Fotoğraf neyi anlatır? Kimin gerçeğini anlatır?
Ve herkesin gerçeği parmak izi kadar farklı değil midir?
Bence evet…
Ve deklanşöre basıldığı andan itibaren o gerçeklik izleyene ne ifade eder? Ayrıca çekene de tabii ki…Kabul etmek gerekir ki, çok ama çok başka anlamlar ifade ettiği kesindir. Buna rağmen, fotoğrafı çeken, izleyenle kendi dilinde bir iletişim kurmak ister doğal olarak. Bu isteğin içinde kendini anlatmak, kabul görmek, onaylanma ve biraz da paylaşmak arzusu vardır. Dolayısıyla fotoğrafçı, fotoğrafını çektiği obje-kişi ya da olayla ilgili olarak, çekerken aktarmak istediklerini izleyen diğer gözlerin ve beyinlerin de aynı biçimde olmasa bile yakın şekilde algılamasını ve değerlendirmesini umar. Hayata objektifin ardından bakan gözlerin belki de en önemli yanılgısı ve dolayısıyla hayal kırıklığıdır bunun devamında yaşanan. Çünkü çok somut olay fotoğrafları(belgesel) dışında çekilen hemen tüm fotoğrafların anlamı o karenin tam ortasında, izleyenin gözüne batacak kadar net ama bir o kadar da dışında durur. Fotoğrafı çekeni, çektiği konuya yakınlaştıran, ona yönelten şey; kendi duyguları ve dolayısıyla konuyla kurduğu duygusal, kültürel ve estetik ilişkidir. Ve bunu hiçbir objektif değiştiremez… Bu durum, fotoğrafın gerçeklikle ilintisini sorgulatır bir süre sonra. Ve fotoğrafların kaderi konusu gündeme gelir çeken ve izleyen açısından.
Fotoğrafın kaderi nedir gerçekten de?
Öncesiz ve sonrasız bir eylemin, yani o anın belgesi olmak mıdır fotoğrafın kaderi? Bütün duygusal yaşantılar gibi fotoğraf da hayatın gerçeğinden kendini soyutlayamaz asla. Her ne kadar bir belge olarak, ‘an’ı yüzlerce yıl sonraya aktaracak gibi dursa da fotoğraf bile sadece çekildiği saniyelerle sınırlı olarak ve o kadar vardır. Hatta, bir bakışı yakalayan deklanşör sesi kadar uzaktır zamanın sonrasına ve öncesine…
Aslında, savaş anını görentüleyen bir belgesel fotoğrafçı da objektifinden geriye sadece o saniyeleri bırakabilir. Sonrasında veya öncesinde yüzlerce kare arka arkaya çekilse bile birinin diğeri ile kesinlikle alakası olmayacaktır gerçeği anlatmak açısından. Bu nedenledir ki, her kare sonsuza atılan biricik imzadır. Gerçeklik sadece bu biricik olma halinde mevcuttur. Tıpkı parmak izleri gibi. Yıllar sonra izleyene hissettirdikleri de bu anlamda öyledir ama bu durum yine de fotoğrafı çekeni dışarıda bırakmayı önleyemez…
Anılar ve fotoğraf
Bu açıdan bakıldığında fotoğrafın anıları sakladığına dair geliştirilmiş genel kanı da önemini yitiriyor. Eğer yaşadığımız her an, bir saniye sonra anıya dönüşüyorsa ki, bunu kabul etmek insanoğlu için çok zordur. O zaman anıların fotoğraflarını çekmek mümkün müdür? Sorusu geliyor akla. Daha doğrusu, fotoğraf anıları neye dönüştürür? Aslında o anda fotoğrafı çeken ve çekilenler ne tür duygulanım içinde olursa olsun, onları izleyenlerin kattığı anlamla sınırlanmaları durumu daha da zorlaştırıyor. Hayatın gerçeğine direnen en somut edimlerin başında gelen fotoğraf, ona çok yaklaşıldığında, tüm yakınlaşılan gerçekler gibi insanı çok farklı durumlarla yüzleştiriyor. Gerçeğin bizim ona yüklediğimiz anlamları dışında çok da istediğimiz gibi olmadığı su yüzüne çıkıyor. Yani fotoğrafın gerçeği dediğimizde ilk aklıma gelen şey; ‘Aslında o an yok artık’ tanımlaması oluyor. Dolayısıyla bir anda çekenin ona yüklediği anlam boşa gidiyor. Fotoğrafı çekenle onu izleyenin aynı duyguları paylaşması o gözle izlemesi mümkün değilse ve aslında paylaşım kapıdan sessizce çıkıp gidiyorsa, tıpkı aşk gibi aynı şeyi, aynı anda hissetmek bir mucize ise fotoğrafı mucizevi kılanın ne olduğunu düşünüyorum. Sonuçta tuhaf bir tatmin hali çıkıyor ortaya…
Çünkü bence, geçmişte kalan şeydir fotoğraf, hatta ta kendisidir…Bu anlamda zamanla cidi bir sorunu vardır. Hep geçmişte kalmaya mahkumdur ve sıkışmıştır oraya. Gelecekle ilişkisini kurmakta zorlukları da vardır. Bu durumda fotoğrafı çekenin ona tüm olarak yüklediği şey kendini anlatmak isteği mi acaba?
Belki en kısa yoldan “bu benim işte” demenin yolu mu fotoğraf çekmek ve onu, izleyene sunmak…
Füsun SAKA