Bir kadın çocuğunu doktora götürmüş ama çocuğun kalbi bozuk, kanser hastası, bir yandan kör bir yandan topal… Çocukta yok, yok. Kadın diyor ki doktora, “Umut var mı?” Doktor bir kadına bakıyor bir çocuğa bakıyor. Kadın yine soruyor, “Bir umut var mı?” diye… Doktor yine bir şey demiyor. Kadın sonra “Peki, çözüm ne?” diyor. Doktor diyor ki, “Hanımefendi, gidin eve yenisini yapın.”
Yazının başlığındaki “Yine de”nin kuşkusuz bir anlamı var.
Cümle, Türkiye’de “kayıt dışı ekonomi” kavramını ilk defa dillendiren ve kara paranın önlenmesine ilişkin ilk kanun tasarısını (19.11.1996 tarihli Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin) hazırlayan Ekonomist Prof. Dr. Osman Altuğ’a ait.
Altuğ diyor ki: “Türk halkının genlerinde servet üretilen bir değer değil, ganimettir. Yaşadığımız tüm dar boğazlar, üretimsizlikten kaynaklanıyor. Üretmeden tüketmekten… Sistemi yeniden kurmamız lazım, bunu da halkın istemesi lazım. Ben yine de Türk halkına güveniyorum çünkü daha önce kısmen başardı.”
Peki, sistemin yeniden kurulması ne demek?
“Cumhuriyet’i ileriye taşıyacak yeni bir yapılanma… O da ekonominin kayıt altına alınıp bütün vatandaşlar vergi mükellefi haline getirilmesidir. Devlet kimin devleti ve vergiyi kimin için topluyor? Vergiyi toplama şekli bir kere adaletsiz. Oradan başlıyor iş. Halktan çaktırmadan vergi alıyor. Bu Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri böyle… Oranlar değişti ama felsefe aynı…
Dolaylı vergiler dediğimiz çaktırmadan alınan vergilerine ben “namert vergisi” diyorum. KDV, namert vergisi mesela ya da iletişim vergileri… Dolaysız vergi ise doğrudan doğruya gelirden alınır. Direkt olarak devlete vergi veriyorsan devletten yani yönetimden hesap sorabilirsin ama halk olarak sen öyle yapmıyorsun.
Mesela beyannameli mükellef sayısı 8 milyon ama otomobil sayısı 22 milyon! O zaman vergiyi çaktırmadan nereden alıyor devlet? Benzinden… Bu sistem değişmediği sürece iktidara kim gelirse gelsin film aynıdır, sadece aktörler değişir. Bu sistemi ise sadece halk değiştirebilir.”
Cumhuriyet Söyleşileri’nin bu haftaki konuğu Prof. Dr Osman Altuğ…
Cumhuriyet’in inşa etmeye çalıştığı birey ile bu topraklarda yaşayan insanların üretim ve para ile ilişkilerinin örtüştüğü ve ayrıştığı yer neresi?
Birincisi ekonomideki en önemli soru, servet nedir? Bu soruyu sorduğunuzda, servet üretilen bir değer midir yoksa ganimet midir sorusu peşinden gelir. Osmanlı Devleti’ndeki zihniyette, servet üretilen bir değer değildir, ganimettir. Çin’den çıkmışız kendimizi Anadolu’da bulmuşuz.
Oradan da dağılmışız; Anadolu, Kafkasya, Rusya… Yayılmacı olarak gelmişiz. Anadolu’da da nüfus az olunca buraya gelip buradaki insanların malını mülkünü ganimet olarak almışız. Hiç emek vermeden, “Kılıcım keskin, ben daha güçlüyüm,” diyerek nüfusumuzun da fazlalığı ile buradaki toprakları sahiplenmişiz. Bu üretmeden servet edinme veya üretmeden kazanma ile buraya kadar gelmişiz.
Kimi zaman da İslam adına fethettiğimizi söyleyip, Viyana’ya kadar gitmişiz. Buralarda bizden önceki Anadolu sakinlerinin malına mülküne el koymuşuz. Osmanlı’nın klasik sınırlarının dışındaki ülkeleri de gidip haraca bağlamışız. “Ya verirsin ya da ölürsün” demişiz, onlar da “Tamam,” demişler. Bu “Saadet Devri”dir tabii.
“Delik demir çıktı, mertlik bozuldu”
Bunu en güzel anlatan Köroğlu’dur. “Delik demir çıktı, mertlik bozuldu,” der. Demek ki delikli demir çıkmasa mertlik devam edecekti; biz de üretmeden servet sahibi olmaya devam edecektik. Delik demir niye çıktı diye sorarsan baktılar bu nüfus hareketi ile baş edemiyorlar; onlar da teknolojiyi icat etti. Çünkü teknolojik gelişmeler ve makine gücü ister istemez kol gücünü yeniyor. Biz ise makineleşmede yokuz. 1897’de İstanbul’u aydınlatmak için onlardan jeneratör almışız.
