Barcelona’yı Mayıs ayının denizden gelen iyot kokulu esintileri arasında bırakıp, Madrid’e doğru yola çıkıyoruz. İki şehir arasındaki 505 km mesafeyi iki buçuk saat gibi bir sürede hızlı tren ile alabiliyoruz.
Trenleri çok beğendim. Koltuklar çok rahat, tertemiz, çalışabilmek için açılıp kapanabilen masaları var. Her vagonda cazip kahve kokuları ile sizi kendinize çeken, atıştırmalıklar da alabileceğiniz “snack bar” ları var.
Etrafa baka baka zaman nasıl geçti anlamadan Madrid’e varıyoruz. Barcelona’da hava alanından metro istasyonuna geçiş ve sonra dışarıya çıktığımızda bizi karşılayan tabiri caizse insan seli, burada yok. Otelimiz tam şehir merkezi diyebileceğim, Plaza Mayor’un arka caddesinde, hemen hemen her yere yürüme mesafesinde bir yerde.
Otele eşyalarımızı attıktan sonra aç karnımızı, sayısız yemek seçeneği sunan Mercado’lardan en turistik, en bilinenlerden birinde, Mercado San Miguel’de biraz ondan biraz bundan aldığımız tapaslar ile doyurduk.
İspanya’nın en iyi pazarlarından bazıları Madrid’de bulunuyor. ‘ Mercados de Abastos ‘ (tam anlamıyla ‘depo pazarları’ anlamına geliyor) olarak adlandırılan bu pazarlar genellikle tren istasyonlarının, otobüs terminallerinin veya diğer toplu taşıma merkezlerinin yakınında bulunuyor.
Pazarsız ve meydansız bir Madrid düşünülemez
Şehrin dört bir yanına dağılmış pazarlar, bazıları küçük ve ilginç, diğerleri devasa ve turistik, alışveriş deneyiminden daha fazlasını sunuyor. Bu pazarları keşfetmek, Madrileños ve İspanyol kültürüne açılan bir pencere. Taze ürünler, et, peynir, ekmek, çiçek, giyim, hediyelik eşya, ev eşyaları ve daha birçok şeyi bulabilirsiniz.
Madrid’de Barcelona gibi meydanları ile müstesna bir şehir. Her yerde karşınıza etrafını kafeler, restaurantlar, dükkanlar ile çevrilmiş, sokak müzisyenlerinin ve insan kalabalığı ile cıvıl cıvıl bir meydan karşılıyor. Evde balkon ne ise şehirde de meydan öyle bir şey bence. Şehrin akciğerleri gibi, nefes alabildiğiniz, bir kafede oturup hayatı film gibi seyredebildiğiniz yerler meydanlar.
Plaza Mayor, Madrid’in belki de en gösterişli meydanı. Madrid’e yeni gelen herkesin kendini bulduğu, en büyük, en popüler şehir meydanı. Dokuz girişi de kemerli binalarla çevrili. Etrafı kafe, restoranlar ve eski dükkanlar ile çevrili, ikonik Kral Philip III’ün at üzerindeki bronz heykeli meydanın tam ortasında tam bir buluşma noktası. Alışveriş yapmak istiyorsanız Puerto del Sol’a doğru uzanın. Şuana kadar bahsettiğim yerlerin hepsi birbirine yürüme mesafesinde.
‘Güneş Kapısı’ anlamına gelen Puerta del Sol, Madrid’in en işlek meydanlarından bir tanesi. Bu meydanın etrafında Tio Pepe ışıklı tabelası, Madrid’in sembolü haline gelmiş yemiş yiyen ayı heykeli; Madrid’in sembolü olan madrone ağacı gibi birçok ünlü cazibe merkezi bulunuyor.
13. Yüzyıldan beri Sol Meydanı’nda bulunan ayı heykeli birçok mite de konu olmuş. Bunlardan en bilineni; eğer şehri ziyarete gelen biri bu heykele dokunursa tekrardan Madrid şehrine geleceğine inanılıyor. Puerta del Sol meydanını özel kılan bir diğer ayrıntı da İspanya’nın tam merkezinde olması.
