Kültür, ritüeller ve toplumsal hafıza

İletişim Bilimci Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu ile son kitabı  “Bir Radyo Programının Öyküsü: Bilgi Dünyası”ndan yola çıkarak kültür politikalarımız, toplumsal hafızamız ve ritüellerimiz üzerine keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yaşadığımız toplumu şekillendiren ve dönüştüren en önemli unsurlardan biridir kültür politikaları. Hepimizin eleştirdiği, şikâyet ettiği ya da takdir ettiği güncel ve toplumsal olayların birazcık altını kazıdığımızda bir kültür politikasının yansıması olduğunu görmemiz kaçınılmaz…

Nitekim gündelik rasyonalite içinde algılarımızı ve hafızamızı inşa eden çok fazla etken var. Medya, toplumsal ritüeller, inançlar, iktidardaki siyasi anlayışın içeriği, yönetim biçimleri, şehirler, mekânlar…

Uzaktan bakıldığında çok bilinmeyenli denklem içinde büyük bir karmaşa gibi duran bu tabloyu anlaşılabilir kılan öte yandan da bu ortam içinde bireyin bilinçli ve ayakta kalabilmesini sağlayan şey ise bilgi…

Medya ve kültür sosyolojisi alanında Türkiye’nin en önemli uzmanlarından biri olan İletişim Bilimci Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu ile son kitabı “Bir Radyo Programının Öyküsü: Bilgi Dünyası” vesilesiyle buluştuk. Ne var ki kendisine sadece son kitabı hakkında soru sormak Nurçay Hoca’ya haksızlık olurdu.

Toplumsal hafızamızı nasıl inşa ettiğimizden, kültür politikalarının üzerimizde yarattığı etki gücüne ve toplumsal ritüellerimizin nasıl değiştiğine kadar birçok şey konuştuk. Ve elbette, bilgi her zamanki gibi sisleri dağıttı.

Nurçay Hoca diyor ki: “Egemen kültür iktidardan fazla bir şey ve bilgi sahibi değilsen propagandaya karşı koyamazsın.”

 

Son kitabınız “Bir Radyo Programının Öyküsü: Bilgi Dünyası” toplumsal hafıza için önemli bir örnek oluşturmuş. Önce toplumsal hafıza meselesinden başlayalım mı?

Hafızamızın oluşması, o birikim bütünüyle bizim seçtiğimiz bir şey değil. Daha doğrusu sadece kendi deneyimlediğimiz, yaşadığımız şeylerden ibaret değil. Hele ki şimdi medya ile de çok içli dışlıyız. Aslında kendi yaşamadığımız bir şeyi de hafızamızda yer alabiliyor.

Mesela çok fazla şiddet filmleri izlediğimizde o görüntüler veya trafik kazaları ya da savaş görüntüleri… Bunlar bir şekilde hafızamıza giriyor ve hiç ummadığımız bir anda sanki biz yaşamışız gibi ortaya çıkabiliyor, kendini hatırlatabiliyor.

Onun için günümüzde insanların kaygı seviyesinin yüksek olması, bu çok fazla bilgi bombardımanından da kaynaklanıyor.

“Yaşadıklarımızı kontrol edememenin verdiği güvensizlik”

Bir de yaşadıklarımızı kontrol edememenin verdiği güvensizlik var. Aslında hiç öyle mistik boyutlar, astroloji vs yok, tamamen yaşadığımız gerçekler beynimizde farklı algılar biçiminde yer ediyor; sesler, kokular… Edebiyatta Marcel Proust’un kurabiye kokusu gibi…

Yani ummadığımız bir yerden çıkarak bize hatırlatabiliyor ve her zaman, ilk algıladığımız şeyi temsil etmiyor. Karşımıza farklı bir şey olarak çıkıyor. Örneğin çocukluğumuzdaki köpek havlaması, bugün trafikten korkmamıza vesile olabiliyor. Babamın radyo programının öyküsünü yazarken, orada da böyle şeylerden söz edildiğine rastladım. Yaşadığımız ya da düşündüğümüz -yaşamak ya da deneyimlemek zorunda değiliz- birtakım imgeleri, görüntüleri hafızan emmiş olabilir.

