Aralık ayı geldiğinde hemen yolculuk planları başlar benim için. Yoğun çalışmalı bir yaz ve sonbahar sonrası, biraz dinlenmek isterim ve sevdiğim şehirleri ziyaret etmenin tam zamanı olduğunu düşünürüm.
Aralık ayında Noel pazarları kurulmuş olur ve biliyorum ki ziyaret edeceğim şehirlerin görselliği hariç sunulan lezzetler de müthiş olur.
Ziyaret edeceğimiz şehirlerin rotasını çizdikten sonra ilk durak İstanbul havaalanından THY ile Litvanva oldu. Uçağımız Vilnius şehrinde ufacık bir havaalanına indiğinde, hava -7 derece ile bizi karşıladı. Pasaport kontrolünü beklerken havaalanının büyük bir evin salonuna benziyor olması ise bizi şaşırttı.
Yüksek tavanlardan avizeler sarkıyordu ve salonun etrafında kocaman tablolar, süslenmiş yılbaşı ağaçları, kahve kokuları etrafı sarmıştı. Vilnius bizi çok sıcak karşılamıştı. Taksiye binip otelimize giderken mesafenin 20 dakikadan fazla sürmediğini fark ettik.
Ertesi sabah sıcak tutacak elbiseler giyindikten sonra yürüyüşe çıktığımızda, her yerin birbirine yakın ve yürüyüş mesafesinde olduğunu anladık. En genç binanın yaşı 200 senelikti. 1600’lerden kalma müthiş bir binanın alt katında kahvelerimizi yudumlarken meydanın etrafındaki binaları hayranlıkla seyrediyorduk.
Pastaların lezzetine ve bisküvilerin tadına doyum olmuyordu. Yürüyüşler çok fazla olduğu için soğuktan dayanamadığımız zamanlarda hemen bir kafenin içine girip; hem ısınıp, hem tatlı lezzetler deneme fırsatımız oluyordu.
Etno Dvaras ve Sweet Root lokantaları bizleri Litvanya yerel mutfağından yemekleriyle çok mutlu ettiler. Cepelinai kıyma ve peynirle ile doldurulmuş iki çeşit patates sunumu, Saltibarsciai pancar ve kefirle yapılmış çorba ve Kibinai ufak börekçiklerle menümüzü oluşturuyorduk.
Kuzu incik (bu yemeğin orijinal adını not almayı unutmuşum) çok koyu bir demi-glace sos, püre ve haşlanmış sebzelerle servis edilirken içtiğimiz kırmızı şarapların olgun lezzeti içimizi ısıtmaya yetiyordu.
Ana caddede bulunan bir müzenin de bütün dış duvarlarının savaşlarda şehit olan insanların isimleri ile dolu olması bizi çok duygulandırmıştı.
Bu arada hakiki marka elbise ve aksesuarların dükkanlarda şok edici indirimli fiyatlarda satıldığını anlayınca bir günümüzü alışverişe ayırdık.
Litvania’nın Monmart’ı sayılan ve sanatçıların yaşadığı Uzupio, şehirden birkaç km.mesafede her tarafı sergiler, kafeler, ufak ama çok şirin lokantalarla dolu bir bölge.
Çok beğendiğim Litvanya’dan ayrılırken yolculuğumuzun bir sonraki durağının Varşova olmasının bizleri bir tarih yolculuğuna götüreceğini bildiğimizden seviniyorduk.
İkinci Dünya Savaşı’nda yok olmasına rağmen yeniden dirilen Polonya’nın başkenti bizi büyüledi. Aynı eskisi gibi inşaa edilmiş olması bizi hayret içinde bıraktı.
Sıcak çikolata ve croissant denerken not defterimizde ziyaret edeceğimiz müze ve tarihi binaların adreslerini çiziyorduk. zaten başımızı nereye döndürsek tarihi bir bina, bir müze görebiliyorduk. Çok ucuz olan Vilnius’tan sonra buralar ateş pahasıydı.
Bölgenin yöresel yemeklerini Gosciniek lokantasında denedik
Zurek w chlebie francola kıtır ekmek içinde çorba, goulash ve patates, Kopytka ziemniaczane patatesli, etli soslu ama çok lezzetli bir yemekti. Genelde yemeklerde hep patates başroldeydi. Podwale 25 yöresel bir Polonya lokantası ve gittiğimize değdi. Kocaman porsiyonlarda kuzu pirzola ve pierogi (dolgulu börekçikler)deneme fırsatımız oldu.
Yöresel kıyafetli garsonların servis ettiği U Szwejka lokantası schnitzel, şarküteri tabağı ve biralarıyla meşhur.
Çok keyif aldığımız bizim çiçek pasajı tarzı olan Food Hall Elektrownia çeşit çeşit lezzetleri ile farklı bir deneyim yaşattı.
Stare Miasto en tarihi mekan olarak gezilmesi gerekli yerlerin başında. Kraliyet kalesi, Chopin müzesi ve şehir merkezinden 10 km uzaklıkta Wilanow sarayını bence gezmeden Varşova’dan dönmemek gerekir.
Gezmek için günler tabii ki yetmez ama bizim bir sonraki durağımız uçakla Stutgart ve orada hiç durmadan havaalanı bölgesinden aldığımız otobüsle rotamız Luxemburg’tu. Gece vardığımızda bavullarımızı otelimize bıraktıktan sonra hemen soluğu muhteşem güzellikte kurulmuş Noel köyünde aldık. Rengarenk ışıklar, şarkılar, çeşit çeşit yemeklerle dolu köşkler, tarçın ve karanfil kokulu sıcak kırmızı şaraplar, Noel şarkıları.