Adamlar demiri işlemişler, makineye dönüştürmüşler, altın fiyatından daha pahalıya bize satmışlar. Onlar 1800’de elektriği bulup fiilen kullanmaya başlamışlar. Yani şehir aydınlatmasının yanı sıra üretimde, makineleşmede kullanmışlar. Biz onlardan 1897’de jeneratör alıyoruz. Biz mi ürettik o jeneratörü, hayır! Biz devamlı tüketiyoruz. Üretmeden tüketiyoruz. Aradaki açığı ise fütuhatla, fetihlerle, savaşlarla kapatıyoruz. Adına da “zafer” diyoruz.
Cumhuriyet gelince?
Cumhuriyet’in gelişi ile olay başka bir boyuta evriliyor: Servet üretilen bir değerdir! Fetih, fütuhat esasına değil, üretim esasına dayalı bir modelden bahsediyor, Cumhuriyet. Üretim esasına dayalı bir model oluşturduğunuzda ister istemez, uluslararası rekabeti gözeterek, rekabetçi bir ekonomiye geçmeniz lazım. O zaman da onlarla aynı lisanı konuşmanız gerekiyor. Medeniyet dili diye bir dil var.
“Cumhuriyet’in en önemli devrimi medeniyet diline geçmektir”
Nedir o?
Cumhuriyet’in ilk yaptığı şeylerden bir tanesi, budur. Medeniyet diline geçmektir. Uluslararası ölçü sistemine yani metre, kilogram gibi birimlere geçiyor. Ayrıca Latin alfabesine geçiyor. Diyor ki; çağdaşlaşmak için alfabemi değiştiriyorum. Bu bir devrim… Cumhuriyet’in en önemli devrimi, harf devrimidir. Yani herkesin anlattığı hikâyeler değildir. Tersine en önemli devrimdir, harf devrimi. Zaten okuma yazma oranı çok düşük, Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda okuma yazma oranı yüzde iki…
Elimizden geçmişimizi aldılar, tarihsel bağlarımızı kopardılar, diyorlar ama zaten okuma yazma bilen yok. Neyi elinden alıyorsun? Devrim budur. Uluslararası ticaret yaptığın zaman sen de karşındakine kilogram ve metre cinsinden satıyorsun. O zaman çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşmak için bizim ölçü birimlerimizin de onlara eş olması gerekiyordu. Denk değil, eş…
Cumhuriyet Devrimi’nin temeli sizce bunlar mıdır?
Tabii, Cumhuriyet Devrimi denildiğinde ilk olarak akla medeniyet dili gelmeli. Medeniyet dilinden kasıt ise alfabedir. Latin alfabesine geçmek, Türkiye’deki en önemli devrimdir. Birinci devrimdir. Yine bunun kapsamında ölçü birimlerini çağdaş dünyaya uygun hale getiriyorsun çünkü arşın ile adama kumaş satamazsın. Bunlar sabit ölçülerdir. Şaşmaz.
Harf devriminden sonra ne gelir?
Madem harf devrimi yaptın, o zaman ona uygun bir eğitim sistemi kurman lazım. O zaman işte Cumhuriyet’e özgü bir eğitim sistemi oluşturmak için Köy Enstitüleri gündeme geliyor. Köy Enstitüleri başarılı olsaydı, Türkiye’nin bugün çok başarılı olurdu ama tabii siz bir yandan Köy Enstitüleri gibi bir devrim sürecine geçiyorsunuz öbür taraftan karşıt olanlar da devam ediyor.
“Cumhuriyet’in hayali üreten bireylerdi”
Peki, Cumhuriyet’in hayalini kurduğu vatandaşlar, nasıl bireylerdi?
Adam gibi üreten ve paylaşan bireyler… Üretmeden tüketen bir toplum değil.
Ya kültür meselesi?
Kültür sonraki iş… Karnı aç adam, şair olur. Gereğini yapan biri şair olur mu? İstedim, vermediler, kaşı şöyle güzeldi, saçı böyle güzeldi, diye yazar hatta en kolay şey yazmak… Daha kolay bir şey var mı? Biz ne ile övünüyoruz? Yazarlarımızla, şairlerimizle övünüyoruz.
Hareket edip üretime geçmediğiniz sürece düşünmeniz, yazmanız bir şey ifade etmez, diyorsunuz?
Etmediği de zaten ortada… Sevgilisine ulaşan adam neden şair olsun ki? Yani bir işi yapabilen yapar, yapamayan konuşur.
Hayat harekettir?
Tabii, olay budur. Üretim şarttır.
“Eğitim üretim içindir, popülerite, saygınlık ya da diploma için eğitim olmaz”
Köy Enstitülerinin eğitim anlayışı bu durumu nasıl değiştiriyordu?
