Evden ayrıldığım an, tatil benim için başlar. Nereye gidersem gideyim, içimdeki şalteri indirir, beni bekleyen yeni her şeye karşı kabarmış bir iştah ve heyecanla yola çıkarım. Barcelona’ya bu üçüncü gidişim. Enteresandır her biri onar yıllık aralıklarla, hayatımın birbirinden çok farklı dönemlerinde ziyaret ettim bu güzel şehri.
İnsanlar gibi şehirler de değişir
O şehir zaten değişmişken, sizin değişmiş olmanız onu her sefer başka gözlerle görmenizi ve başka türlü algılamanızı sağlar. Kült bir filmi farklı yaşlarında izleyen birinin onda bulduğu yeni anlamlar gibi ben de aynı şehirde yepyeni detaylara dikkat ediyorum.
Barcelona çok küçük bir şehir değil, merkeze yakın olmak, her yere yürüyerek gidebilmek için denize yakın bir otele yerleştik. Biraz da benim her zaman denize yakın olma, kokusunu duyma isteğim tabi. İlkbahar ayları, Barcelona’ya gitmek için en güzel zaman.
Doğa çoktan uyanmış, her caddesi, küçücük sokağı bile ağaçlarla gölgelenmiş olur. Her daim denizden burnunuza iyot kokusu getiren tertemiz bir esintisi vardır.
Deniz gören bir şehirde doğup büyüdüyseniz benim gibi, bilirsiniz her yolun sonunda gözleriniz bir deniz arar, martı sesi duymak istersiniz. O güzel esintiyi yüzünüzde hissetmek istersiniz. Barcelona size tüm bu saydıklarımı bonkörce yaşatan güzeller güzeli bir Akdeniz şehri.
Sırtınızı Kristof Kolomb heykeline dönün, deniz kenarında WaterFront’da bir yürüyüşe çıkın, Avrupa’nın en büyük akvaryumlarından L’Aquarium’u ziyaret edebilirsiniz. Maremagnum, dışarısında çok fazla cafe, pub, restaurant seçeneği sunan, içinde hiç de fena olmayan, Türkiye’de de var zaten demeyeceğiniz dükkânları ile sevimli bir alışveriş merkezi, bakılabilir.
“Golondrinas” dedikleri özel feribotlar ile yeterince yürüdüğünüz ise bir akşam üstü denizden, farklı bir perspektiften keyifli bir gezinti, rahatlamak için çok keyifli bir alternatif olacaktır. Ya da sahil kenarında biraz daha ilerleyin, sıra sıra birkaç tane plaj vardır.
İşte meşhur, Barceloneta’ya ulaştınız. Barceloneta diyince aklıma yirmi üç yıl evvelin bir anısı geldi. Tam da burada anlatmazsam olmaz. Çünkü bu şahitliğini yaptığım tatlı an, Barcelona’daki yaşayış ve genel atmosfer ile ilgili şahane bir özet verir nitelikte.
Unutmadığım bir anı
Bizdeki gibi öyle plaj girişi, havalı şezlonglar, sandalyeler beklemeyin yalnız, hayal kırıklığına uğrarsınız. Üç beş kişinin üzerinde yatabileceği büyüklükteki dev havlularını kumun üzerine atarlar, kenarına rüzgardan uçmasın diye de bir teyp yerleştirirler (hatırlatma : sene 2000’lerin başı ) tüm gün orada lak lak yaparlar, kocaman kahkahalar atarlar, denize girerler, seyyah satılan Pina Colada, Sangria’la içilir, doyasıya eğlenirler.
Kumsala minik şezlong koltuklar atmış bir barda oturmuş, etrafımdaki yerel insanların yaşayışlarını seyrederken, otuzlu yaşlarında, genç bir kadın geldi. Üzerindeki kıyafetten işten çıkıp geldiğini anladım. Hemen benimkisi gibi bacakları kuma saplanan bir şezlong sandalye söyledi. Üzerindeki etek ve gömleği, şezlongun arkasına astı, bikinisi içinde hazır, önce bir güzel kendini denize bıraktı, yüzdü, serinledi.