Bilinçaltı?

Bilinçaltı meselesinde de keskin analizlere çok katılmıyorum ama farkında olduğumuz ya da olmadığımız görüntüler, imgeler veya algılardan söz ediyoruz. Direkt bakmadığımız ya da farklı bir yere odaklandığımız halde baktığımız yöndeki başka bir nesneyi de beynimiz algılıyor ve hiç dikkatimizi yoğunlaştırmadığınız halde rüyamıza girebiliyor hatta kâbus olarak karşımıza çıkabiliyor.

Dolayısıyla her zaman her yerde tam kontrol sahibi değiliz. Bunu yapmaya çalıştığımız zaman zaten bilincimiz bulanmaya ve hastalık oluşmaya başlıyor.

Yapay hafızalar…

Kendimizi kontrol ederek kendi ilkelerimizle var olmaya çalışmamızın yanı sıra dış etkenlerin bilinçli olarak yönlendirilmesi meselesi de var. Burada bir savaş yok mu?

Evet, şu ana kadar bireysel düzeyden söz ettik aslında ancak bir de kolektif bellek ya da toplumsal hafıza dediğimiz durum var. Bunda tamamıyla toplumdaki egemen gruplar, aygıtlar veya ideolojiler tarafından oluşturulmuş yapay hafızalardan söz edebiliyoruz.

Mesela İngilizler yakın tarih çalışmalarında çok iyiler, hatırladığım kadarıyla toplumsal bellek konusunda çok çalışmaları var. Onlar diyorlar ki: Bir şeyin kolektif bellek olabilmesi için ille de yaşanmış olması şart değil ama birilerinin o şeyi ortaya çıkarmakla ilgili çıkarının olduğundan söz edebiliriz.

Bu çıkar, bugünün yararına geçmişte yaşamış bir kişiyi, bir durumu ya da olayı yeniden ortaya çıkarmakla alakalıdır.

Yani yeniden tanımlamak?

Tanımlamak dediğimiz zaman zaten iyi veya kötü bir yargılama veya ahlaki bir boyut katmış oluyoruz. Aslında her şey kolektif bellek değil ama bazı kuvvetler tarafından kolektif bellek olma önemi görünüyorsa o zaman kolektif bellek haline gelebilir. Mesela medya burada çok önemlidir. Tabii kim medyaya sahipse yani ideolojiler ya da ekonomi politikalar neyse…

Devletin ideolojik aygıtlarından biri?

Bu arada şunu söylemem lazım, biz on yıl önceki derslerimizde devletin ideolojik aygıtlarından bahsederdik ama bir yandan da derdik ki “hâkim ideoloji”, “egemen kültür” diye bir şey var ve bu iktidardaki hükûmetin kendi eliyle yaptığı şeyden daha farklı ve daha büyük bir şey derdik ve bunu bilerek ayırmaya çalışırdık.

Devletin yönlendirmesi dışında toplumda kanaat önderleriyle öne çıkan başat kültürden bahsediyoruz?

Tabii… Kanaat önderleri var, eğitim kurumları var…

Kültür oluşturma gücüne sahip insanlar?

Evet.

Peki, kültür onu oluşturma gücüne sahip insanların yarattığı, folklor ise halkın oluşturduğudur, denir. Buna katılıyor musunuz?

Bir tane kültür yok zaten. Halk kültürü var, pop kültür var, modern kültür var.

Kentli köylü ayrımıyla da alakalı sanırım?

Tabii… Modern dönemde kentleşme ile beraber kültür endüstrisiyle de çok alakalı… Biliyoruz ki bugün folk kültürüne ait unsurlar, kültür endüstrisi içinde yer alabiliyor. Neşet Ertaş’ın müziğini kültür endüstrisi kullanıyor ya da organik ipek çarşafı ünlü bir markanın koleksiyonunda görebiliyoruz. Bunları ayırabilmek için “Kim üretiyor?” ve “Kim tüketiyor?” sorularını sormamız gerekiyor.