Köy Enstitülerinin özünde şu felsefe vardır; eğitim üretim içindir. Popülerite için eğitim olmaz. Saygınlık veya diploma için eğitim olmaz. Köy Enstitüleri bu amaçla oluşturulmuştur, eğitim üretim içindir. Tabii Köy Enstitüleri kurulunca o kurumları karalamak için bir sürü şey yapıldı.
Esas amaç, Köy Enstitüleri’nden mezun olan öğretmenlerin o köyün hem imamı hem terzisi, hem marangozu, hem hocası, hem ziraatçısı hem sağlık memuru (iğneci) olmak üzere doğrudan doğruya üretime yönelik insan olmaları hedefleniyor. Köy Enstitülerinin kuruluş amacı bu ama tabii imamın karşısına öğretmeni koyarsan imam rahat durmaz. Çünkü Köy Enstitüsü’nden mezun öğretmen aynı zamanda köyün imamı… Yani bir toplumsal lider…
Sizce Atatürk, insanlar arasındaki bu ego çekişmelerini aşıp da onların “bir” olmasını nasıl sağladı?
İşte orada arıza çıkıyor.
Neden?
Emir, demiri keser ya… Yani bazı şeyleri emir ile düzeltemiyorsunuz. Çünkü bir adam hem devrimci hem hümanist olamaz. Atatürk’ün devrimciliği bitip hümanist devri başlıyor, o zaman da mesele bitiyor. Devrimi gereğini yapmak demektir. Gereğini en kısa, en sağlıklı şekilde nasıl yapılacaksa yapacaksın. Ama işte bu tekkeler, zaviyeler gibi köklerini geçmişten, üretmeyen ve konuşan toplumdan alan bir anlayış var. Bunu kırması lazımdı. Bunu kırmak istediğinde tabii karşı güçleri harekete geçirmiş oluyorsun. O da sizin devrimlerinizi yıkmak için elinden gelen her şeyi yapmaya devam ediyor.
Yani ideoloijk olarak söylersek İttihatçılar ile Şeriatçıların çekişmesi?
O önemli değil ki… Hepsi aynı şeydir. İttihatçı olsa ne olur, şeriatçı olsa ne olur. Sen ne ürettin, ne icat ettin? Elektriği kim üretti? Önemli olan bu.
Bu genlerimizi hâlâ aynı şekilde mi taşıyoruz?
Tabii, hâlâ genlerimizde ganimet var.

“Ganimet kültürü bizim sermayemiz”
Peki, nasıl aşacağız bunu?
Aşamayız. Bu bizim sermayemiz. Biz bununla doyuyoruz, bununla yaşıyoruz.
Şu anda yaşadığımız ekonomik dar boğazlar, hayat pahalılıkları, itici bir güç olamaz mı?
Hepsi zaten üretimsizlikten kaynaklanıyor. Üretmeden tüketmekten…
Burada ne kadar bireyler ne kadar sistem etken?
İnsanlar toplumun içine doğar. Bireyin toplumu değiştirmesi gerekir ama o toplumdaki gerçekler kabul görmüştür. Başladığı gibi devam eder, niye değiştirsin ki? Örgütsüz toplumlarda örgütlü azınlık, örgütsüz çoğunluğu ele geçirir. Adına siyaset deniyor, demokrasi deniyor.
Demokrasi de kimin demokrasisi? Mevcut sisteme demokrasi adını kim koymuş? Türkiye öyle bir demokratik yapıya sahip ki bu demokratik yapının içinde halk yok. Demokrasinin tanımı, halkın yönetime katılmasıdır ama bizim yönetimimizde halk yok. Apartman yönetim kurulu toplantısına bile gitmeyen insanlardan söz ediyoruz. Bu durum hep böyleydi. Evine sahip çıkmayan adama, köyüne sahip çıkmasını söylüyorsun da çıkmaz. Kentine sahip çıkmaz.
Peki, o zaman boşuna mı emek verildi, veriliyor?
Bunun değişmesi ancak insanların demokratik sistem ile bir araya gelmesi ile olur. Zaten biz öyle bir duruma girmişiz ki iki tip faşizm var; biri sermaye faşizmi, bir de askeri faşizm var. Bizim gibi ülkelerin önüne iki tercih geliyor; sermaye mi yönetsin asker mi yönetsin?
Siyasetin finansmanı…
Şu anda kim yönetiyor?