Sonra garsondan bir bira istedi. Cipsi, yeşil zeytin ve birası geldiğinde, bir keyif sigarası yaktı. Kendine tanıdığı bir saatlik serinleme ve günün yorgunluğunu atma seansından sonra saçları ve üstü kurudu, üstünü giyindi, ayağına çantasından çıkardığı yedek espadrillerini giydi, çantasını omuzuna attı ve evinin yolunu tuttu.
Arkasından baya bir süre bakakaldım. Bu çalışan kadın, kendine iş çıkışı bu tatlı molayı her gün veriyor muydu? Bu nasıl şanslı bir hayattı. Benim şehrimde de deniz vardı, ama mikrop kapmadan yüzmeyi bırakın, artık içinden çıkan balıkları bile kuşkuyla yiyorduk. Yerel insanların yaşayışlarını izlemeyi seviyorum çünkü bana o şehir ile ilgili çok şey anlatıyor.
İspanyollar pek ikinci bir dil öğrenmenin gayretine girmeseler de her zaman size güler yüzlü, yardımsever ve sempatik yaklaşıyorlar. Merhabaları, hep gülümsemeleri, bazen kocaman kahkahalar atmaları bu şehrin insanının, rahat ve mutlu olduğunu gösteriyor.
Zaten nasıl mutlu olmasınlar, her gün 14.00’den 17:00’e kadar siesta yapıyorlar. Büyük bir mutlu olma sebebi değil de nedir bu ? Artık uyu, yürü, uzan kitap oku, küveti doldur sen ne yapmak istiyorsan kendi siestanda. Sana ait bir zaman.
Bu son gidişim, en uzun kalış sürem oldu Barcelona’da. O yüzden geçen ziyaretlerimde görmediklerimden başlayarak, gördüklerimi telaşsızca, uzun zaman dilimlerine yayarak görmek için bir plan yaptım. Bu güzel bahar havasında, denizden püfür püfür rüzgâr eserken, şehri adım adım keşfederek, günde yirmi iki bin, yirmi üç bin adım atarak baştan sona gezdim Barcelona’yı.
Çünkü sizde eminim benim gibi düşünüyorsunuzdur, bir şehir en güzel yürünerek keşfediliyor. Yürü, yorulduğunda her yerde bir tapas bar var. Birkaç çeşit tapasını, katalan köpüklü şarabı cavanı al, biraz soluklan, keyif yap, gelen geçeni seyret ve sonra keşfetmeye devam et.
Gaudi’nin Barcelona’ya armağanları
Barcelona deyince, pek tabi içinde Gaudi olmayan bir cümle kurmak zor. Dönemin varlıklı ailelerinden Guell ailesinin de finansman desteği ile Gaudi gerçekten bu şehirde harikalar yaratmış. La Sagrada Familia’yı görüp, nefesi kesilmeyen var mı ?
Barcelona’nın, cafeler, restaurantlar, gösterişli binalar, çekici sokakları ile son dönemde daha da popülerleşmiş semti Eixample’da Passeig de Gracia caddesi üzerinde Gaudi şaheserlerinden Casa Batlio ve Casa Mila ( La Pedrera) yı görebilirsiniz.
Ve yine buradan bir kilometrelik yürüme mesafesinde Barcelona’nun sembolü haline gelmiş Katalan Modernizmi, Art Nouveau mimarisi ve Neogotik mimarinin dünya üzerindeki eşsiz temsili La Sagrada Familia’yı görmelisiniz.
Halk arasında bitmeyen kilise olarak da biliniyor. Yapımı hala sürüyor, 2026-2028 yıllarında biteceği tahmin ediliyor. Sagrada Familia’ya gidecekseniz, tavsiyem akşam üstü gün batımı saatlerinde gidin. Dallanıp budaklanan ağaçlar gibi yapılan sütunlar, sarı turuncu vitrayların içeride yarattığı renk patlamaları gerçek üstü bir yere geldiğiniz izlenimi yaratıp, sizi büyüleyecek.
Tam burada bir uyarı yapmam gerekiyor. Dört yıldan beri Park Guell, La Sagrada Familia gibi yerlere önceden online bilet almazsanız, kapıda bilet alma seçeneğiniz yok. Biletinizi mutlaka Barcelona ziyaretinizden önce alın.