“Egemen kültür iktidardan fazla bir şey”

Egemen kültür meselesine tekrar dönmek istiyorum çünkü son yirmi yılda bizim toplumumuzda orada önemli bir ayrım oluştu. Kendi içinde çok çelişen tarafları da var ama son yirmi yılda aynı kişiler tarafından yönetilerek biz bu devlet ve hükûmet ayrımını artık çok zorlanıyoruz.

Bir siyaset bilimci için bu çok açık bir şey… İşin içine kültür geldiğinde ve hani o iktidardan daha fazla dediğimiz egemen kültürü düşündüğümüzde…

Neden iktidardan daha fazla bir şey?   

İşin içinde global kültür var, tüketim kültürü var, bunlar hepsi birer etken… Şimdi bu kültür meselesinde 1960’ların radyo kültürü ile çalıştığımda o dönem için Timur Selçuk diyor ki: “Hafif müziğin popüler kültürde yer alması, o dönemde iktidar eliyle yapılmayan çok az şeylerden birisiydi yani sivil bir hareketti.”

Bireyler, kişiler farklı şehirlere ya da yurt dışına dolaşıma başlıyorlar. Radyodan, teypten bir şekilde dinliyorlar ve bir şekilde kültürel bir akış bulunuyor. O kültürel akışın nereden nereye doğru geldiğine bakarak bir egemen kültürden söz edebilirdik. Önceden…

Şimdi o alan hakkında bu kadar keskin ayrımlar yapamıyoruz. Yine bireysel düzeyde global kültür akışında farklı çatlaklar var ve o çatlaklardan farklı üretimler çıkıyor. Dijital kültürden söz ediyoruz. Gerçi dijital yaşamla kültürün farklı şeyler olduğunu söyleyemiyoruz artık. Dijital yaşamın kendine ait bir kültürü olduğunu söylüyoruz. Konuşma diliyle, hızıyla vs. ama bunun ne kadar egemen olduğunu ölçmek çok kolay değil.

Popüler olması da egemen olduğu anlamına gelmiyor?

Tabii ki gelmiyor ama bugün egemen kültür dediğimizde ne kadar gerçekleştirildiği tartışmalı olsa da iktidarın kültür politikalarının çok ağır olduğunu söylemeliyiz.

Peki, genel anlamda teorik olarak yönetim iktidarını elinde tutan toplumdaki egemen kültür üzerinde nasıl etki oluşturur? Bunun yöntemi nedir?

Hukuki, ekonomik… Çok ağır koşullar getirir.

“Demokratik kültürde önemli olan rızadır”

İstediği kültürü egemen kültür olarak öne çıkarmak ise çok daha zor ve uzun bir yol olsa gerek?

Tabii bu iktidar olmaktan daha zordur ama kültür politikaları diye bir şeyden söz ediyoruz ve burası önemli veya eğitim politikalarında değişiklikle bunu yapıyor. Sınırlamalar ve cezalar getiriyor ya da farklı alanlarda serbestlik getiriyor. Hukuki kurallarda değişikliğe gidiyor.

Yani tamamen teorik olarak söylüyorum, hükûmetin iktidar olanakları ne kadar genişse etki gücü de o kadar artar. Demokratik kültür derken aslında baskı altında olmayan ortamdan bahsediyoruz ancak bu da tabii kurallardan bağımsız olmak anlamına gelmiyor. Kurallar olacak ama o kuralların kimler tarafından nasıl oluşturulduğunu ve nasıl değiştirilebildiğini, doğal gibi veya kader gibi kabul edilip edilmediğini sorgulamamız gerekiyor.

Demokraside kurallar konulacaksa o kurallara göre yaşayacak insanlara bunların sorulması ve insanların rızasının alınması gerekiyor. Burada rıza dediğimiz şey çok önemlidir.