Karma sistemler de var. Yani asker destekli sermaye sistemi… Öyle bir şeydir ki oturduğu apartmanın toplantısına gitmez, üyesi olduğu derneğin toplantısına gitmez. Kooperatifin toplantısına gitmez. Bunların aidatını da vermez. Sivil toplum örgütlerine, mesleki örgütlere… Mesela siyasi partilerin finansmanını kim yapması gerekir? Üyeleri…
Peki, üyeler aidat verir mi? Hayır. O zaman siyasetin finansmanını kim karşılayacak? Paranın yönünü izle, gerçeğe ulaş! Finansmanın altın kuralı budur. İnsan vücudundaki kana benzer para. Vücuttaki kanı izlediğinde, gerçeğe ulaşırsın. Türkiye’de siyasi partiler içinde en çok aidat toplayan parti, Saadet Partisi’dir. Ama oran çok ilginçtir, yüzde 3.84. Bu oranın yaklaşık yüzde 4 olduğunu kabul etsen bile yüz üyeden 4 kişi aidat veriyor, demektir. Yüzde doksan altısı ödemiyor.
Ama?
Ama bu partinin masrafları karşılanıyor. O zaman bu masrafları kim karşılıyor? Mesela şimdi seçim var. Basın iktidarın elinde olduğu için de dolayısıyla partiler arasında haksız rekabet var. Şikâyet bu ama seçmen, “Benim sakalım önemli. Ne veriyor, sen ona bak” diyor. Bu sefer verme de yarış başlıyor. EYT’den veriyor, asgari ücretten veriyor… İyi ama kimin cebinden veriyor? Millet de zaten “Bana bu paraları niye veriyor?” diye sormaz. Eskiden İstiklal Caddesi’nde biz de denedik bunu, insanların tepkisini ölçmek için bozuk paraları yere yapıştırdık. Herkes almak istedi. Hâlbuki kendi paran değil, niye alıyorsun? Anlayış bu. Cumhuriyet, halkın gereği gibi örgütlenmesini getirmekte başarılı oldu
mu?
“Cumhuriyet örgütlenmeyi getirdi ama bunu başaramadı”
Başardı mı?
Hayır. Mustafa Kemal elinden geldiğince örgütlü bir toplum yapısına ulaşmak istedi ama başaramadı. Değişen bir şey yok. Cumhuriyet’in kurulduğu gün ne isek bugün de o haldeyiz. Örgütsüz… Bu zaten sosyolojik bir vaka, gruba bağlılık dediğimiz olay… Mesela ben Yozgatlıyım desem sanki bütün Yozgat benim arkamda veya Galatasaraylıyım desem sanki bütün Galatasaray benim arkamda…
Birey olarak bir şey değilsin ama hangi sosyolojik gruba bağlıysan o kadar büyüksün. Bu bir cemaat de olabilir bir siyasi parti de… Adam gelir sana “Ben Ak Partiliyim” der, sen sanırsın ki Recep Tayyip Erdoğan bile adamın emrinde ya da “CHP’liyim” der, sanki bütün parti adamın emrindedir. Bu da kendi kendini tatmin dediğimiz bir olay ama toplumda bunun kabulü var mı, var. Particilik de Hemşericilik de, cemaatçilik de böyledir. Her ikisi de rasyonel birer davranış biçimi değildir.
Aidiyet duygusu oluşturuyor…
Evet, gruba bağlılık dediğimiz, sosyolojik bir hadise… O cemaat sana bir fayda sağlıyor ki sen cemaatçi oluyorsun veya partili oluyorsun.
Cumhuriyet’in birey hedefinden söz ediyoruz ama burada mesele bireylerle değil gruplarla, diyorsunuz?
Ama işte sen o adamı içinde bulunduğu cemaatten söküp alamıyorsun. Çünkü menfaati var. Cemaat basıyor parayı veya tam tersi bir yerde bir işi var ama cemaatten ayrılınca o iş bitiyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin geçirdiği bütün ekonomik evreleri burada konuşamayız belki ama önemli kırılma noktalarını sorabilirim. Sizce en önemli noktalar nedir?
Her şeyden önce bir işçi sınıfı yok. İşçi sınıfı niye oluşur, bir ülkede fabrikalar çoksa o fabrikalar da el emeğine dayalı bir istihdam politikası güdüyorsa o fabrikalar işçilerin bir araya geldiği yerlerdir. İşçilerin buralarda örgütlenmesi ise sendikalaşma ile olur. Cumhuriyet Döneminde de “Bunlar komünist hareketler,” diye işçiler arasında sendikal gelişme sağlanamamış.
İşçiler fabrikalarda örgütlenememiştir. Şu an itibariyle de o sıkıntıyı yaşıyoruz. Türkiye’de toplan sendikalı işçi sayısı 700 bin. Gırgıra bak, 700 bin! Yaklaşık 20 milyonu kayıtlı çalışıyor. Buna karşılık özel sektörde sendikalı çalışan sayısı 200 bin, kamuda yaklaşık 500 bin. Yani örgütlü bir toplum oluşamamış. Cumhuriyet’in başaramadığı en önemli konulardan biri bu; örgütlü toplumu oluşturamamışız.
Peki başardıkları?
