Eskiden Nişantaşı, Bebek, Bağdat Caddesi ve Etiler vardı. ‘Sosyetik semtler’ diye geçen bu semtlerin sakinlerinin büyük bir çoğunluğu imitasyondu, sonra ‘sofistike’ falan oldular. Sonradan gelen Etiler, her zaman ‘kıroyum, ama param var’ modunda gitse de, o da bu sofistike olma heyecanına kapılıverdi.
Şu beyaz yakalar, sofistike olacağız diye ne çekti be!
Parayla dejenere Bebek için sorun değildi, onlar her şeye ok’di zaten. Doğuştan imitasyon Nişantaşı için ‘burnu büyüklük” bir varoluş meselesiydi, kolay oldu. Bağdat Caddesi, Anadolu Yakası’nda olmaktan mıdır nedir, Türk filmlerindeki yabancılaşmış zengin moduyla en geriden geldi, ama geldi…
Eğlence hayatı ve giyim kuşamdaki sakilliği şimdilik başka bir yazıya bırakıp, gastronomik komediden gideceğim. ‘Kulaktan kulağa’ oyunu gibi bir ‘in’ mekanlar zevzekliğinden başlayalım. Bir grup aç ve görmemiş gazetecinin önderliğinde başlayan, ‘beleş ye ki tok kalasın, pohpohla ki gurme olasın’ ilkesiyle her gazetenin bir ‘çöplenen’i gurme kesiliverdi.
GÖRMEMİŞİN SOFİSTİKASYONU
Kültürsüzlüğün zirvesinde dolaşanların birkaç yıl içinde ‘gurme’ haline gelmesi, suyunun suyu gastronomi yazılarını ezberlemek, ‘sofistike olmak’ için kestirme yol gibiydi. Önce her yerdeki her şey ballandıra ballandıra anlatılmaya başladı. Ne de olsa, orayı köşesinde bir gurme yazar yazmış, beleş yediği eti, balığı öve öve bitirememişti. Koskoca gurme yazar yazarsa, bunu tekrarlamak da gurme olmak için yeterliydi.
Gazete yöneticilerinin, başyazarlarının, bölüm şeflerinin hepsi gurmeydi artık. Diğer büyük firmaların yöneticileri geri mi kalır, hele ki para daha ganiyse… Beklenmedik atak onlardan geldi. Bir faklılıkları olmalıydı.
DOLMA GİBİ PARMAKTA CORONA!
Bir anda puroyu keşfettiler. Öyle bir keşfettiler ki, o dolma parmaklarından corona’lar düşmez oldu! CEO böyle olur da, genel yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü, haber müdürü geri kalır mı? CEO’nun plazadaki bardaki masasına koşturup en yakınına oturmak ve bir corona yakmak kural oluverdi. Sigar, panatella falan değil, corona… Diğerlerinin boyutu daha küçük olduğundan malzemeden çalıyor sandıklarından herhalde! O barlardaki müptezelliği hiç hatırlamasak ne iyi olur… O sebeple çok uzatmayalım.
HER BİRİ BİR SOMÖLYE OLUNCA…
E puro içkisiz olmaz ki!… Şarabın derinliklerini keşfe çıkanlar, yabancı dil bilen ve FT Weekend okurları oldu önce… Hafta sonu ekleri, rehber gibiydi. Onlar da yazılardan yola çıktılar, sonra “Türkiye üzüm cenneti, şarapçılığımız zayıf’ diye üzüntülerini dile getirdiler. Trend bu ya, tam da o sıralarda şarapevleri açılmaya başladı. Ben İngiliz çilek şarabı ısmarlayıp, şarap üstüne ahkam kesen bir eşek bile gördüğümü belirteyim o şarapevlerinden birinde!
Her neyse, erkek üst düzey yönetici, otoritesinin altını çizmek için tabii ki şarabın kırmızısının sert ve bukelisini içerdi. Cabernet sauvignon! Monosepaj tabii ki de! Öküzgözü ve boğazkere için ‘yerlinin güzelliği’ modunun gelmesi birkaç yıl aldı. Tabii ki Chianti, Barola revaçtaydı. Sangiovese daha sonra duyuldu, ama o da telaffuzunun zorluğundan pek tutulmadı. Hele ki ‘sangiovese moltepulciano’ falan, artık o kadarı da olmazdı.
