Mario Levi’nin “Size Pandispanya Yaptım” kitabını okuduktan sonra, onun bu kitabı yaşatan bir İstanbul gezisine katılmıştım. Bu geziden sonra onunla o yıllarda çıkardığımız Ki Dergisi adına bir söyleşi yapmıştım. Onun İstanbul sevgisini, bu kente olan tutkusunu kendisinden dinlemek benim için unutulmaz bir andı.
Doğu Batı arasında sıkışmış bir kent İstanbul. Ve bu şehr-i İstanbul’u yıllardır kelimeleriyle anlatan, İstanbul’u yüreğinin taa derinliklerinde hisseden yazar Mario Levi. İstanbul Bir Masaldı dedi, İstanbul Fotoğrafları dedi ve bize Pandispanya bile yaptı. Kitaplarında cümleleri, gözlemleri ve duygularıyla İstanbul’u anlattı, hüznü, gidenleri, kalanları, sokakları, yemekleri, komşulukları, kadınları ve aşkıyla…
Levi’nin İstanbul’da gönül bağının olduğu semt Kadıköy Yeldeğirmeni. 20 sene bu semtte, Kehribar apartmanında oturmuş. Şimdi sadece kitaplarının olduğu o eve dair, “bir gün” diyor Levi, “sadece yazmak için döneceğim.”
MARIO LEVI’NIN İSTANBUL’U
İstanbul Bir Masaldı dediniz, bu masal nasıl başladı?
1997 yılıydı sanırım. O yıllarda hayatımda değer verdiğim bir Norveçli kadın vardı. İstanbul’a gelmişti. Biraz da turistik olması kaçınılmaz olan bir geziyle İstanbul’u gezdiriyordum. Galata Kulesi’ndeydik. Bir yaz akşamıydı ve güneş battı batacaktı. Galata Kulesi’nin terasına çıktık.
Bilenler bilir, oradan Haliç çok güzel gözükür, o gün de bir yabancı için, adeta peri masalı görünümündeydi. Gökyüzünde bir lacivert, hafif kızıllık vardı. Deniz yine bir başka renge bürünmüş, çivit mavisi gibiydi. Tarihi yalılar, şunlar bunlar derken fevkalade güzel bir İstanbul manzarası vardı. Bir ara arkadaşım, yalnız kalmak istediğini söyledi.
Ben de yalnız bıraktım onu ve terasın arka tarafına geçtim. Arka taraftaki görüntü o kadar da güzel değildi. Orada birbirinin içine girmiş bir çok ev vardı. Kimilerinin gözünde zevkten bütünüyle yoksun, köhne evler. Fakat birdenbire beklemediğim bir olay gerçekleşti ve bir takım sesler duymaya başladım.
Geçmişten gelen, hayalimdeki sesler. Ben bunun farkındaydım elbette. Kahkahalar, çocuk cıvıltıları, şarkılar geliyordu. Sanki tarih benim gözümün önünde canlanmış gibiydi. İstanbul bir masaldı” yı yazmakta olduğum günlerdi. Aslında romanda bir hayli yol almıştım. Fakat bu gördüğüm bir başka ruh, bir başka derinlik kattı. Ondan sonra da artık ne kadar doğru bir yolda olduğumu gördüm.
Neydi bu derinlik? “İstanbul’un özellikleri nedir?” diye sorsanız, benim aklıma ilk gelenlerden biri tarih duygusudur. İstanbul’daki bu derinliktir. Bu sebeple çok iyi ve etkileyici ve edebiyat açısından fevkalade esinleyici bir şehirde yaşadığımın farkındaydım. Bu çok özel bir deneyimdir.
Kokuların sizin için ayrı bir önemi olduğunu biliyoruz. Peki İstanbul nasıl kokuyor?
Kokular bambaşka bir konu. Aslında hayatımızda sanıldığından görüldüğünden çok daha önemli bir yere sahip. Bizi geçmişe tarihe dolayısıyla da hayatımızın derinliklerine bağlayan en önemli köprülerden biri. Bu söylediğim sadece bir yazar görüşü değil, aynı zamanda bilimsel de.
Hafızayı güçlendiren ve hafızanın derinliklerinde kaybolmuş gibi görünen bir takım duygu ve olayları geri getirebilen en güçlü duyum koku alma duyusu. İstanbul’un nasıl koktuğu, nasıl bakmak istediğine bağlı. Kimileri çok veciz bir şekilde “bok kokuyor” diyebilir, ya da fazla romantik olmaya gerek yok, egzoz kokuyor diyebilir. Bunların hepsi de doğru olabilir. Fakat ben hala İstanbul’un, şehri benim gözümde yaşanılmaya değer kılan, gizemli çok güzel kokuları olduğuna inanıyorum.
Bunların en güçlülerinden biri Kadıköy Eminönü iskelelerindeki balık ekmek kokusu. Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin önünden geçerken yeni kavrulmuş ve yeni çekilmiş kahve kokusu, Mısır Çarşısı’nda baharat kokusu. Büyükada’daki birçok kişinin hiç sevmediği at pisliği kokusu.