Osmanlı’da olduğu gibi ikide bir ülke savaşa girmemiş. İyi, kötü İyi, kötü 100 yılı kazasız-belasız tamamlamışız. Dış savaştan mütevellit ölü sayımız olmamış (Terörden dolayı ölenler hariç). Mesela II. Dünya Savaşı’na girmemişiz.
“Bir adam hem devrimci hem hümanist olamaz”
Atatürk bir devrim yaptı ama biz onu köklendiremedik, diyorsunuz?
Atatürk, hümanist oldu. Devrimci kişilikten hümanist kişiliğe döndü. Bir adam hem devrimci hem hümanist olamaz. Bir sistem de hem devrimci hem hümanist olamaz. Devrim değiştirmek demek… Biz, değiştiremedik çünkü böyle bir isteğimiz yok. Herkes diyor ki, “Arkadaş, az olsun temiz olsun. Bana ne veriyorsun?” Ama sekiz saat yerine on altı saat çalışırsa iki katı ücret alacağını söyle, istemez. Bizde olay bu, üretmeden tüketmek…
“Devlet kimin devleti ve vergiyi kimin için topluyor?”
Ortaya attığınız “kayıt dışı ekonomi” kavramını konuşalım. Devletin asıl işi vergi toplamaktır ya…
İşte hangi devlet? Devlet kimin devleti ve vergiyi kimin için topluyor? Vergiyi toplama şekli bir kere adaletsiz. Oradan başlıyor iş. Halktan çaktırmadan vergi alıyor. Bu Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri böyle… Oranlar değişti ama felsefe aynı… Dolaylı vergiler dediğimiz çaktırmadan alınan vergiler…
Ben “namert vergisi” diyorum ona. KDV, namert vergisi mesela ya da iletişim vergileri… Yani halktan çaktırmadan alırsın. Dolaysız vergi ise doğrudan doğruya gelirden alınır. Direkt olarak devlete vergi veriyorsan devletten yani yönetimden hesap sorabilirsin ama sen öyle yapmıyorsun. Mesela beyannameli mükellef sayısı 8 milyon ama otomobil sayısı 22 milyon! O zaman vergiyi çaktırmadan nereden alıyor devlet? Benzinden… Türkiye’de en büyük vergi fabrikasıdır akaryakıt istasyonları.
Devlet alacağını alarak kendini garantiye alıyor?
Tabii… Benzinin esas fiyatı bir liraysa üzerine iki lira vergi alıyor. Üçte biri sadece mal bedeli…
Sizin yıllar önce uğraşını verdiğiniz bu vergi sisteminin değişmesi değil miydi?
Evet, hesap sorulabilir olmasıydı. Hesabın da halk tarafından sorulmasıydı. Bilgi yoksa hesap da yok. Bilgi yok dolayısıyla hesap da yok. Halkın böyle bir talebi de yok. Kimse demiyor ki beyanname verip hepimiz gelir üzerinden vergi verelim, herkesin masrafının vergi matrahından indirilmesini kabul edelim.
“Avrupa Birliği’ne giremememizin asıl nedeni…”
Halkına göre devlet diyorsunuz?
Tabii tabii… Mesela Avrupa Birliği’ne girmenin ön şartı kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almaktan geçer. Yunanistan kayıtlı ekonomiye geçti o yüzden AB’ye kabul edildi. Biz de diyoruz ki, “Müslümanız diye almıyorlar.” Yine kolay yere geldik. AB’de dolaylı vergi oranı son giren ülkeler dolayısıyla biraz bozuldu ve şu anda yüzde 35. Dolaysız vergi oranı ise yüzde 65. Bizde tersine…
Yüzde 70 dolaylı vergi, yüzde 30 doğrudan vergi. Birisine doğrudan doğruya para verirsen hesabını sorarsın. Doğrudan doğruya vermediğine göre hesap da sormuyorsun ama öbür taraftan da AB’ye imza atıyorsun. 6 Mart 1995 tarihinde Paris Sözleşmesi ile Gümrük Birliği’ne girdik. Bu sözleşmenin 47, 48 ve 49’uncu maddelerinde, iki yıl içinde kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına alacağız, diye taahhüdümüz var. AB’ye girişimizin ön şartı Türkiye’deki kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almaktır.
Bu taahhüdümüzü yerine getirmediğimiz için sözleşmeye bağlılık ilkesi gereği onlardan bir şey talep edemeyiz. Bütün o fasıllar nedeni budur. Bırakın o fasılları, fasıllar müzikte olur. Asıl neden budur.
Kayıt dışı ekonomi kavramını Türkiye’de ilk olarak dillendiren insansınız. Bu durumun değişmesi için çabalarınız da oldu. O süreç nasıl işledi? Nasıl engeller çıktı?