En fotojenik La Latina
Şehri arabasız, rehberlik hizmeti de alarak gezmenin en güzel yolu, hop on-hop off otobüsleri kullanmak. Mavi ve yeşil hat olarak iki hat var. Değişim noktalarında değiştirebiliyorsunuz rotaları. Defalarca inip binerek ve hat değiştirerek Madrid’i üç dört kez baştan sona gezdik diyebilirim.
Salamanca bölgesi, benzetmek gerekirse bizim Nişantaşı havalarında, lüks markaların mağazalarının olduğu, şık restaurantlar, hoş mekanlara ev sahipliği yapan, havalı bir semt. La Latina bölgesi ise, daha çok Çukurcuma, Cihangir’e benzetilebilir. Gençlerin ve turistlerden çok lokallerin olduğu, bohem bir bölge. İkinci el dükkanları, antikacı dükkanlar, eski plaklar, posterler, bir bulduğunuzu bir daha bulamayacağınız özgünlükte butikler ile La Latina bölgesini ben çok sevdim.
La Latina’nın hareketli sokaklarında ve meydanlarında bir akşam yürüyüşü yaparak iştahınızı açın, her taraftan ayrı kokular geliyor çünkü.
Şehrin en eski ve tartışmasız en fotojenik mahallesi olmasının yanı sıra, aynı zamanda şehrin en iyi tapas lokantalarını ve bira barlarını da burada bulacaksınız – yani, özünde İspanyol bir gece geçirmek için ideal-. 1725’ten beri faaliyet gösteren -dünyanın en uzun süredir açık olan restoranı- ve bir zamanlar Goya’yı garson olarak çalıştıran efsanevi Sobrino de Botín’de yemek yeme deneyimi deneyimleyin.
Mayıs ayı olmasına rağmen, Madrid’de Barcelona’da bulduğumuz deniz esintisinden yoksunuz, tipik karasal iklim etkisi ile gündüzleri oldukça sıcak, güneş batar batmaz ise oldukça soğuk oluyor.
Ara mevsimlerde Madrid’e giderken bunu aklınızda bulundurun, gündüzden geceye uzayacaksa programınız, yanınıza mutlaka bir ceket, fular alın derim. Biraz da üşüdüm diye bahane ederek butiklerden birinden hayatım boyunca bana bu tatili hatırlatacak bir fular alıyorum.
Müze ziyareti üzerine Botanik bahçesi huzuru
Madrid demek müze demek.. Madrid’e gelip görmeden dönmemeniz gereken müzelerin başında Prado Müzesi geliyor. Biz e-biletlerimizi daha evvel aldığımız için hiç kuyruk beklemeden müzeye giriş yaptık.
Yoksa müzenin etrafını dolanan uzunlukta, bezdirici bir kuyrukta tüm enerjinizi harcayabilirsiniz. Prado Müzesi’nde, – dünyanın en iyi sanat müzelerinden birinde demek yanlış olmaz – Avrupa’nın en büyük isimlerinin şaheserleriyle birlikte bol miktarda heykel ve resim bulacaksınız. Sadece birkaçını saymak gerekirse Raphael, El Greco, Goya, Titian, Rembrandt ve Bosch’tan bahsediyorum.
Bosch’un önünde bir yarım saat çakılı kaldığım akıl almaz Dünyevi Zevkler Bahçesi , Rubens’in Üç Zarafet ve Velázquez’in hayali Las Meninas’ı gibi dünyaca ünlü eserler bu müzenin çatısı altında. Aralarda dinlenme molaları vererek gezmenizi ve bu eşsiz müzeye hakkını vermek için bir gününüzü buraya ayırmanızı tavsiye ederim. Tavsiye ediyorum ama ben öyle yapmadım.
Prado’ya kadar gelmişken hemen yanı başındaki Plaza de Murillo’da Real Jardín Botánico’yu (Madrid Kraliyet Botanik Bahçesi) ziyaret etmezsem olmazdı. Sekiz hektarlık muazzam bir botanik bahçesinden bahsediyorum. Dünyanın dört bir yanından gelmiş Bonsai’lere, özel sıcaklıkta tutulan seralardaki kaktüs türlerine, hayatımda hiç görmediğim çiçek ve bitki türlerine kalbimi bıraktım.