İstanbul’un Doğu ve Batı dediğimiz yönlerinin hep bir arada olduğunu gösteren ayrıntılara girdiğimizde hep çok farklı yerlere ait başka kokular da var. Sakızlı Paskalya Çöreği kokusu ki -hala Baylan bu çöreği en iyi yapan yerlerden biri- hemen karşısında da Hacı Bekir’in çifte kavrulmuş lokum kokusu. İşte bunların hepsi bize Doğu Batı sentezini çok güzel anlatmaz mı?
“İstanbul’un “batı”ya en yakın yarımadasında, bir “yabancı” olarak doğmak benim suçum değildi..İstanbul’u bir masal gibi yaşamak da benim suçum değildi…” dediniz.
İstanbul bir masal’da sevdiğim cümlelerden biri. Ben İstanbul’dan bir masal çıkartmak istemedim. Benim amacım her şeyden önce İstanbul’u tarihiyle, yaşanmışlıklarıyla ve tarihin karanlıklarına gömülmüş ve ya gömülmek isteyen insanlarıyla, duygularıyla anlatmaktı.
Her şeyden önce bir İstanbul anlatıcısıyım. Bu romanı oluştururken hayat serüveninden tabii ki çok yararlandım. Mesela benim geniş bir ailem vardı. Anneannem 9 kardeş, beş kız dört erkek. Babaanne deseniz, o da öyle sayılır, iki kız iki erkek. Bütün bunların beraberinde getirdiği bir takım tanıklıklar var. Çocuksunuz ve size göre o günlerde bir hayli yaşlı görünen büyük teyzeler, büyük dayılar, halalar var.
Ama neticede baktığınızda, çocukken ben onları yaşlı buluyordum, oysa, benim şimdiki yaşımdaydılar. Dolayısıyla tabii ki aile büyük olunca arada husumetler, kırgınlıklar, barışmalar ve onların beraberinde getirdiği hikayeler ve birbirinden söz etmeler, yakınmalar olabilir. Bir de bana böyle hikayelerle geliyorlar.
Bir evlilik yapıp da genç yaşında dul kalan bir büyük teyze, kocası veremden ölmüş ama ailenin en küçüğü ve bir takım mental problemleri olan kız kardeş, biraz aile tarafından dışlanıyor, dışlandığı için de sanki inadına aileye kendini göstermek, hissettirmek için ailenin yüz kızartıcı bulabileceği şeyler yapıyor.
Tuhaf kıyafetlerle Nişantaşı’nda dolaşıyor. Onu tanıyor, ama çocukken bir süre sonra ailenin etkisinde kaldığın için çok fazla yaklaşamıyorsun. Ailen “ne yaptın” diyecek diye korkuyorsun. Ondan sonra ilerleyen yıllarda kadın ölmüş hatırasını bırakmış. Bir bakıyorsun ki, bu hikaye anlatılacak bir hikaye. Bir de kendinden bir şeyler ekliyor, hikayeyi daha derinleştirmek için uyduruyorsun.
Artık çok eski zamanda kaldığı için, yaşananlar da biraz gerçek dışı gibi, bir masala dönüşüyor..
Biz de yani belirli bir yaşa gelenler, geçmişte yaşanan bazı güzellikleri, örneğin İstanbul’un kıyılarından, plajlarından denize girmeyi artık bir masala dönüşmüş gibi görüyorum. Çünkü anlatamazsın. Nasıl anlatacaksın? Şişli’de otururken, yaz aylarında Erenköy’e denize girmeye gittiğini.
Benim kahramanlarım, 20.yy’ın başında doğmuşlar ve sonlarına doğru 80-90 yaşına gelmişler ve o büyük değişimi , iki dünya savaşını, Kurtuluş Savaşı’nı görmüşler. İki ayrı devlette yaşamışlar. Bütün bunlar görüldüğünde elbette bizim için bir masal oluyor her şey.
Masal anlatmak, hikaye anlatmak da aslında bir hayatta kalma çabasıdır. Tıpkı Şehrazat gibi.
Ve İstanbul, yazarlara, şairlere ilham kaynağı olmuş. Bir de bu açıdan baksak İstanbul’a.
İstanbul hüzünlü bir kent. Hareketi eğlenceyi vaadeden taraflarını bir yana bırakmak koşuluyla. Neden esin kaynağı? Büyüme sürecinde çocukluk, ergenlik neyse, size aktarılanlar var. Bunlar farklı deneyimlerin sonuçları. Mesela İstanbul’da üç kuşak boyunca yaşamış ailelerin tamamında bir göç hikayesi vardır. Ya bir Kafkas göçü, ya bir…., hiç yoksa Anadolu göçü vardır.
Göç, topraklarını terk etmek, kayıp, yas demektir. Bu kuşaktan kuşağa aktarılır. Örneğin yazı atölyelerinde roman yazan öğrencilerimin çoğunda bunun izleri var.
Kimisi Girit’ten göç eden anneannesinin hayat hikayesine dalmış. Kimisi bir savaş sonucunda istanbula gelen bir ailenin hikayesini yazmaya dalmış.