Taksiler hariç belediyenin bütün araçlarının ücretsiz olması Avrupa’da bir ilk
Şehri dolaşırken en büyük heyecan eski şehrin üstünde kurulmuş yeni şehri seyretmek. Grund adında eski şehirde yaşayanlar sanki başka bir evrende bulunuyorlar. Lokantalar bile farklı, hayat sanki 200 sene önce durmuş gibi.Biz eski şehire havanın buz gibi olmasına rağmen asansörle inmeyip, büyük bir yokuşu yavaş yavaş yürüyerek inmeyi tercih ettik.
Arnavut taşlarıyla döşenmiş sokakları yürüyüp her köşede bulunan kafe veya bistroda duraklayıp ya bir kadeh şarap ya bir kahve içerek bütün günümüzü Grund’a geçirdik. Acıktığımızda o bölgenin en eski barında kocaman bir şöminenin önündeki masada oturup sosis patates eşliğinde biramızı yudumladık.
Ortaçağ döneminden kalma kaleleri, katedralleri, sarayları, sanat ve tarih müzeleri şehri düşmanlardan korumak için yapılan devasa kayalıklardaki tüneller (Bock Casemates )Luxemburg’u ziyaret etmek için bir neden.
Şık ve lezzetli bir yemek deneyimi için Chiggeri daha bohem bir street food tarzı için Beetlejuice Restauranları denedik ve tatilimizin devamı için bu defa tren yolunu tercih edip son durağımız olacak Strazbourg’a vardık .
Her sokağı Noel kokan yılbaşı süslerinde hiçbir cimrilik bulundurmayan Strazbourg tüm sıcaklığıyla bizleri karşıladı. Odalarımıza yerleştikten sonra hemen yollara çıktık.
La Cloche a Fromage peynir çeşitleri, fondü ve raklet için ideal ilk lezzet durağımız oldu.
Alsas yöresel mutfak için Au Pont Corbeau, La Petite France bölgesinde ise Maison des Tanneurs choucroute ve tarte flambée için ideal. Strazburg’ta ne kadar sokakları gezersen gez varacağın nokta La Petite France. Böyle ufacık bir meydan olmalarına rağmen iki yer biliyorum ki dünyanın tüm turistlerini magnet gibi çekiyor. biri La Petite France, diğeri Portofino.
Ne kadar gezersen bu muhteşem süslenmiş sokaklara doymak mümkün olmuyor. Bazı binalar var ki sanki masal diyarından çıkmış gibi gözüküyor. Pencerelerinde kocaman peluş ayıcıklar, çam ağaçları, rengarenk ışıklar. Aralarında ufak müzeler, katedraller ve yılbaşı süsleri satınalabileceğin dükkanlar. Kafeler, pastaneler ve peynirciler apayrı birer lezzet durağı. Kestanecileri de unutmamak gerekir.
Yorgun düştüğümüzde hem dinlenmek, hem ısınmak, hem atıştırmak için durağımız Boem Brasserie olmuştu . Chez Yvonne cozy atmosferi ve yöresel Alsas yemekleri ile başka bir duraktı.
Strazburg’tan trenle yakın mesafelerde bulunan masal köyler Ribeauville, Kayzersberg ve Colmar’ı ziyaret etmeden yurda dönmek olmazdı tabii.
Sabahın ilk treniyle her defasında bir köye gittik. Noel süslemeleri ve bol turistleri ile birbirinden güzel hepsi.
Colmar ziyaretimizde ana sokağı yürüdük, köprülerinde ve nerdeyse her masal evin kapısında duraklayıp fotoğraflar çektirdik. Les Bateliers’te pizzalar yedik, kitapçıları gezip yılbaşı kartları satın aldık, Aux Armes de Colmar’da kugelhopf (Paskalya çöreğine benzeyen bademli kek) ile kahvemizi yudumlarken etrafımızdaki güzelliklere bakmaktan kendimizi alamıyorduk.
Ama her zaman olduğu gibi bu güzel köyleri de terk etme vakti geliyordu. Her defasında Strazburg‘a dönüş treninde hep hüzünlenirdik.
Bu hüznü keyfe döndürmek için her yolculukta yanımıza bir şişe şampanya ve bardaklarımızı taşırdık. Böylece birer kadeh tokuşturup ertesi günün rotasını hayal ederdik.
Bir akşam dönüşümüzde Strazburg sokaklarında gezinirken Alain Batt dükkanından aldığımız çikolatalarımızla Notre Dame Katedralini’nin bulunduğu caddeye vardık. Bu muhteşem yapıt 1220 yılında inşa edilen Gotik tarzda olağanüstü büyüklükte muhteşem bir sanat harikasıydı. Fotoğraflarla yaşadığımız güzelliklerle dolu dakikaları ölümsüzleştirdikten sonra yağmaya başlayan kar altında soğuktan ve yorgunluktan titreyerek otelimize döndük .
Muhteşem iki haftalık bir Noel yolculuğumuz böyle biterken daha sonraki rotalarımızda yeniden buluşmak üzere ertesi gün yol arkadaşlarımla dönüş yoluna geçmiştik.
Maria Ekmekçioğlu