Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirdiği önemli isimlerden biri, Garo Mafyan… Türkiye’de özellikle pop müzik tarihimizde kıymetli izleri olan bir müzik insanı… Aynı zamanda bütün renklerimizle “bir” olmamızın güvencesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında, Atatürk’ün Dil Devrimi çalışmalarında görev alan, Güneş-Dil Teorosi üzerine tezi ve Türk dili üzerine çalışmaları ile tanınan Agop Dilaçar’ın da yeğeni…
Dil Devrimi ve Agop Dilaçar
Garo Mafyan ile eniştesi Agop Dilaçar’dan dinlediği Atatürk’ü, Cumhuriyetimizi, müziğimizi ve geleceğe dair umutlarımızı konuştuk. “Atatürk’ün neyi neden yaptığını, insanlara ne gibi katkılar sağladığını düşünmek, onun felsefesini anlamak önemlidir. İnsan ömrü çok kısadır, ömürler biter ama vatan ilelebet payidar kalacaktır” diyerek Atatürk’ü doğru anlamanın önemine dikkat çeken Mafyan şöyle devam ediyor:
“Hayat bir sevinç, her gün Tanrı’ya şükrederek yaşamak önemli… Biz böyle yetiştik. Sorgulayabilirim, herkesi eleştirebilirim ama Allah’ın yarattığı insana kötü bir şey söyleyemem. Dindar mıyım? Bu kendi içimde ve kimseyi alakadar etmez. Ailemden aldığım bir terbiye var. Ben Hristiyanım, eşim Müslüman… Biz bayramlarımızı birlikte kutluyoruz. İlerisi için de bir sanatçı olarak umudum hiç kırılmaz. Sanatçı romantiktir ve geleceğe güzellikle bakar. Gençler karamsar olabilir ama onlara en önemli tavsiyem şudur; bizim buradan başka vatanımız yok. Bu topraklarda çok büyük bir aileyiz. Kim olursa olsun hangi kökenden gelirse gelsin kol kola girin. Bu ülkeyi çok daha ileri götürelim.”
Cumhuriyet Söyleşileri’nin yeni konuğu Garo Mafyan…
Türkiye Cumhuriyeti hepimizin çatısı ve bizi “bir” kılan bir fikir… Türkiye Cumhuriyeti denildiğinde sizin zihninizde canlanan düşünce nedir?
Bana göre, öğrendiklerime göre Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bu topraklar üzerinde dünyanın en müreffeh, en rahat, her türlü kazanımların bir araya toplanmış ve Cumhuriyet’in kazanımlarında “önce insan” ögesi gelmiş. Bir insanın doğumu ile kazanılmış hakları olan söyleme, davranma, bilgi sahibi olma, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmama gibi bir ülkede mutlu yaşanmasını sağlayan her türlü imkân sağlanmış. İnanılmaz bir şekilde yurt dışından bilgi sahibi ve alanında uzman profesörlerini getirterek, yurt dışına öğrenci gönderip bilgi sahibi olmalarını sağlayarak ve bütün bunlar ülkenin dinamiklerine dikkat edilerek yapılmış. Biz, böylece 1923’ten bu yana Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak gururla yaşıyoruz.
Bu toprakların en büyük özelliği sevgidir. Burada her şey vardır. İnsanların hak ettiği bu coğrafyada sevgi içinde yaşamaktır. Bu Cumhuriyet onun için kurulmuştur; bu ülkeyi daha iyi bir seviyeye taşımak ve hak ettiği değer ile dünyada yer almak için.
Türk dilleri üzerine uzmanlaşmış ve Dil Devrimi için Atatürk ile çalışmış Agop Dilaçar sizin enişteniz… Kendisinden dinlediğiniz Atatürk, nasıl biridir?
Hakikaten Tanrı’nın sevgili kullarından biri ben olmalıyım ki böyle bir enişteye sahip olduğumuz için. Bunu tarihçesini, Atatürk ile nasıl tanıştıklarını, Romanya’ya gittikten sonra Cumhuriyet kurulunca nasıl geri geldiklerini zaten Türk Dil Kurumunun Agop Dilaçar fasikülünde hepsi anlatılıyor. Bunları merak edenlerin oradan okumasını tavsiye ederim çünkü çok uzun hikâyeler ama şunu söylemeliyim ki ondan öğrendiğim şeylerin başında Atatürk’ün felsefesinin ne olduğu gelir. Atatürk neyi neden yaptığı üzerinde eniştem çok duruyordu; hangi problemleri görerek o durumları değiştirdiği ya da yeni anlayışlar getirmesini sağlayan felsefesini çok önemsiyordu.