Bir de sanırım farklı kültürlerin birbirini baskılamadan bir arada yaşayabilmeleri?

İktidardaki de o toplumun içinden çıktığına göre savunduğu kültürel ortamda yetişmiş olmalı. Mesela sömürge kültürlerinde dışarıdan gelen ülkede kendi kurallarını uygulamaya kalkar. İngilizlerin Hindistan’da yaptığı gibi… Böyle durumlarda olan biten daha net ve açıktır.

Şöyle bir şey var; bir toplumun kültürel yapısından söz ederken oradaki kültürel üretim alanlarına bakmamız gerekiyor. Kültür çünkü tek bir merkezden üretilen bir şey değildir. Tabii ki çok uzun yıllar devam eden baskıcı bir iktidar varsa tek merkezden üretmeye çalışır. Başarır başarmaz o ayrı konu ama yapmaya çalışır. Kültürel üretim alanları dediğimiz zaman işin içine folklor girer, taşra girer, kent girer, kentin farklı çeperlerinde farklı kültürel üretim alanları girer.

Mesela arabesk?

Evet, arabeskin doğuşuna baktığınızda Meral Özbek Hoca bu durumu çok iyi anlatmıştır. Gecekondu bölgesinde yani şehrin çeperlerinde yaşıyor insanlar ama yine de üretim alanı şehrin merkezi… Orada üretecek, kaldığı gecekondu da eşeğiyle ineğiyle yaşamaya devam etmiyor. Şehirden pay almaya çalışıyor ve şehir merkezine gelip giderken de aslında çevreyi merkeze, merkezi de çevreye taşıyor.

Uyum sağlayamadığında, şehirde olsa da aslında şehirli olmadığını gördüğünde ise içinde şehirliye karşı olumsuz duygular biriktiriyor?

Evet, işte “Batsın Bu Dünya” demeye başlıyor.

Belki de başlangıçta içe kapanık olan ve şehre uyum sağlayamayan insanlar şimdi kendilerini rahat ifade ettiklerini düşünerek “Artık biz de doktor dövebiliyoruz” diyebiliyorlar. Yani kendini ifade etmek de çarpık bir yolda ilerliyor, sanırım?

Doğru çarpık hale geldi. Bu söylem o kişilerin, kişisel meydan okumaları değil iktidarın kültürüdür çünkü iktidarın koyduğu kurallar buna izin vermezse kişi böyle bir laf edemez ya da böyle bir teşebbüste bulunamaz.

Toplumdaki insanların bu sıkışmışlığı iktidara nasıl yansıdı?

Kültürel kutuplaşmadan söz ediyoruz ya bu kutuplaşma üzerine gidince siyasi tercihler, o zaman o kişi bu söylemin kendisinin özgür fikri olduğuna inanabilir. Bu benim hakkımdır, benim düşüncemdir, diyebilir ama egemen ideoloji aslında okumuşları ezerek, “Ezilenlerin yanındayız” diyor. Yani aslında şu anda o ezilen, ezilen değil.

Bir zamanlar solcuların bahsettiği ezilenler değil?

Değiller evet ama bugün gecekondulaşma meselesi kent kültürü incelemelerinde çok büyük bir yer aldı ama uzun zamandır da göçle ilgileniyoruz. Göç ve kültür ilişkilerine bakıyoruz. Paris’in banliyölerindeki öfkeli siyah gençler veya Londra’nın kenar mahallelerindeki öfkeli siyahiler ya da İstanbul’daki bazı mahalleler gibi ama bütün bu bölgeler kendi içinde farklı bir kültürel üretim alanı haline geliyor.

Kültürel üretim alanı dediğimiz zaman hep böyle şık yerlerden söz etmiyoruz. Her yerin kendine göre bir alışkanlıklar bütünü bulunuyor. Üretim alanı dediğimiz zaman da belirli bir popülasyonun olması gerekiyor ve bu popülasyon dururken, gelip giderken veya oradan geçenler olsa da belli bir popülasyon varlığını devam ettirebilmeli… Sadece sahilde yürümek, o sahili bir kültürel üretim alanı haline getirmiyor.