Bahçeyi çeviren duvarı boydan boya kaplayan yaseminler bütün parkı misler gibi kokutuyordu. Ve tabi yine Asya’yı Avrupa’ya bağlayan güzel şehrim İstanbul’da neden böyle bir botanik bahçesi yok diye hayıflandım. Yeşil papağanlar, dallarından kirazları yerken, genç bir kız üzerine yaprakları devrilmiş bir ağacın gölgesinde kitap okuyordu. İç çekerek, parktan ayrıldım.
Görmek istediğim müzelerde ikinci sırada Museo Thyssen-Bornemisza vardı. Bir zamanlar aristokrat bir malikane olan müzedeki eserler, zengin bir iş insanı ve sanat meraklısı olan Baron Hans Heinrich Thyssen Bornemisza’nın özel koleksiyonundan oluşuyor.
Dalí, El Greco, Monet, Picasso ve Rembrandt, Edward Hopper, Paul Cezanne gibi isimlerin tanınmış eserleri var. Kapanmasına üç saat kala gittiğimiz halde, çok organize ve güzel tasarlanmış bir müze olduğu için ve Prado’ya göre çok daha tenha olduğu için bu süre bize ferah ferah yetti. Müzenin shopu bugüne kadar gördüğüm en zevkli, özgün parçaları barındırıyordu.
Gitmişken es geçmeyin, gerçekten çok ilham verici. Müzenin cafesinde kahve içmek yerine şahane bir cin tonik içtik, gerçekten çok başarılıydı. İspanyol’ların kocaman balon bardaklarda bol buzlu, limelı cin tonik içmeye bayıldığını söylemiş miydim ? Daha yeme içme kısmına geleceğiz. Orada anlatacağım.
Bornemisza çıkışı yakınlarında Caixa Forum görülebilir. Burası dikey bahçeleri ile sosyal medyada bolca fotoğraflanan, aslında bir popüler kültür sanat merkezi. Her katında ayrı bir sergi var, buranın da içindeki küçük dükkanı çok beğendik. Çünkü alışveriş yapmakla hiç aramız yok.
Bu kültür sanat turundan sonra, dengeyi sağlamak için biraz doğa isteyeceksiniz. Retiro Park’ın görkemli bahçeler, anıtsal heykeller ve çeşmeler, resim gibi seralar ve keşfedilecek zarif saraylarla dolu 350 dönümlük yemyeşil arazisine adım atın.
Açıkçası destansı Alfonso XII Anıtı’nın gölgesinde, bir kürekli tekneyle sakin gölün etrafında dolaşın ve Paradise Lost’tan esinlenerek Lucifer’in cennetten inişinin olağanüstü bir tasviri olan Düşmüş Melek Çeşmesi’nde bir selfie çekin.
Kitaplarımız yanımızdaydı, parkın girişinden aldığımız fındık, fıstık ve meşrubat ile bir söğüt gölgesinde kitabımızı okuduk, kuş sesleri eşliğinde mini bir piknik yaptık. Retiro Park Madrid’in benim üzerimde iz bırakan güzelliklerinden bir tanesiydi. Otele dönüş yolunda artık gölgeler uzadı, hava serinledi, meydanlar kırmızı şaraplarını tokuşturan, müzikli, kahkahalı, günün telaşını yavaşlatmak isteyen insanlarla doldu. İnsanlar gece de, gündüz de ayrı şık, kendilerine özenli, nasıl diyeyim, kendine has bir stilleri var ve çok zevkli giyiniyorlar. Bir kot bir tshirt tertemiz bir spor ayakkabı değil klasik Avrupalı gibi. Turuncu bir etek, eflatun bir bluz, iri yeşil küpeler, incecik gri bir trençkot ve tüm bunların bir arada çok ahenkli ve zevkli durmasından bahsediyorum. Giyimde gusto çok rastlanan bir şey değil, İspanyollarda bolca var. Gözlerim okşandı, oturup etrafı seyrettiğim her yerde.