Esas olan Atatürk’ün felsefesini anlamaktır
Bu söyleyeceklerim yanlış anlaşılmasın, eniştemin söylediği kelimeler ile söylüyorum: “Atatürk, Kocatepe’de karların üzerinde yattı, orada yorgun düşmüştü… Bunlar görünürdeki gündelik olaylardır. Esas önemli olan Atatürk’ün bunları neden ve ne için yaptığıdır. Okullarda Atatürk inkılapları okutulurken esas bunun işlenmesi gerekir.” Hep bunu söylerdi. Biz böyle yetiştik.
Eniştemin kütüphanesinde Atatürk’e ayrılmış özel bölümde, Atatürk ile yazışmaları vardı. Mesela Güneş-Dil Teorisi’nin Antropolojisi’ni eniştem yazmıştı. Atatürk’ün o teze düştüğü “Zevk ve istifade ile okudum, aynen irad olunmalı” diye bir notu vardı. Şimdi bir insana güvenmek olabilir ancak Atatürk o kadar çok insana güvenerek, ülkede o kadar çok yeniliği harekete geçirmeyi başarmış ki… Yine eniştemin sözlerinin aynısını aktarayım: “Her okula, her yere Atatürk’ün büstünü koymak tamam ama önce Atatürk’ün felsefesini öğretmek gerekir.” Hatta bana bunu kalbini ve beynini işaret ederek şöyle anlatırdı: “Atatürk’ü öğrenmek mi istiyorsun, önce buranda ve buranda olmalı” derdi.
Sizce öğretebildik mi?
Biz sonraki jenerasyonlara bunu tam öğretemedik. Atatürk bunu yapmazdı, şunu veya bunu yapmıştı demekle olmaz çünkü Atatürk de sonuçta bir insandı. Farklı ülkelerden iki yüz, üç yüz profesör getirdi. O insanların birikimini bizimle, bizim birikimimizi de onlarla paylaşmak için… Çok daha başka şeyler de var tabii ama biz anladığım kadarıyla hâlâ Atatürk’ün felsefesini tam olarak oturtamadık.
Daha çok gelişebilmek için sanırım soyut düşünme ve düşünce eğitimi konusunda güçlenmeye ihtiyacımız var. Ne dersiniz?
Herkesin bildiği bir kural vardır, çocuk ilk eğitimini aileden alır, sonra okula gider ve öğretmenleri ile karşılaşır. Yenidoğan bir çocuğu düşünün; ayaklandı, nesneleri ellemeye başlar, bazılarını kırar. Ardından konuşmayı öğrenir ve “Bu ne?” diye soru sormaya başlar. İnsanın en büyük özelliği sorgulamaktır. Öğrenme ve öğrendiklerine kendi yorumunu katmaktır. Sorgulamaktan kasıt ise “Bu nedir, neden rengi yeşil değil de kırmızı, neden bu şekilde?” içeriğindeki sorulardır. Siz ona doğrusunu anlatmak zorundasınız. Doğrusunu anlatırken de kendi yaşanmışlığınız ve yorumunuzla değil, o durumun mantığını açıklayarak ve ondan bir iki yaş büyük bir ağabey veya abla gibi basamak basamak ilerleyeceği şekilde cevap vermelisiniz.
Benim çok sevdiğim bir söz vardır: “Hayat bir dağa tırmanmaya benzer. Tırmandıkça yorulursun ancak ufkun genişler.” Çok güzel bir sözdür. Biz o basamakları hızla ve üçer beşer atlamaya çalışıyoruz ama tabii takılıp düşüyoruz.