Petrus çok kolaydı, iki hece yahu! Pahalıydı, hem de süper havalıydı. Parası yetene… Yetmeyene de patron arada ısmarlarsa… Bir yıl anlatırlardı artık. Hangi yılın rekoltesi mi? O neydi ki öyle!
Şarap kadehleriyle ilgili ukalıklar zirveyi bu dönemde yaptı. Efendim, bukeli kırmızılar için gövdesi geniş, sapı kısa kadeh… Şarabın nefes almasını keşif kadeh uzmanlığından sonra geldi. Yine şarap-yemek eşleşmesi sohbetleri de… Böyle sofistike olunurdu, kimse görmeden öbür gün kebapçıda acılı Adana ve rakıya gidilecekti o ayrı…
MALT VİSKİ MÜPTELALIĞI
El artıran artıranaydı artık… Şaraptan herkes anlar olunca, viskiye geçildi… Niye viski? E çeşidi bol, kimsenin pek fikrinin olmadığı bir içki… Hani eskiden gurbetçilerin getirdiği galonluk dandik viskilerle, mesela o White Horse gibisiyle, bu içkiyle tanışmış bir millettik sonuçta!
Çeşidi bol, yapımları zorluydu. E pahalıydı da… Şimdi degüstatör olma zamanıydı tabii… Önce Johnny Walker Black Label, ardından Blue Label falan derken, Chivas Regal!.. Chivas Regal’in öyle ahım şahım bir şey olmadığını anladıklarında, single malt’lar… Kulaktan dolma, “Buna birkaç damla ılık su koyacaksın, asla buz olmaz. Kıroluktur” gibi ukalalıklar! Single malt dendi mi, orada bir durdular.
Çünkü bunun da çeşitleri boldu. Nedense bizimkiler highland’lerin ötesine pek geçmedi. En çok yazı higland’ler üzerine olduğundan olabilir tabii… McAllen’i çok duymuşlardı ondan olabilir tabii… Lowland’leri övmek ayrı afiliydi, ama diyecek pek bir şeyleri yoktu. Islay maltları pek zorluydu, pas geçmek en iyisiydi. Ama herkes highland’e yumulurken peki farkındalık nasıl yaratılacaktı.
En pahalısından, 12 yıllık değil de 18 yıllktan… Ve tabii diğer marka highland’ler… Bu ‘buz olmaz, iki damla su’ ezberi, bazı İskoçlar’ın işkembe dolmasıyla malt viski içtiklerini duyunca, tuz buz oldu tabii… Bu sefer de işin suyunu çıkarıp, lahmacun-malt viski kombinasyonu önerenler bile çıktı.
Nasıl da rafine, nasıl da aristokrat, nasıl da sofistike değil mi? Puro, yanında viski, çok sonra keşfedilecek malt viskinin aromasını çok daha iyi saklayan boğumlu kadehler… Tam CEO gibi, tam milyarder gibi!..
BEYAZ ŞARAPTAN KIRMIZIYA GEÇİŞ: TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ İÇİN!
Beyaz yaka üst ve üst-orta düzey yöneticilerin ve görmemişin oğlu medya mensuplarının tırtıldan kelebeğe dönüşüm serüveni olur da, hırstan gözü dönmüş ve gerçekten de tırnağıyla kazıyarak orta-üst düzey yönetici olabilmiş kadınlar geri kalır mı? Görgüsüzlükte ve imitasyonda toplumsal cinsiyet eşitliği içir bir atılım da onlardan geldi.
İçki ve purodan çok onların tercihi yemekti. A pardon!.. Şarap konusunda onlar da somölye olmaya kararlıydı, Sadece şarap ama… Uzun süre beyaz şarap üzerinden yürüdüler, sonra kırmızılar üzerine çok daha fazla ahkam kesilebileceğini fark ettikleri anda şarap mönüsü de genişledi…
Beyaz şarapta sauvignon blanc’ı övmek, riesling’e methiye düzmek güzeldi de, o gewürztraminer vardı ya, işte ona değmeden geçecektiniz, zira telaffuzunu becermeye çalışan rezil oluyordu. Hadi burada bir küçük ipucu verelim, hemen hemen şöyle telaffuz edeceksiniz, ‘gevürztramina’, öyle z’yi ‘zt’ gibi okumayın, zira sonraki ’t’ onu karşılıyor, sondaki ’er’ kısmını sadece ‘a’ olarak yuvarlayın, ‘r’ hiç yok! Kırmızı şarapta uzun süre merlot favorileriydi, baktılar ki sepaj şaraplar daha havalı, o zaman pinot gris’yi duydular bir yerlerden… Smoothy şarap havalı içkiydi.
