Güzeldi be. Pandemide bizimkiyle geçirdiğimiz günler. Sadece o ve ben vardık adeta. Çıkamazdı bir yere. Önünde bilgisayar evden çalışırdı. Onun hep yanımda olduğunu bilmek çok güzeldi. Ama şu son günlerde, o bahçeyi açtı. Tamam, gelen gidene bir şey demiyorum. Aralarında sevmediklerim var. İçlerinde en uzunu var bir tane, en sevmediğim. O da beni sevmiyor. “Piskopat,” diyor bana. Şimdilik aldırmıyorum.
Sokaklar kullanıma açıldı
Tamam, bahçede oturuyorlar, ama son günlerde evden çıkmaları artmaya başladı. Sokaklar açıldı. Bizimkine de bir haller oldu. İyiydik diyorum. Bak, mideme ağrılar giriyor. Tamamen sinirsel. Bahçedeki çimleri yiyorum. Anlamıyor. Bugün o kedi konusunda en cahil arkadaşı, saf saf soruyor. “a, neden çimleri yiyor?” diye. “yeşili severim,” demek geldi içimden de, sustum. Bizimki de “midesine iyi geliyor,” dedi. Dedi de, bu çocuk neye üzüldü? diye tek bir kelime çıkmadı ağzından.
Sezgin Kaymaz’ın kitabını okuyormuş…
Arkadaşının da umurunda mı. Aldırmıyor. “A, öyle mi?” diyor, kahvesinden bir yudum alıp, bir de o küçük çikolatalardan ağzına atıyor. Ama bir tanesi vardı orada sessiz sakin su gibi. Bir yazardan söz ediyor, onun kitabını okuyormuş. Sezgin Kaymaz. Bir köpeğin tuvalet için nasıl dışarı çıkamadığını ve çıkma arzusunu anlatıyormuş kitap. Hani o, hayvanlar konusunda saf olanı var ya, gözlerini açarak dinliyor. Kesin, onun da aklına, çişini tutamayıp koşa koşa evin kapısının önünde kıvrandığı günler geliyor. Yoksa ne kedi ne köpek hiç ilgisi olmaz.
Bizimki, “Eflatun’un nesi var?” diye arkadaşlarından medet umuyor. O en uzunu olanı var ya, elinde olsa koyacak beni kapının önüne. “nesi olacak, piskopatın teki,” diyor ve başlıyor ikna konuşmalarına. İçimden, “bugün yazacağım seni,” diyorum. “Ne üstüme gelin, ne de beni konuşun,” istiyorum o an. Bakın keyfinize derken, o masada her kafadan bir ses çıkıyor. Sıcaktandır diyor en bi tombik olanı, kesin ona sıcak basıyor, eh ben de fena sayılmam ama, bizim evin içi serin.
Bizimki bu sefer, sessiz kalan bir arkadaşına, “merak etmiyor musun? Gitsene yanına Eflatun’un nesi var?”
O hani su gibi sakin olan var ya, “olur,” diyor “rahat bırak,” diyor. Yok bizimki her zamanki gibi ısrarcı, hiçbir olayı çözmeden bırakmaz. Masanın temel konusu Eflatun’un nesi var?
Sonra bizimki başlıyor tatil planlarına, a bakıyorum, otel motel de aramaya başlıyor. Ya tamam, tabii ki giderdi tatile, beni bırakırdı, ama bir seneyi geçti birlikte evdeyiz. Yıllardır o işe gider, ben onu beklerdim. Ama bu pandemi tüm dengemi bozdu. Ben nasıl alışabilirim onun bir anda gitmesine. Baktım orada, otel isimleri geçiyor, üstelik “evcil hayvan kabul ediliyor mu?” diye soran yok. Ben yokum orada.
Bizimki yine mahzunlaşıyor, “Eflatun’un nesi var? Çimleri yiyor, gidip içeriye kusuyor,” diyor.
Dayanamadım, işte o otel rezervasyonu, uçak rezervasyonu derken, mutfağa attım kendimi. Saklandım, kendi derdimle baş başa kalmak için saklandım. Ama bizimki peşimden geldi, Eflatun diye kucağına aldı beni. Beni anlamasını bekledim, anlamıyorsa rahat bırakmasını bekledim. Ne oldu, nasıl oldu bilmiyorum. O ses benden nasıl çıktı onu da bilmiyorum. Hırladım. Yüzünü, boynunu tırmıkladım bu kez. Canını yaktım biliyorum, en çok da o güzel gözlerinin yanındaki tırmık izi canımı yaktı. Ya gözüne gelseydi, ne yapardım ben. Gözleri doldu, ağladı ağlayacak. Korktum ben de ona bir şey olacak diye korktum. Ama geri adım atmadım. Köşeme çekildim. Eflatun’un nesi mi var? Eflatun bir anda alışamayacak sensizliğe. Gideceksin, işe , tatile, arkadaşlarına… Zamana ihtiyacım var. Yavaş yavaş alışacağım, anlayışına ihtiyacım var. Bak, o sakin bir kız vardı salıncakta sallanan, sanki o anlar beni. Gerçekten anlar.