Bir bölgede insan hareketliliği olsa da kültürden söz edebilmemiz için yine de belli bir popülasyonun olması gerekiyor. Burada ortaya çıkan ve kültür ekonomisine dâhil olan ürünlerden söz etmemiz gerekiyor.

Bu ister işportacılık olsun, ister merdiven altı kot taşlama olsun veya pazar işleri, yeme içme işleri vs olsun, bütün bunlar bir üretimdir. Orada üretilen şey sadece orada mı tüketiliyor yoksa nereye ne kadar yayılıyor, bunu sormak gerekiyor.

Mesela bir buçuk saatlik bir mesafedeki köyden oraya pazı getiriyor ve geri gidiyor. Kendi yetiştirdiği pazıyı orada satıyor ve oradan alınan pazı, Etiler’de veya Nişantaşı’nda organik pazı sarması olarak çok pahalı restoranlarda satılabiliyorsa böylece kültürel sıçrama oluyor.

Burada düzenli bir kültürel akıştan söz edemeyiz ama yine de o ürünler ne kadar dağılıyorsa oradaki baskın kültürle olan ilişkisi devreye girecek. O zaman baskın kültür yani iktidarın izin verdiği kültür bundan yararlanıyorsa artık bu içselleştirilmiş ve kabul edilebilir oluyor. Bir süre sonra da zaten içeriğini değiştirmiş oluyor.

Aslında o köy de otobanın yanında ve o pazının içinde mazot kimyasalları var belki de onu da bilmiyoruz tabii… O kadar da organik değil yani…

Tabii bir süre sonra bu durum sadece ürün alışverişi ile sınırlı kalmıyor ve o insanların hayata bakışı, hayatı anlamlandırma şekli ve algısı da birbirine bulaşıyor, sanırım?

Evet mesela Teoman ile Müslüm Gürses’in ortak albüm yapması gibi. Bir dönem ikisini bir arada düşünmek çok zordu ama sonra düet yaptılar.

Başka bir bakış açısına göre de bu durum demokrasiyi doğuruyor. Farklı katmanların buluşması ve uzlaşması olarak bakıyorlar bu duruma. Siz ne dersiniz?

Bu tamamen kültür endüstrisi…

Gerçekten köy ile kentin yani bu farklı kültür gruplarına ait insanların barışması, uzlaşması demokrasiyi getirecek belki de?

Tabii çok ideal bir durumdan söz ediyorsun. Oysa insan yaşıyorken hayatta, rasyonelitesi gündeliktir. Bu benim özüme daha yakındır, diyerek direnecek bir gücü yoktur üretimdeki insanın. Rasyonalitesi gündeliktir ama o kültürel karşılaşma dediğimiz şey zaten daha çok kent yaşamında karşımıza çıkıyor.

“Kural yoksa ortak yaşam da yok”

Bunun da ortak yaşama kurallarında uzlaşmakla başlaması gerekir sanırım?

Burada bir kısım insan diyor ki, “Cumhuriyet çok elitti. Çok tepeden inmeciydi. Bizi hızlı bir dönüşüme zorladı.” Diğer yandan Weber de diyor ki, “Modernite denen şey demir bir kafestir.”

Postmodernizmi öne sürenler de bir kural tanımazlıktan söz ediyor ama kural yoksa ortak yaşam da yok. Kural yoksa modern öncesi döneme dönüyoruz, demektir. Feodal yaşam da bizim coğrafyada pek olmadığına göre kabile yaşamına dönmemiz anlamına gelir bu.

Sadece kural da değil tabii o kuralın nasıl işlediği var. Mesela nezaket…

Buradan ritüele gelebiliriz çünkü kültür derken sıkça yapılan davranışlar, tekrarlanan ve tekrarlanması engellenmeyen hatta hoşa gidilen bir şeylerden bahsediyoruz. Burada ortak davranışlarda şunu görüyoruz; belirli zamanlarda gücün kimde olduğunun hatırlatılması gerekiyor.