PETRUS FANTEZİLERİ…
Ancak, kaşar erkeklerin rekabeti sertti. Hele ki yılların genel yayın yönetmeni, beleş gezi meraklısı bir tanesi vardı ki, kim biraz pahalı bir şarap ısmarlasa, deliye dönüyor, öve öve bitiremiyordu. En müptezelleri olup spor yazarı ve her bir şey üzerine ahkam kesmeye çalışanı demiyorum, şimdilerde bir kanalda medya üzerine ahkam keseni sözünü ettiğim… Böylece Petrus efsanesini de öğrenmiş olduk. Borola, Chianti falan avamdı artık!
SUŞİ BARLARIN KOMİK KELEBEKLERİ
Ama kadınlar da pes edecek değildi tabii ki… Mesela reklam müdiresi altındaki elemanları eziklemek için suşibar davetleri düzenlemeyi tercih etti. Genelde gidilen mekana para ödenmez, rica minnet yazı işlerinde birinden övgü yazısı istenir, böylece düzinelerce suşi mideye indirebilirlerdi. Uzun süre bu taktiği uyguladılar.
İnsan sonuçta bir primattır ve taklit yeteneği güçlüdür. Müdür yardımcısı müdürü, müdür yardımcısının sağ kolu da müdür yardımcısını taklit eder. Bir anda Japon oluverdiler! Bir tek kimonoları eksikti. “Şu otele gelen zenci suşi ustası harikalar yaratıyor” benzeri garip muhabbetleri bu sıralar duyar olduk.
İmitasyon modalar değişim ister… E çiğ balık nereye kadar, zaten o ‘nefis, şahane’ nidalarının arasında, çoğunun zorla yutabildikleri bir şeydi. Ayrıca, öyle ahım şahım bir suşi yapan mekan da yoktu yani… Californian roll hep bir numaraydı, zira aromatik açıdan o kadar zorlamıyordu. Yılan balığı yumurtalı suşi, pek bizim damak zevkimize göre değildi, neyse ki denizanalı suşi de Türkiye’de pek yoktu. Saşimi mi? Ona da pek yanaşmadılar.
SANKİ BİR ARA GÜNEY İTALYA’YA GELİN GİTMİŞ KASABA GÜZELİ!
Peki gelsin o zaman sıradaki… Nişastalı olsun ki, severek yenebilsin. Buyurun size pasta’lar… Bolognese değil o avam, peki o zaman mürekkep balığı mürekkebinde pişmiş al dente spagetti ya da tagliatelle… Ama bunlar da sonuçta makarnaydı işte… İtalyan mutfağı ‘in’di madem, o zaman daha değişik bir şeyler!
Mesela? Alın size risotto!.. Pirincin ‘en sofistike hali’ olduğu ilan ediliverdi. İlk kim övdü de ‘in’ oldu çözemediğim meseledir, ama bu da geyiğe açık bir yemekti. Zira nişastalı pirince ne koysan gidiyordu. Kerevizli de olur, deniz ürünlü de, hatta bunun da mürekkep balığı mürekkebinde pişirileni vardı. Hava olsun diye bunu sipariş edenlerin, dişlerini temizleyene kadar çektikleri de ayrı meseleydi ya! Olsundu…
İşte böyle bir Sicilya ve Çizme’nin Güneyi rüzgarı pek modaydı bir ara… Sonra bir ara risotto’dan sıkılanlar İspanya’nın paella’sının müdavimi oldu. Ta ki Çin mutfağı baş köşeye kurulana kadar!
ÇUBUĞU TUTTUN TUTTUN, TUTAMADIN MAYMUN OLDUN!
Çin mutfağı bir deryaydı. Bizimkiler önce kıyıdan ayaklarını sokmakla yetindi. Acılı-ekşili çorba, noodle… Hem de çok pahalı sayılmazdı. Peki ya acılı domuz eti?.. Yok o kadar da uzun boylu değildi, hem siyasi rüzgarlara da uymuyordu. Acılı dana uyardı ama… Konu Çin mutfağı olunca, mesele lezzetin ötesinde bir şeydi. Çok önemli bir sınav vardı. Çubukları kullanmak!