“Bu ülkedeki en asgari müşterek bu vatan toprakları üzerinde birlikte yaşamaktır”
Sorma, sorgulama, bunların hepsi insana tartışmayı, karşılıklı fikir yürütmeyi, fikirlere saygılı olmayı öğretir. Öncelikle katılsak da katılmasak da başkasının fikrine saygılı olmayı öğrenmeliyiz. Karşınızdakine katılırsınız ya da katılmazsınız ama mutlaka asgari bir müşterek vardır. Bu ülkedeki en asgari müşterek bu vatan toprakları üzerinde birlikte yaşamaktır. Bu ülke tarihi boyunca birlikte yaşam fikrinin en güzel örneğidir. Sonra neler olduğunu anlamak için ise tarihçiler var, olayların gerçek şahitleri var…
Yıllarca hep şunu söyledim; siyasilerin değil, tarihçilerin işidir bu. Bir takım şeylerin neden, niçin olduğunu tarihçiler paylaşmalı. Dünya siyasetçileri için söylüyorum; Türkiye’nin haritada yerini bilmeden Türkiye hakkında fikir yürütmeleri komik geliyor. Bu da bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaktır. Böyle konuşmak oldukça basittir ama önemli olan bizim aynı masada buluşup karşılıklı düşüncelerimizi paylaşmamızdır. Birbirimizin fikrini belki de hiç kabul etmeyebiliriz ama birbirimizi dinleyebilmeli beraber bir masada oturabilmeliyiz ki biz bunu maalesef yapamıyoruz.
Peki, Atatürk’ün müzik alanında Türkiye’yi taşımayı hayal ettiği uluslararası bir seviye vardı. Sizce sonraki dönemlerde, bugüne gelene kadar bu alanda nasıl ilerledik?
Bir ülke sanatçılarıyla, bilim adamlarıyla dünya pazarında kendine yer edinir, onlarla gurur duyar. Bizde özellikle sanatçılar hak ettiklerini alamamıştır. Bizim dünya çapında muhteşem sanatçılarımız var ama şu anda ilkokuldan başlayarak sanatçı olmak, sanatçı yetiştirmek gibi bir durum yok çünkü geleceği yok. Biz şanslıydık çünkü o zamanlar daha farklıydı. En iyi hocalarla eğitim aldık. Çok sayıda konservatuar açıldı, orkestralar kuruldu, daha iyi bir ortam vardı ama müzik bizim maalesef en son konumuz…
“Önce müzik susturuluyor”
Tabii ki bir acıyı paylaşırken çalıp oynamak değil kimsenin derdi ama belli senfonilerimiz var, ağıtlarımız var. Bunlar da o acıyı paylaşmanın müzikal yolu… Bir acıyı paylaşmak müzikle de ifade edilebilir. Müzik aynı zamanda acıları ve başka duyguları sesle ifade etmektir. Bizim garip söylemlerimiz var: “Davulcuya kız verilmez” gibi ama bir dünya starı geldi mi herkesin oraya gittiğini görüyorsunuz.
“Bu toplumdaki her fert bir kahraman”
Bir de sanat konusunda hep düşündüğüm bir şey var, kim kızarsa kızsın bunu söylerim; sanatçı kavramı… Yıllar içinde yaptıklarınızdan sonra sanatçı olursunuz. Sanatçı başka bir şeydir. Kendi dalında ömrünü ona adamış insanlar var ama biz herkese apolet yapıştırmaktan çok keyif alıyoruz. Bu şekilde tanımlamalar yapmak bizi rahatlatıyor galiba çünkü biz hep kahraman arayan bir toplumuz, kahraman yaratan bir toplum olamadık daha. Hâlbuki bu toplumdaki her fert bir kahraman… Çünkü duygularımız diğer dünya ülkelerine göre çok daha değişiktir. Bizde kalp vardır ve bu bizim çok büyük bir özelliğimizdir.
90’lı yılların büyüsü…
Bir ülkede toplumsal, siyasal ve kültürel gelişmelerin dışavurumunu gözlemlediğimiz alanlardan biri müzikse sizce 90’lı yılların hâlâ bir büyüsü olmasının sebebi nedir?
Ülkemizde dönem dönem demokrasi kesintiye uğramış, yasaklarla büyüyen bir toplum olmuşuz, dünyayla boy ölçüşecek teknolojiye sahip değiliz. Ben İstanbul Gelişim’in stüdyosundayken bir müzik aletini Türkiye’ye getirtmenin ne kadar zor olduğunu size anlatamam. Gümrük mevzuatları bizi mahvederdi. İşin gerçeği budur. Daha sonra her türlü aletin gelmesi serbest oldu. Bu da bizim aynı seslerle, aynı tınılarla dünyayla boy ölçüşmemize olanak sağladı. Daha güzel işler yarattık.