Kısmen bir deneme oldu. Kayıt dışı ekonominin hem teşvikçisi hem tertipçisi hem de destekçisi devlettir. Kimi kime şikâyet edeceksiniz ki… 1994 yılında kanun tasarısı hazırladım. Hükûmetten bir bakan dedi ki: “Ya Hocam, biz kayıt dışı ekonomiyi başka bir şey zannediyorduk. Sen bizden istiyor muşsun.” Ben de dedim ki, sizden istiyorum ama onlar da “Biz de vermeyeceğiz” dediler.
“Bugünkü ekonomik sıkıntıların nedeni kayıt dışı ekonomi”
Ve her geçen gün kayıt dışı ekonominin oranı yükseldiği için biz şimdi bu ekonomik sıkıntıları çekiyoruz?
Evet, aynen öyle… Tabii bu oranların yükselmesi gelir dağılımındaki adaletsizliği daha da kötü hale getirdi. Ekonomideki beklenen gelişmelere de engel oldu. Kanunlara uyduğumda devlet kazancının yarısı benim, diyor ve ben bunu ödüyorum ama diğer adam ödemem, diyor. Biri kanuna uyup diğeri uymadığında olmuyor çünkü aramızda rekabet var.
Böylece dikiş tutmuyor?
Tabii…
“Sistem adaleti savunmalı ve her vatandaş gelir vergisi mükellefi olmalı”
Peki, kayıtlı ekonomiyi sağlıklı işleten toplumlar ve devletler bunu nasıl başarıyor?
Sistem. Bir kere zihniyet olarak her konuda adaleti savunmak gerekiyor. Gelişmiş ülkelerde adalet esastır. Amerikalı veya Alman, beşikten mezara kadar herkes gelir vergisi mükellefidir. Tabii her toplumu kendi şartları içinde değerlendirirsin ve mukayeseler benzerler arasında olur ama sistem olarak baktığımızda Amerika herkesi beşikten mezara kadar vergi mükellefi haline getirmiş.
Ondan sonra herkesin her çeşit masrafına vergi matrahından indirim hakkı vermiş. Türkiye’de işveren yemez, içmez veya işçinin çoluğuna çocuğuna bakmaz, hayır hasenatta bulunmaz çünkü masrafını kabul etmiyor sistem. Onlar kabul ediyor. Demek ki önce herkesi gelir vergisi mükellefi yapmak lazım ve herkesin her masrafını vergi matrahından düşürmek lazım…
Üçüncüsü de ekonomiyi hamiline yazılı halden nama yazılı hale getir. Cebinizdeki para hamiline yazılıdır. Kimin eli kimin cebinde belli değil deriz ya… Bunun için en büyük kupürlü paramız 1 TL olacak ve madeni olacak. Dolayısıyla adam 100 TL’yi madeni olarak ödeyemeyeceği için elini cebine atıp kart ile ödeyecek.
Karta geçtiğin anda kayda geçmiş olursun…
Tabii, Amerika’da tuvalete gittiğinde bile kartla ödeme yaparsın. Normal bir Amerikan vatandaşının cebinde nakit para bulunmaz. Mağaza veya süper markete gittiğinde 100 dolar nakit ile 20 dolar ödeme yapsan para üstü verecek para yoktur adamda. Böylece kayda geçiyor ve kayda geçince masraf yazıyorsun. Benim için masraf olan tuvaletçi için gelir oluyor.
Ben masraf yazıyorum gelirimden düşüyorum, tuvaletçi de gelirine ilave ediyor ve böylece otomatik bir denetim var. Bu ekonomik denetim sistemidir aslında ve biz bunu yapmadık. Yapmıyoruz da yapmayacağız da… Biz büyük küpürlü para basıyoruz. Nakit ile ödemeyi kolaylaştırıyoruz. Şimdi beş tane 200 lira ile bin lira ödeyebiliyorsun. Eski parayla bir milyon lira…
Ve o paranın bir karşılığı yok?
Tabii. Her geçen gün emisyonu artıyor. Cebinizdeki para Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın size olan borcudur. Hazine’nin borcudur. Para bollaşıyor ama üretim artmıyor. Paranın artış oranı üzerinde üretim artmıyor tersine bir tetikleme oluyor. Faizin inmesinin sebebi de Merkez Bankası’nın bastığı para… Korkunç bir şey!
Güncel olarak ekonomide olumsuz bir tablo var…
Kimlerine göre…
Olumlu tarafı nedir?
Götürebilene maşallah, götüremeyene inşallah… Götürebiliyorsanız iyisiniz, götüremiyorsanız kötü durumdasınız. Siz götürdünüz de biz sesimizi mi çıkardık demek ki beceremiyorsunuz ama çoluğunuzun çocuğunuzun götürme hakkını teminat altına almak istiyorsanız oyunuzu bize verin, diyor sistem. Adil bir sistem…
Nasıl?
Gücü gücüne yetene… Gücü nereden aldığınız önemli değil. Gücü kayıt dışı ekonomiden alabilirsiniz.