Eminim ki, bu çubuğu kullanmak için evde egzersiz yapanların sayısı hiç de az değildir. Çok havalıydı o çubukları hiç faulsüz kullanmak… Sanki Şangay’da doğmuş gibi müthiş cool biçimde, o pirinç eriştelerini alıp ağza götürmek. İşte size küresel sofistike bir insan! Kültürel maceraperest!..
O çubukla yemeği yerken, bir yandan da Çin mutfağı üzerine ahkam keseceksiniz. Hatta ‘karıncalı pilav’dan falan bahsedip, ‘yemem, ama bilirim’ havasıyla ezeceksiniz masadakileri… Bu masada ‘maymun beyni’ muhabbeti de açılırdı elbet, ama bir çok bilmiş onun Çin değil, Endonezya, Filipinler mönüsünden olduğunu belirtirdi. Öyle maymun gibi kalırdınız!
SOSYETE KEBAPÇISINDA, MÖNÜDEKİ KUZU MASAYA GELDİĞİNDE KOYUN OLUR
Bu kadar ızdırap çekilir mi? Hala çekiliyor, çekilecek de… Neyse ki, sosyetik kebapçı ve steak house’lar ortaya çıktı da, bu zorlama, ite kaka sofistike olma derdi biraz azaldı. Azalmasına azaldı da, bu sonradan görmelerin damak tadında pek bir gelişme olmadı. Önce bir saçma sapan ritüele değinmeden edemeyeceğim. Şu mekan patronunun masa ziyareti! Herif o parlak kumaştan (İlla ki parlak kumaş, nedense…
Jarse midir, yorgan kumaşı mıdır belli değil) takım elbisesiyle masaya gelip, elinizi sıkar, gören de sanacak ki Michelin yıldızlı executive chief. Masadakiler de sevindirik olur. Bu, gelecek adisyonda yiyeceğiniz kazık öncesinde bir ısındırma turudur. Artık itiraz falan edemezsiniz, ne de olsa herif geldi elinizi sıktı! Sonra herkesin övdüğü o acılı Adana gelir. Nesi şahanedir, eti mi? Yok değil. Farkı nedir? Yoktur ki!.. Ama fiyatı hemen ileride Pangaltı’daki ocakbaşının dört katıdır…
Fark budur! Sonra pirzola… Kuzu pirzola derler, gelen ete bakarsınız, kuzunun kafası kadar! Zaten kuzu mevsimi de değildir, bayağı dayarlar size koyunu… Kokuzundan anlamayan zaten etten anlamıyor demektir! Arada patron masaya uğrar. Sanki Habsburg Hanedanı’ndan biriymiş gibi bir rafine haller ki sormayın. Kimse de “Ulan et zaten dandik, şimdi geldin tepemize, bir de soğuyor” demez.
Ve yemek biter, tatlı ikramdır, zira gelecek hesap ağızda tat tuz bırakmayacaktır. Paşa paşa herifin saçmalamalarını dinler, hesabı ödersiniz. V ene hikmetse, öbür gün işe gidip ballandıra ballandıra. “Eti nefis, ambiyans şahane” falan diye saçmalarsınız.
KURU DİNLENDİRİLMİŞ DE NASIL İŞLENMİŞ ET O ÖYLE!
İşte bu mekanlar, bugün kasap müsveddelerinin staek house’larının yolunu açan mekanlardı. Bugün çok daha kazık fiyatlarla kuru dinlendirilmiş et getiriyorlar önünüze… Ya kuru dinlendirilmiş de, iyi işlenmemiş, Yooo… Bu daha pirzola böyle mi pişer? Yooo… E peki kardeşim, herif gelip masanızın başında saçma sapan hareketler yaparken suratına niye söylemiyorsunuz? Söylenmez. Madem ki bu işkenceye ve kazığa katlandılar, öyleyse herkes bu kazığı yemeli, onun için de bunları bol bol övmeli…
Ne kasap müsveddesine suç bulmak doğru, ne de uyduruk Çin restoranı sahibine… Aslında suçlu falan da yok, sadece görmemiş, çiğ bir üst ve orta-üst sosyal katmanlarımız var. İki arada bir derede, burjuva kültürünün gelişmediği bir ülkede, kasabalı çırpınışlarının bir sonucu bu olup bitenler… Ha tabii ki bunların trendsetter’ları gibi takılanlar, cibilliyetsiz ve haysiyetsizler o da ayrı!
Süleyman Karan