Ayrıca o dönemde genç nüfusun çok olduğu bir ülkedir Türkiye. Gençlerin o çılgınlıkları, delilikleri, hisleri, neşeleri, üzüntüleri… Bütün bunları en doğru şekilde yakalayabildik. Çünkü duygusal bir toplumda direk olarak içinde duygu olan parçalar vardı, besteciler muhteşemdi. Tabii ki şimdi de var ama o dönemde müzik ve duygular öndeydi. Müzik biliyorsunuz, dünyadaki tek ortak dildir. Alfabeler değişir, rakamlar değişir ama “do”, “re”, “mi” değişmez. Birbirinin dilini bilmeyen insanları müzik ile kol kola dans ettirebilirsiniz, birlikte ağlayabilirler. Bu müziğin sihridir.
Dünyadaki tek ortak dil: müzik
Sık sık insanlardan şöyle şeyler duyarsınız: “Ah, bu benim gençliğimin şarkısı! Ah, bu bizim evlilik şarkımız!” Bugün bakıyorsunuz dünyanın en iyi grupları dünya turnesi yapıyorlar. 60’lı, 80’li yılların müzik grubu, hepsinin yaşı bana yakın veya benden büyük ve devamlı konser veriyorlar. Her şey canlı ve enstrümantalistler çalıyor.
Asıl soru, müzikte teknoloji araç mı amaç mı?
Araç olduğu için bu kadar başarılılar ama şimdikiler maalesef amaç olarak kullanıyor. Hâlbuki duygular önemlidir. Önce çok iyi müzik bilmeleri gerekir. Hangi konuda iş yapmak istiyorsanız o konuda çok iyi bilgi birikiminizin olması lazım. Ufak ufak farklı yerlerden topladığınız bilgilerle yaparsanız olmaz ki bizim olanaklarımız onların milyarda biri değildi ama bir gitarist kendini vererek çalardı. Bu konuda onur duyarım; en iyi örnek İstanbul Gelişim Orkestrası’dır. Kendimizi vererek çaldık. Çok iyi besteciler, çok iyi enstrümantalistler vardı.
Cumhuriyet, Köy Enstitüleri gibi kurumlarla ve Cumhuriyet baloları gibi etkinliklerle Batı müziğini halkla buluşturdu. Cumhuriyet’in ilk on yılında bizim kültürümüzle klasik müzik harmanlanırken şimdi bu daha kopuk ve klasik müzik “elit”tir algısı mevcut. Yine halkı öteleyen bir kanı da “elit” olmayan “halk” arasında popüler kültürün hâkim olduğu ve popüler kültür ürünü bir işte kalite olamayacağı yönünde. Neden sizce Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki gibi bir buluşma sağlayamıyoruz da ayırıyoruz?
Bu dünyanın Türkiye’ye bakış açısıyla da ilgili bir durum. Birçok kez söylemişimdir; dünyada İstanbul gibi şehirlerin, kendi isimleri ile anılan liseleri, kolejleri vardır. Dünyanın en güzel üç yüz küsur kilometrelik sahil şeridi olan ve uçakla üzerinden geçtiğinizde o ışıl ışıl gerdanı göreceğiniz bir şehirdir İstanbul. Yine Anadolu toprağın sesidir. Sazıyla, sözüyle, Batısıyla, Doğusuyla, Kuzeyiyle, Güneyiyle… Türkiye, müzikte de bir buluşma noktasıdır. İnanılmaz bir homojen yapı vardır. Azeri’den Bulgar ezgilerine kadar… O homojen yapıyı Batı kültürüyle de yapabilirsiniz, Doğu kültürüyle de. Batı müziğinin tek özelliği çok sesli olmasıdır. Bu tabii çok daha büyük bir orkestra demektir. Bir enstrümanda çalınması mı daha etkilidir yoksa 70-80 farklı enstrümanda çalınması mı? Ona göre muhteşem müzisyenler yetişir.
Atatürk’ün bu konuda bir anısı anlatılır; bir konsere gidiyor Atatürk. Bağlamalar dizilmiş. Bütün bağlamalar aynı şeyi çalıyor. Atatürk de diyor ki “Bunları çok sesli yapın” Bir daha ki sefere bakıyor ki bağlama sayısını artırmışlar! Buradan başlıyor. Yani bağlamada öne çıkan takdimi etrafında diğer enstrümanlarla yapamıyoruz. Etrafındakiler ister Doğu ister Batı enstrümanları olsun, fark etmez… Sonra deniyor ki Hep Batı müziği mi yapıyorsunuz? Hâlbuki bize müzik anlatılırken önce tarihi işlenirdi. Neye göre neden yazılmış, folklor tarihini bilirdik. Hangi duygularla yazıldığını bilir ondan sonra analizini yapardık. Şimdi böyle bir şey olmuyor. Batı’ya hayransınız ama müziğini öteliyorsunuz. Böyle bir şey olmaz. Ayrıca bizim dünya çapında konser salonlarını dolduran çok iyi müzisyenlerimiz var.