Onun için doğum, evlilik, cenaze gibi ritüellere bakmamız gerekiyor. Öncelikle tek başımıza asla yapmıyoruz bunları. Hayat sürecinde geçilmesi gereken bir takım aşamaların nasıl geçileceğine dair bir takım bilirkişiler var.

Bu ritüellerin nasıl yapıldığı da bizim içinde bulunduğumuz yapıyı gösteriyor?

Evet. Bu yapıda kuralı koyan kişi o an oradaki kişi olmayabilir. Yüzlerce yıl önce koyulmuş ve kökenini kimsenin hatırlamadığı bir kural olabiliyor. Neden o şekilde yapıldığı bilmiyoruz ama kural olduğu için yapılacak diye düşünüyoruz. Büyükler “Bu böyledir” diyor ve o kabul ediliyor.

Her zaman yol gösterici bir bilge kişi var ve bu bilge kişi asla tek başına değil. Ona yardımcı olan yakın çevresi var çünkü bilge kişi tek başına hayat evresini geçirmekte olan kişiyle yüz yüze karşılaşmaz. O karşılaşma ancak modern edebiyat eserlerinde olur. Gerçekte öyle değildir. Bilge doğrudan görünmez. Aracılar vardır.

Farklı kültürlerdeki ritüellere de baktığımızda da belirli bir yapının olması gerektiğini görüyoruz. İşi bilen var, yapan var ve yapılıp yapılmadığını kontrol eden var. Kontrol mekanizması var mutlaka. Kimse orada tek başına özgür değil. Neyse ki ritüel denen şeyin başı ve sonu var. Zaten hayatımızın her anının bir ritüel şeklinde geçtiğini düşünsene…

Peki, ritüeller nasıl değişir?

Bütün ritüeller değişime açıktır, değişir ama tabii kimin ne kadar değiştirmek istediğine bağlıdır. Mesela İngiliz Kraliyetine siyahi kökenli bir gelin geldi, torun kraliyet görevlerinden ayrıldı veya Prenses Diana kraliyet içindeki bilgileri medyaya açıkladı ve öldükten sonra halkın ona çok sahip çıktı. Bunlar hep oradaki ritüelin değiştiğini söylüyor.

Bir toplumda ritüellerin değişim sürecinde güçlü olan kimdir? İktidarlar mı kanaat önderleri mi?

Kanaat önderinden her zaman söz edemeyiz ama tabii ki onun da etkili olduğu yerler vardır. Beklenmedik durumlar da oluyor. Kadın hareketleri, göç hareketleri… Bunlar ritüelleri aşağıdan kırıyor.

Halk harekete geçtiğinde işler değişiyor yani?

Evet, kadın diyor ki “Bu benim bedenimle ilgili müdahale edemezsin” diyor ama tabii halkın harekete geçmesi demek ya da örgütlenmesi gibi kavramlar daha eskide kaldı. Bir de tabii hangi halk hangi örgüt?

Yani toplumdaki kültür grupları içinde hangisi…

Tabii… Bir yirmi yıl önce güzel kavramlar olabilir ama şimdi kavramlarla ilgili algı değişti.

Bir de zaten kavramlar üzerine hiç düşünmemeye başladık. Böyle de bir durum yok mu?

Herkes değil elbette ama günlük rasyonalitede “Aman boşver, düşüneceğim de ne olacak?” diyenler var tabii. Bundan yirmi yıl önce eleştirel düşünce dersi verip derslerde söylem analizi yapıyorduk. Medya analizi yapıyorduk. Satır arasını okumayı, görünenin ardındakine bakmayı konuşuyorduk. Artık “Zaten değiştiremem ki ben en iyisi işime bakayım” diyoruz. Onun için de toplumsal dayanışma çok zor hale geldi.

“Zaten değiştiremem ki” demek daha pasif olmak, mücadele inancını kaybetmek demek mi?

Toplumsal dayanışma denen şeyin, körüklenerek ve hamasetle gerçekleşebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Daha çok bilgiyle olabilir.

