeşitli kronik hastalıklarla yüzleşmemiz demektir. İşte bu nedenledir ki, kalp hastalıkları, metabolik sendrom, diyabet, Parkinson, Alzheimer vb hastalıklarda bireylerin kalp hızı değişkenlikleri daha düşük bulunmaktadır.
Kalp hızı değişkenliği akıllı saatlerdeki sağlık sekmesinde bulunabilir. Gün içinde attığımız adım, harcadığımız kalori gibi kalp hızı değişkenliğini izlemeyi de bir alışkanlık haline getirmek çok değerlidir. Sürekli düşük (örn 30 ms altında) kalp hızı değişkenliği bireyin biraz önce saydığım sağlık sorunları açısından risk altında olduğuna işaret edebilir.
Bunu panikletmek için söylemiyorum ama bu farkındalıkla yaşayarak doğru solunum ve kontrollü solunum egzersizleriyle kalp hızı değişkenliğini yükseltmenin mümkün olduğunu belirtmek istiyorum.
Bu kadar strese maruz kaldığımız bir yaşamda bize önerebileceğiniz yöntemler nelerdir?
Günümüzde özellikle psikososyal stres yaratan faktörlerle her gün yüzleşiyoruz, onlara engel olamıyoruz, yani yaşamlarımızda sürekli varlar ve bir türlü bitmek bilmiyorlar. Stres yanıtı normalde bedenimizn anlık, yaşamda kalmak için verdiği ve kısa süreli olması gereken bir yanıttır. Ama bu devam eden psikososyal stresle biz o yanıtı sürekli aktif tutuyoruz ve bir süre sonra vücudumuzu tüketiyoruz ve maalesef bir çok kronik hastalıkla yüzleşiyoruz.
Stres yaratan faktörleri kolay kolay engelleyemediğimiz için, kendimizin strese yanıtını değiştirmemiz strese dayanıklılığımızı artırmamız bu noktada oldukça önemli bir hale geliyor.
Stres yönetiminin altın kuralı doğru solunum yapmak ve kontrollü solunum egzersizlerini yaşamımıza düzenli olarak almaktır. Bunun dışında zihni dinlendirmek örneğin düzenli olarak meditasyon yapmak da çok yardımcı olur.
Kaliteli yeterli bir uyku uyumak, sağlıklı beslenmek, özellikle Akdeniz Diyeti tipi beslenmek, düzenli egzersiz yapmak, bol bol sosyalleşmek strese dayanıklılığımızı artırır.
Yazmak da çok yardımcı olur. Benim çok beğendiğim bir uygulama var: her akşam yatmadan önce o gün yaşadığınız üç güzel olayı yazıya dökmek şeklinde.. Günün koşuşturmasında belki de farketmediğimiz bu şekilde birkaç olayı, akşam uykuya gitmeden önce bilinçli olarak düşünüp hatırlamak ve yazmak zihnimizi olumlu yöne çevirerek uyumamızı sağlar.
Bu uygulamayı 30 gün boyunca yapanlarda tükenmişlik sendromunun azaldığı gösterilmiştir. Bunu çok daha uzun süreler hatta yaşam boyu uygulamak ne kadar güzel olur?
Aromaterapiden faydalanılabilir. Uçucu yağlar, vetiver, lavanta vb, kullanılabilir. Masaj da faydalı olacaktır. Hem uçucu yağların katkısıyla, hem de deriye bu şekilde temas oksitosin hormonu salgılanmasını uyardığı için çok faydalıdır. Oksitosin antistres hormonumuzdur.
Sonuç olarak stres yönetimi bir pakettir. Doğru solunum, solunum egzersizleri, meditasyon, sağlıklı beslenme, kaliteli ve yeterli uyku, egzersiz, sosyalleşme ve diğerlerini yaşamlarımıza alıp sürdürdüğümüzde stres algımızı azaltarak sağlıklı, dengede ve mutlu bir yaşama merhaba deriz.
Füsun Saka