Son günümüzü Madrid’in yine bohem semtlerini görmeye ayırdık. Chueca ve Malasana.
Malasana yogada bir duruş ( asana ) ismi olduğu için daha çok ilgimi çekmişti. Gerçekten burada çok fazla yoga stüdyosu var, sanat galerileri, duvarları süsleyen her biri diğerinden güzel murallar, küçük, tatlış butikler, hediyelik eşya dükkânları, ama her yerde bulabileceğiniz, alabildiğine turistik, vasat şeyler satan yerlerden bahsetmiyorum. Çalışma masama bir ikili vazo aldım, güzelliğini anlatamam. İçine fidelemek için bir dal bırakıp, saksıya ekilebilecek hale dönüştürebildiğiniz tip vazolardan bahsettiğim.
Chueca, birçok sokak kafesi ve butik dükkânlarıyla oldukça hareketli bir semti. Madrid’in eşcinsel mahallesi. Lonely Planet burayı “aşırı derecede eşcinsel, canlı genç ve cinsel yöneliminiz ne olursa olsun her zaman kapsayıcı” olarak tanımlıyor. Chueca’da daha evvel gözümüze kestirdiğimiz Mercado San Anton’da deniz mahsüllü tapas, tepeleme kızarmış kalamar, midye, patatas bravas ( en bilinen tapaslarından) ve buz gibi biralar ile mest olduk. Kolestrol seviyelerimizi normalleştirmek için tatil dönüşü düzgün beslenmeye niyet ettik.
Yeme içme önerileri
Aylar evvelinden rezervasyon yaptırdığımız Salamanca bölgesindeki Amazonico methedildiği kadar varmış. Restaurantın içerisinde dört beş farklı konsept var birini seçip rezervasyon yaptırın. Yemekten sonra, restarurantın bir kat aşağısındaki caz bara uğrayın derim. Her akşam farklı bir canlı performans var. Kokteylleri de çok başarılı. Özellikle Pornstar Martini.
Tabi ki Madrid’in olmazsa olmazı : Tatlı, hamurlu ve karşı konulamaz çikolatalı churros’ları kastediyorum . Eğer bu şekerli küçük neşe çubuklarını hiç tatmadıysanız, öncelikle hayatınız boyunca ne yaptınız? Aklınızın ve tat alma duyularınızın uçmasına hazır olun!
Bu çıtır şeker kaplı hamur çubukları, batırmak için bir küvet dolusu sızan, süper tatlı ve yapışkan bitter çikolatayla sıcak olarak servis ediliyor ve hemen hemen her Madrid kafesinde bulunabilir.
Ancak şehrin en iyi churros’ları olarak kabul edilenleri denemek istiyorsanız, eski tarz fayanslı tezgahları ve beyaz mermer masalarıyla 1894’ten beri churros con chocolate servis eden efsanevi bir mekan olan Chocolatería San Ginés’e uğrayın . Biraz kuyruk beklemeyi göze alın, çünkü inanın buna değer. Sırf bu churros için tekrar Madrid’e gelinir.
Madrid’in en ünlü yemeklerinden biri kalamar sandviç. Neden olduğunu anlamadığımız şekilde çok popüler. Kalamar sandviç yapan en ünlü yer La Campana, ancak yanında yöresinde türeyen kalamarcılar da fena değil. Bu arada unutmadan yazayım, sandviçe bizim kalamar ile yemeye alıştığımız gibi tarator sos konmuyor. Ama yine de çok lezzetli.
Mazide kalmış bir çağın geleneksel Madrid yemekleri ile tanışmak isterseniz, Malacatin’i bulun, şimdi doğru yerdesiniz. Yer bulması sıkıntılı olan bu restaurant için önceden rezervasyon yapmanızı kesinlikle tavsiye ederim. Gün içinde hafif şeyler yiyip (hatta mümkünse hiç birşey yemeden) buraya gelmenizi öneriyorum. Menüsü öylesine doyurucu ki, sabah kahvaltı alışkanlığı olmayan İspanyol’lar, sabah kahvaltısı yapmadan iyice acıkmış olarak buraya 14:00-17:00 saatleri arasında genelde öğle yemeğine geliyorlar.