Barcelona küçük bir şehir değil, görecek çok şey var. Sindire sindire yaşamak isteyenlerdenseniz benim gibi en az beş gün ayırın. Teleferikle ya da hop on hop off bus ile gidebileceğiniz 1641 senesinde Napolyon’un kurşun atmadan ele geçirdiği kale olarak bilinen Monjjuic kalesi, panoramik şehir ve liman fotoğrafları çekebileceğiniz çok güzel bir nokta.
Kaleyi ziyaret ettikten sonra yürüyerek Joan Miro müzesine ve açık hava müzesi Poble Espanyol’e uzanın. Farklı tipte İspanyol evlerini görebileceğiniz bu İspanyol köyü, İspanyanın en özel 117 binasının birebir replikasyonundan oluşuyor.
Plaza Catalunya şehrin kalbi, güvercinlerin ve insanların buluşma noktası, günün her saati kıpır kıpır. Plaza del Sol, Plaza Reial hepsi farklı karakterlerde meydanlar. Gece insanlarla, sokak çalgıcıları ve aydınlatmaları ile yaşam dolu, capcanlı.
Gündüz Barceloneta’nın neşeli plajlarında denize girip, öğlen Barri Gatic, El Born’un özgün butiklerinden alışveriş yapıp, günü muhteşem bir Flamenko gösterisi izleyerek sonlandırabilirsiniz. 1997 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine giren Katalan Müzik Sarayı müze olarak da gezilebiliyor.
Biz müze olarak gezmek yerine bir akşam Çaykovski konserine bilet almaya karar verdik. İyi ki de öyle yapmışız. Gerçek anlamda görsel ve işitsek bir şölen yaşadık.
Binaya dışarıdan baktığınızda Gotik ve Art Nouveau elementlerden gözünüzü alamıyorsunuz ama içeride konser salonu güneş ışıkları rengarenk salona süzen vitraylar, mozaik, çiçek süslemeli kolonlar, yine seramik süslemeli tavanlar ve heykeller ile muazzamdı. Kelimenin tam anlamıyla büyülendik.
Barcelona’da geçireceğiniz zaman süresince programında neler olduğuna internet sitelerinden bakıp, bilet alabilirsiniz.
Sukulentlerden gözlerimi alamadım
Minik bir gün ortası pikniği ya da siestası planlıyorsanız, hayran olduğum Parc de la Ciutadella parkı biçilmiş kaftan. Benim şansıma sera bölümünde dönemsel sukulent fuarı vardı. Her biri sanat eseriydi. Gözlerimi alamadım.
Keşke alıp birkaç tanesine balkonumdaki arkadaşlarının yanına ekleyebilseydim. Parkın bir bölümünde Flamenko yapan çiftler vardı, hayranlıkla izledik. Ne kadar yaşam dolular, dansı, müziği ne kadar çok seviyorlar.
Yanınızda bir büyük örtü götürün, minik bir market alışverişi, çimlerde uzanın, sevdiğiniz lezzetler ve kitabınız ile bu parkın tadını çıkartın. Bunu bir vakit kaybı olarak da görmeyin. Parklar bir şehrin akciğerleridir. Kendinize bu güzel nefesi armağan edin.
Sitges. Es geçilmemesi gereken şipşirin bir sahil kasabası
On yıl evvelki gelişimde tanıştığım Sitges’i tabi ki es geçmedim. Geçen geldiğimde bende o kadar güzel izlenimler bıraktı ki, tekrar görmek istedim. Biraz da meraktan, acaba değişmiş mi diye. Barcelona Sants tren istasyonundan bineceğiniz tren ile tıngır mıngır, etrafı da görerek yarım saat gibi kısa bir süre sonra Sitges’desiniz.
Sitges iddiasız ama sessiz lüks gibi insanı görür görmez kendine hayran bırakan bir sevimliliğe ve albeniye sahip. Tren istasyonundan dışarı çıktığınızda karşınızdaki daracık sokaklardan herhangi bir tanesine girin, çünkü hepsi sizi denize kavuşturacak. Kafeleri, barları, deniz kenarındaki küçük küçük restaurantları, özgün butiklerini seveceksiniz.
İspanya’ya geldim, espadril almadan döner miyim hiç diyorsanız, en güzelleri burada. Barcelona’nın hali vakti yerinde insanlarının birbirinden güzel yazlık evleri sahil yolu boyunca gözlerinizi okşayacak. Deniz bizi kendine çekmedi, çok rüzgârlı bir gündü, geçen geldiğimde tüm günümü denizde geçirmiş son tren ile Barcelona’ya dönebilmiştim.