Çünkü bunlar bir miras olarak bırakılıyor. Siz zaten böyle hüzünlü hikayelerle büyüyorsunuz ve bu hikayeler, sizin karakteriniz etkiliyor. Öte yandan bir de yaşadıklarımız var. Bireysel serüveni bir yana bırakalım. Herkesle kucaklaşabileceğimiz hüzünlerimiz, acılarımız da oldu.
Askeri darbeler gördük, deprem yaşadık. Kendimizi ifade etmenin ya da aykırı düşünceler taşımanın bize ne kadar pahalıya mal olabileceğini, yasaklı kitap saklamanın ne kadar tehlike içerdiğini gördüğümüz günler yaşadık. Bunların hepsi birer acıydı. Genç ölümler, erken ölümler gördük. Bu acılar da kuşaklara kalacak. Biz yazarlar olarak bu olaylar duygusuyla kalsın diye romanlar yazıyoruz.
Görmek, bilmek ve yüzleşmek bir terapi aslında. Terapiye bizim ne kadar katkımız olabilir? Ben şuna inanıyorum. Birinci elden yaşanmış duygular ve deneyimler, anlaılmalıdır.
Karanlık çökerken neredeydiniz de tam da bunu yapmaya çalıştım. Bizim gençlik yıllarımızın 70’li yılların duyarlılığını vermeye çalıştım. İlerleyen kuşaklar, bu insanların başlarından neler geçmiş görsün istedim.
Romanlarda anlatılanlar, dönemin gazetelerine bakıldığında da çıkabilir ortaya, ama mesele o değil. Ne hissetmiş insanlar? kendilerini nasıl bulmuşlar? Ben biraz da bir tanıklığı yaşatmaya ve aktarmaya çalışıyorum.
İstanbulluluğu bir yazınızda palamutların yağlanması olarak tanımlamışsınız. Gerçekten nedir İstanbulluluk?
Tarih duygusu. Galata Kulesi’nden başladık. Neve Şalom Sinagogu’na giden yolu önümüze alırsak, sağda hala Bizans döneminden kalma surlar var. Her an dokunabilir, elimizi koyabiliriz. Bu tarihe elimizi koymak, bunu hissetmek, İstanbul’un kültürünü, tatlarını, kokularını, yemeklerini , dillerini bilmek, şehrin değerini bilmek demektir.
Bir Noel Bayramı’nı, Paskalya Pesa bayramını ve bir şeker, kurban bayramını aynı coşkuyla birlikte yaşamayı bilmek. Benim İstanbul’um böyle bir İstanbul, maalesef İstanbul’u böyle yaşayacak çok az kişi kaldık.
—Ve Size Pandispanya yaptım romanındaki gibi, siz de Alikobeni çocuğuydunuz.
Evet, alikobeni yani alıkoybeni, dönemin kadınlarının ne kadar zeki olduğunu gösterir. Kadın olmayı sadece çocuk doğuurmak, bakmak, büyütmek…olarak yaşamak zorunda kalan kadınların, aslında kendi içlerinde hayatı anlamlandırmak için ne kadar güzel çözümler bulduklarını orada kadın zekasının ve sevgisini göstermesi açısından muhteşem bir şey.
Kadınlar diyorum. Bir gün birileri, benim eserlerim hakkında inceleme yaparsa, gerçekten ilginç, etkileyici bulduğum kadınlarım olmuş romanlarımda. Ortak tarafları var mı emin değilim. Vardır mutlaka. Belki ben aslında tek bir kadını, hayalimdeki tek kadını ya da hayatımın kadınlarının, beni etkileyen kadınların bileşkelerini yazdım. Kadın kahramanlarım kesinlikle erkek kahramanlarımdan çok daha güçlü, hiç çaktırmadan neler öğretmişler
Boğazın sularını da ana rahmine benzetmişsiniz;
Su bir kere çok önemli bir kavram. Suyun içinde büyüyor ve annemizin rahminden çıkıyoruz. En nihayetinde suyla yuğulup toprağa verileceğiz. Su deyince ana rahmi değer kazanıyor.
Yurt dışı deneyimlerim oldu ve her seferinde istanbul’a dönmekten büyük mutluluk duydum. Ben İstanbul ile öylesine bütünleştim ki, burada kendimi daha güvende hissediyor, kendi evreninimi de daha çok kendimi kendimde hissediyorum. Ve bizim en güvenli olduğumuz yer de ana rahmi değil mi?
Hüzün dedik, tarih dedik, Doğu Batı ve bir de sevda kenti değil mi İstanbul?
Hayatımın en büyük aşklarını İstanbul’da yaşadım. Paris’te de yaşamak isterdim, ama olmadı. Şu anda artık başka bir aşk yaşamasam da olur. Yaşadığım aşklar bana yetiyor. Onlarla da bir daha birbirimizi görür müyüz bilmiyorum. Bir yazar olarak hep şunu merak ediyorum, en son görüntü kim olacak ve bir de merak ettiğim şey; son kuracağım cümle ne olacak?
Ne olabilir biliyor musunuz? ”Şaka yaptım.”