İspanyol’ların geleneksel “Cocido Madrileño” dediği bu lezzet şenliği ilk olarak erişte çorbası ile başlıyor. Daha sonra haşlanmış sebze (nohut, lahana ve kerevizi) ve son olarak haşlanmış et (tavuk, sığır eti, domuz eti ve birkaç türde sosis) tabakları geliyor. Sipariş verdikten sonra üzerinize dökmemeniz için boyun önlüğü veriyorlar, istemeyi unutmayın.
Madrid’de ne içilir?
Rioja : İspanya’nın yöresel siyah üzümleri ‘tempranillo’ düşük aside oranına, orta derecede alkole sahip ve çok koyu renkli. Rengini açmak için tahta içinde yaşlandırılarak renksiz ‘garnacha tinta’ üzümü ile karıştırılıyor. Rioja meyve aromalı ve benim çok sevdiğim bir kırmızı şarap.
Cava : Şişede fermante edilen Cava özünde Fransız metodları ile üretilen bir köpüklü şarap. Fransız’ların şampanyası ile Catalan’ların köpüklü şarabı Cava arasındaki farkların kaynağı kullanılan üzüm, üzümün yetiştirildiği toprağın cinsi ve tabii iklim. Yemekten evvel, yemek esnasında içilebilir. Cava’nın şampanyadan en büyük farkı ise en kısa sürede tüketilme gereği. Şimdi aldım, iki sene sonra içeyim dememelisiniz. Zira bekletmeye gelmiyor ve bozuluyor.
Sangria : Kesinlikle denenmesi gereken, uygun fiyatlı, kolay kolay sarhoş etmeyen meyveli şarap olarak özetleyebileceğim bu içkinin içimi de çok kolay. Onun haricinde ucuz ve kaliteli İspanyol biralarını da (favorim Mahou) içmeden geri dönmemelisiniz Madrid’ten.
Ve son olarak Vermut : “Vermut saati” olarak tercüme edilen bu sevilen yemek öncesi ritüel, İspanya’nın zengin mutfak mirasının ve basit anları unutulmaz deneyimlere dönüştürme becerisinin bir kanıtı niteliğinde. İspanyollar vermutlarıyla büyük gurur duyuyorlar.
Madrid, bu geleneğin nesiller boyunca sevgiyle korunduğu ve kutlandığı bir şehir. İspanya’da vermut genellikle sağlıklı bir iştah oluşturmak için öğle yemeğinden önce veya sonra aperatif olarak barlarda ve restoranlarda servis ediliyor. Pazar günü bir masanın etrafında toplanmış, vermut yudumlayan ve büyük, geleneksel Pazar öğle yemeğine gitmeden önce taze hazırlanmış tapaslardan bir seçkiyi deneyen arkadaş sürülerini görmeniz mümkün.
Yazımın başlığına gelirsek Madrid’e neden Barcelona’nın ağırbaşlı kuzeni dedim? Madrid’de bir başkent ağırbaşlılığı var. İnsanlar Barcelona’ya göre daha az gürültülü, daha az taşkın. Barcelona kadar olmasa da burada da turist var aslında ama insanın üstüne üstüne gelen bir kalabalığı, bunaltıcılığı yok.
Giyimi, kuşamı ile, hali, tavrı ile Madrid’in farklı bir havası var. Bu ağırbaşlı, ne istediği bilen hava benim çok hoşuma gitti. On yıl evvel gördüğüm Madrid’den daha fazla keşifte bulunduğum, bu güzel şehri daha yakından tanıdığım bir gezi oldu. Madrid on yıl evveline göre her şehir gibi biraz daha kalabalıklaşmış, çok insan ağırlamaktan biraz yorulmuş ama vakur havasından, ağırbaşlı, sakin duruşundan bir şey kaybetmemişti.
Aslı Erten Çokça