Kaynağını sorgulamayınca gerisi adil, diyorsunuz?
Tabii… Niye sorguluyorsun ki zaten. Haddine mi senin, sen kimsin? Dükkân benim dükkânım. Siyasi partiler, finansmanı kim yapıyorsa onların dükkânıdır.
“Çözüm halkın talep etmesiyle mümkün”
Peki, buradan çıkışımız nasıl olacak?
Halkın böyle bir talebi olacak. Halkın da böyle bir talebi yok. Halk, hepimizi gelir vergisi mükellefi yapın, diye bir istekte bulunmadan olmaz.
Yoksa karar vericiler kim olursa olsun tablo değişmez?
Şu an itibariyle öyle… AB Müktesebatına uygun düzenlemeler yapacağını söylüyor Millet İttifakı. Esas bu durumu düzeltmeden ne yapacaksın? Önce kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına alacaksın, başka yolu yok. Halkın böyle bir talebi var mı, yok. Halkın demokraside yeri var mı, yok. Paran kadar Müslümansın, paran kadar kapitalistsin. Yeşile sahip çıkacaksın. Doların yeşili, cennetin yeşili ve tabiatın yeşili… Önce tabiatı kirletiyorsun sonra çevreci oluyorsun. Kalelerin kapıları büyüktür ama anahtarları küçücüktür. O küçük anahtar da dolar…
Cenneti de dolarla alıyorsun. Dolayısıyla iktidar kim olursa olsun sadece sahnedeki artistler değişir. Film aynı film, senaryo aynı senaryo, rejisör aynı rejisör… Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz diye bir dizi var ya… Bakıyorsun oluyor. Bittiği halde o diziyi tekrar tekrar gösteriyorlar şimdi. Sonuçta aynı dizi film devam ediyor ve halkın böyle bir değişim talebi yok.
Birisi eski müteahhitlerin partisi birisi yeni müteahhitlerin… Eski müteahhitler alacaklarını alıp köşelerine çekilmişler, fazlasını istemiyorlar. Dolayısıyla partilere destek vermiyorlar. Yeni müteahhitlerin partisi ise canlı… Biri veriyor birisi vaat ediyor. Cepteki 100 lira mı iyidir, gelecekteki 100 bin lira mı iyidir? Cepteki iyidir.
Umut, bütün bu anlattıklarınızın neresinde?
Her şeye rağmen bizi birbirimize bağlayan olaylar var. Her şeye rağmen Türkiye veya Türk halkı kızsa da disiplini sever. Disiplin deyince aklına her türlü disiplin gelir. Buna itiraz edenler de olabilir ama gerçek bu. Demokratım demekle demokrat olunmaz. Tıpkı Müslümanım demekle Müslüman olunmayacağı gibi. Keşke söylemeyle olsaydı bizim de işimize gelirdi.
Çalışmadan ganimetle gelmiş olurdu ancak ben Türkiye’nin çözülmeyecek bir sorunu yoktur diye düşünüyorum. Çözeriz. Geçmişte de ben şahsen çok çaba gösterdim. Yeniden yapılanma ve halkın isteğiyle çözebiliriz. Yeniden yapılanmayla mümkün çünkü her tarafımız dökülüyor. Sistemi yeniden kurmamız lazım bunu da halkın istemesi lazım.
Bir kadın çocuğunu doktora götürmüş ama çocuğun kalbi bozuk, kanser hastası, bir yandan kör bir yandan topal… Çocukta yok, yok. Kadın diyor ki doktora, “Umut var mı?” Doktor bir kadına bakıyor bir çocuğa bakıyor. Kadın yine soruyor, “Bir umut var mı?” diye… Doktor yine bir şey demiyor. Kadın sonra “Peki, çözüm ne?” diyor. Doktor diyor ki, “Hanımefendi, gidin eve yenisini yapın.” Sistemi yeniden kurmamız lazım bunu da halkın istemesi lazım. Çare halka güvenmektir. Ben halka güveniyorum. Bundan başka çare yok. Geçmişte kısmen başarılmış.
Kısmen dediğiniz Atatürk Dönemi mi?
Evet. 54’üncü Hükumet Döneminde Erbakan da bunu denedi. Havuz sitemini kurduk. Baya çaba gösterdik ama ayaklarına bastık tabii… Sermayenin ayağına basmayacaksın. Bastığın zaman nasır hoplatır. Onlar da gereğini yapar. Havuz sistemini kurduk, askeri ihalelerde yapılan yolsuzlukları gözlemledik. İhaleleri iptal ettik. O dönem çok öneli bir dönemdi. Çok kısa sürede Erbakan sayesinde hepsi ortaya çıktı. ,Oradan elde ettiğimiz faydayı işçiye, memura zam olarak dağıttık, para basmadan. Aldığımız vergileri yerinde kullandık. Bugün bir emeklilik sisteminden bahsedebiliyorsak o devirde yapılanlar sayesinde. 1996-1997 Dönemi… Düzene karşı geldiğimiz için çok rahatsız ediciydi. Halihazırda ister iktidar ol ister muhalefet, bozuk düzene karşı çıkmayacaksın, bozuk düzeni yönetmeye talip olacaksın. Üretimi artırabilmek gelir dağılımında adaleti sağlayabilmek Avrupa Birliğine girebilmek için bozuk düzeni değiştirmen gerekir ama halkın da öyle bir talebi yok.