“Müzikte “kötü” kelimesine yer yoktur”
Batı müziği kötüdür ya da başka bir müzik için kötüdür diyemezsiniz. Ne dil, ne din, ne cinsiyet, ne ırk ayrımı yoktur. Müzik hakkında konuşurken herkes ayrım yapan dilini tutmak zorundadır. Tabii bazı müzikleri beğenirsiniz, bazılarını beğenmezsiniz o başkadır ama tabii medeni kurallar içinde konuşmayı maalesef henüz öğrenemedik. Çünkü benim dediğim doğrudur, anlayışı var. Bir yol çiziyoruz farklı olanları kabul etmiyoruz. Tanrı’nın yarattığı bir varlık olduğuna inanıyorsanız her insanın, sorgulama, fikrini söyleme, sizin söylediğinize karşı gelme hakkı vardır. Hiç kimseye zorla bir şey yaptıramazsınız.
Bunlar yeni şeyler değil, uzun yıllardır olan durumlardır. Hâlbuki insanlara neyi nasıl öğreneceğini söyleyemezsiniz. Tabii her şey önce aile eğitiminden başlar. Ben eğitimsiz kimseyi hiçbir zaman küçük görmedim. İmkânları elvermemiş olabilir ama devletin en önemli görevi tüm vatandaşlarına eğitim imkânı sunmaktır. Biz eğitim konusunda şanslıydık çünkü sorgulayabilme imkânımız vardı. Şimdi kimsenin hiçbir şey sorgulayabildiği yok. İnsan hep soru sorar, kusura bakmasın ama sorgulamıyorsa bitmiştir. Aynı zamanda yaşam boyu öğrenmeye devam etmelidir.
Peki, size bu ülkenin geleceğine dair umut veren nedir?
Umutsuzluk zaten yaşamın sonu demektir. Çok sevdiğim bir söz vardır: “Kimsenin umudunu kırma belki sahip olduğu tek şey budur.” Umudunuz yoksa yarını göremezsiniz. Hayat bir sevinç, her gün Tanrı’ya şükrederek yaşamak önemlidir. Biz böyle yetiştik. Sorgulayabilirim, herkesi eleştirebilirim ama Allah’ın yarattığı insana kötü bir şey söyleyemem. İlerisi içinse bir sanatçı olarak umudum hiç kırılmaz. Sanatçı romantiktir ve ileriye güzellikle bakar. Gençler karamsar olabilir ama onlara en önemli tavsiyem şudur; bizim buradan başka vatanımız yok. Bu topraklarda çok büyük bir aileyiz. Kim olursa olsun hangi kökenden gelirse gelsin kol kola girin.
“Bu ülkeyi çok daha ileri götürelim”
Öyle inanıyorum ki herkesin gözünün üzerinde olduğu bir ülkemiz var. Çok özür dileyerek söylüyorum ki biz ülkemizi tanımıyoruz. Bir Amerika gezisinde bize çevreyi anlatan kadın otobüsü durdurdu ve büyük bir gururla bir ağacı göstererek, “Bu 300 yıllık bir çınar” dedi. Daha sonra yanına giderek ben de dedim ki “Sana bir şey söyleyeceğim ama bana kızmayacaksın; bu ağaç çok genç, bizde 700-800 yılık ağaçlar var.” Tabii bu duruma çok bozuldu. O kadar güzel manzarası olan bir ülkede yaşıyoruz ki…
“100 sene önce çok doğru bir harman kuruldu”
Toprağa sevgi ekerseniz sevgi biçersiniz ama birbirimize tahammülümüz yok. O tahammülümüzü geri kazanalım. Ülkemizi terk etmeyelim. Bir ferde bile ihtiyacımız var. 100 sene önce çok doğru bir harman kuruldu. Bunu bozamazsınız. Benim gibi Atatürk’ü yakından tanıyan akrabaları olan insanlar vardır. Eminim ki benimle aynı düşünüyorlardır; Atatürk’ün neyi neden yaptığını, hangi amaçla, insanlara ne gibi katkılar yaptığını düşünmek, onun felsefesini anlamak önemlidir. İnsan ömrü çok kısadır, ömürler biter ama vatan ilelebet payidar kalacaktır.
Dilek Karagöz