Bu defa zamanımı görmediğim yerlere ayırdım. Santiago Rusinol Kütüphanesine hayran kaldım. Beyaz badanalı, kapı ve pencereleri çivit mavisi evler tam Akdeniz ruhuna uygun. Ferforjelerinde, balkonlarında sardunyaları uykuya yatmış, rengârenk. Tam dalgaların önünde tüm görkemi ile yer alan Sant Bartomeu kilisesinin merdivenlerinden çıkın bu şipşirin Akdeniz sahil kasabasına bir de tepeden bakın.
Sitges’in simgesi haline gelmiş dalgakıranın üzerinde Sitges’li bir heykeltraş Pere Jou’nun deniz kızı heykeli Sirena ile bir fotoğraf çektirmek tüm turistlerin sevdiği bir şey. Ben de yapmadan duramadım. Son olarak ayrılmadan dalgalar köpük köpük sahile kapanırken, bir restaurantta hayatımda belki de yediğim en lezzetli Jumbo karidesleri yedim, sangriamı yudumladım. On yıl gibi uzun bir sürede bu tatlı kasabada hiçbir şeyin değişmediğini düşündüm.
Ne yapılaşma artmış, sokaklar yine tertemiz, ne bir izmarit ne de atılmış tek bir çöp. Plajlar da mis gibi. Tek bir pet şişe, naylon poşet göremezsiniz kumsalda. Al şezlongunu, şemsiyeni gel, tüm plajlar ücretsiz. Üzülmeden ve düşünmeden edemiyorum, neden bizde durum böyle değil diye.
Barcelona ile ilgili yazmaya devam edersem bir bu kadar daha yazabilirim. Ancak her güzelin kusuru olduğu gibi onun da kusurları var. Gün geçtikçe daha fazla turistin akınına uğraması, müzelerin, parkların, adı bilinen cafelerin, restaurantların bile önünde uzun kuyruklar olması biraz can sıkıyor. Gitmeden uyarmışlardı, aman çantana dikkat et diye, çantamız sürekli kucağımızda yemek yedik. Bu da insanda sürekli bir huzursuzluk hissi yaratıyor.
Bunların dışında o kadar kendine hayran bırakıyor ki bu güzel Akdeniz şehri, bir daha bir daha hatta bir daha gelmek istiyorsunuz.
Birtakım yeme içme tavsiyeleri
Son olarak, onca güzel tapas bar ve restaurant arasında ayrı bir yere koyduğum iki yerden bahsedeceğim. Bu iki restaurantı deneyimlememek kayıp olurdu.
Seven Portes, 187 yıllık geçmişe sahip, geleneksel Katalonya restaurantı olarak Barcelona’da gerçek bir sembol. Paella yemeden dönmeyeceğinizi düşünürsek, bunu mutlaka Seven Portes’e saklayın derim. Porsiyonlar çok büyük ve kesinlikle tadı damağınızda kalacak.
Els 4Gats, 19. yüzyılda Picasso, Gaudi gibi modernist sanatçıların ve bohem entelektüellerin buluşma noktası ikonik bir restaurant. Hala Picasso’nun Els quatre Gats için çizdiği resimleri menü kapaklarında kullanıyorlar. ( Bir replikasını Picasso museum dan alıp evimin duvarına asabildiğim için çok mutluyum. ) Elbette kullanacaklar, aksi düşünülemez.
On sekiz yaşındaki genç Picasso ilk kişisel sergisini 1900’de burada yapmış. Atmosferi bambaşka, yaşamanız lazım. Lezzetlerden hiç bahsetmiyorum bile, hangi birini anlatayım.
Bu tarih kokan, iz bırakacak iki resturant’a da rezervasyonsuz yer bulmanız neredeyse imkansız. Ben seyahate çıkmadan evvel yaptırmıştım. Size de yaptırmanızı öneririm.
Barcelona’dan seyahatimizin diğer bölümünü geçireceğimiz Madrid’e doğru yola çıktık. Böylece bir sonraki yazımın konusunu oluşturacak destinasyon ile ilgili de bilgi vermiş oldum.
Bakalım İspanya’nın başkenti Madrid’de bizi neler bekliyor olacak?
Aslı Erten Çokça