“Halka güveniyorum çünkü her şey ihtiyaçtan kaynaklanır”
Yine de güveniyorum, diyorsunuz?
Evet, çünkü her şey ihtiyaçtan kaynaklanır. Halk bakacak; ihtiyacımı görüyor mu, görmüyor. Gelir dağılımında adalet sağlanıyor mu, sağlanmıyor. Devletin iki yakası bir araya geldi mi, yok. Ekonominin iki yakası veya dört yakası bir araya geldi mi, o da yok. Bu sistemin bana ne faydası var, devamlı zarar veriyor, zengini daha zengin yoksulu daha yoksul yaptı, diyecek.
Sistemin yeni baştan kurulması ne demek?
Cumhuriyet’i ileriye taşıyacak yeni bir yapılanma… Amerika’nın yaptığını yapacaksın. 313 milyon Amerikalının 313 milyonu da gelir vergisi mükellefi… Sen de 8 milyon… O da zorla. 85 milyonda 8 milyon ama Amerika’da halk isyan etmiş, hepimizi vergi mükellefi yapın, diye… Vergi isyanı diye bir şey var tarihlerinde. Sistem baştan düzgün kurulmuş. Mesela Amerika’nın en önemli gangsterlerinden Al Capone’u yakalayan IRS sistemi… Adamı cinayet gibi suçlardan alamadılar ama IRS ile aldılar.
MASAK’ın görevi…
Bizde MASAK aynı işlevi göremiyor mu?
MASAK’ı kuranlardan biri benim. Amaç oydu. MASAK’ın kurulma tarihi ilginçtir, 19 Kasım 1996. Kayıt dışı ekonominin kayıt altına alınması ve kara paranın önlenmesi hakkındaki Türkiye’deki ilk kanun tasarısını o zaman ben hazırladım. Erbakan Döneminde Meclis’ten geçti ama kanun tasarısını Meclis’e verdiğimizde Bütçe Plan Komisyonunda değişikliğe uğradı. Kanunların suç saydığı fiillerden elde edilen her türlü ekonomik menfaat ve değer, kara paradır ama o Komisyonda ne yaptılar biliyor musun?
“…kanunlara muhalefetten elde edilen para, kara paradır” dediler. Kanun öldü! Mesela MASAK bütün güvenlik güçlerinin birlikte hareket etmesini gerektiren bir sistemdir. Uyuşturucu kaçakçılığı ile mücadele ediyorsan bunun MİT ile de ilgisi vardır, Jandarma ile de… Dolayısıyla bu kurumun Başbakanlık’ta toplanması lazım ama MASAK’ı Maliye Bakanlığına bağladılar.
Türkiye’de kara para sadece naylon faturaymış gibi! Hâlbuki uyuşturucu kaçakçılığı ile ilgili bizim dâhil olduğumuz bir yığın uluslararası sözleşme var. Kontrollü teslimat diye bir müessesidir. Biz, MİT ile Jandarma ile bütün güvenlik güçlerimiz ile bunu izlemek, takip etmek zorundayız. Türkiye’ye nereden geliyor nereden çıkıyor, bilmek zorundayız. Sadece Türkiye’de uyuşturucu yakalamak ile olmuyor. Nereden gelip nereden çıktığını bilmek zorundasınız. Biz ne yaptık, uyuşturucu ve silah kaçakçılığını bırakıp naylon fatura ile uğraştık.
Neden belli bir noktaya gelince bu tür tıkanıklar oluşuyor?
Bir yerde “iyi adamlar” devreye giriyor. Türkiye’de hepsi iyi adam, biliyorsun. Milletvekillerinin neden dokunulmazlıkları var? İyi adam oldukları için… İyi adamları böyle koruyoruz. Sistem meselesi… Zaten biliyorsun; cahiller kişileri konuşur, yarı cahiller olayları konuşur, ergin insanlar işi yani modeli konuşur. Modeli konuşmak da işi bilenlerin işidir.
Makamlar yükseldikçe ehliyet ve liyakat arayışı azalır. Bilmezlerin yönettiği bir ülkede ehliyet ve liyakat
sahibi bilen insanlar dışlanır. Yönetime sokulmaz, yanlışlıkla sokulmuşlar ise kapı dışarı edilirler.
Dilek Karagöz