 

“Bilgili değilsen propagandaya karşı koyamazsın”

Değerler eğitiminin sağlam olmasıyla?

Ama İoanna Kuçuradi orada çok önemli bir şey söylüyor. Sadece değerler eğitimi değil, değerler bilgisi eğitimi diyor. Sadece değerler dediğin zaman kimin değerleri, sorusu ortaya çıkıyor çünkü.

Verilen değerler eğitimi kimin işine yarayacak? Egemenin yukarıdan verdiği değerler eğitimi kimin işine yarıyor? Bunu sorgulayabilmek için kişinin değerler bilgisine sahip olması gerekiyor. Bilgi sahibi değilsen bilmiyorsan ya da propaganda altındaysan buna nasıl karşı koyacaksın? Bilgiyle… Dayanışmadan çok dirençtir bu.

Türkiye’nin toplumsal tarihine baktığınızda, egemen kültürler arasında değişim nasıl bir grafik izledi?

Dönem dönem değişiyordu. Benim yaş kuşağım için Türkiye çok hızlı değişim gösteren bir coğrafya… Hem kendi iç dinamikleri açısından hem dış etkenler… Üniversiteyi 1978-1982 arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine bağlı Basın Yayın Yüksek Okulunda okudum.

Şimdi İletişim Fakültesi oldu. Daha öncesinde ise Adana’da kolejde okuyordum. Arabesk dinleyen minibüs şoförünü ilk kez lisede duydum mesela. Sonra üniversitede yani 1970’li yıllarda daha büyük bir kent olan Ankara’ya geldim ve Türkiye’nin çok farklı yerlerinden gelen insanlarla aynı yurtta kaldım. Farklı kültürlerle tanıştım. Farklı kültürlerden kastım, örneğin İranlı öğrenciler de vardı. Humeyni Dönemi yeni başlamıştı.

Yine üniversitede sergi salonlarına gitmeye başladık. Yayıncılarla tanışmaya başladık. Ankara’nın pasajlı çarşıları vardı. Kendi yolumuzu bulmaya çalışıyorduk ama sana farklı değer bilgileri veren hocalarla karşılaştığın zaman daha kıymetli oluyordu.

1980 Döneminde hocalarımdan bazılarının okul binasından kelepçelenerek çıkarıldığını gözümle gördüm. Bu durum onların benim gözümde düşmesine sebep olmadı tam tersine direndiklerini ve cesaret gösterdiklerini düşündüm. Yanlış bir şey yaptıklarını asla düşünmezdim.

O durum korkup oradan kaçma gibi bir şeye yol açmamıştı. Tabii darbe dönemi gerçekten kültürel üretim alanlarına çok büyük darbe vurdu. Yayıncılar, öğretim üyeleri, radyolar… O zaman kısık sesle de olsa yasaklı kelimeler dönemini bize anlatıyorlardı. Denilebilir ki adı üstünde bu darbe ama böyle dönemler zaten mevcut kültürel üretim alanlarını kesintiye uğratıyor.

Peki, sonra oldu?

Ondan sonraki yıllarda darbesiz mi yaşadık, hayır. O yasaklar hep uzun sürdü. Adı belli olan ya da olmayan sürekli bir yasaklar ortamı var oldu.

Toplum içindeki farklı kültürel gruplar arasında yukarıdan müdahaleyle bir iktidar savaşı aslında, bu anlattıklarınız…

Tabii… Benim öğrenciliğim zamanında sağcı solcu çatışması denirdi mesela ama mahalle dernekleri vardı. Sağcı polis, solcu polis diye ayrılırdı. Ayrı ayrı dernekler, örgütlenmeler vardı. Cinayetler, suikastlar vardı.

Peki, bugün? Artık toplum içinde insanların birbirinin farklılıklarına hiç tahammülü kalmadı. Bırakın nezaketi, en ufak bir tartışmada insanlar birbirine silah çekiyor, kadınlara şiddet uyguluyor…

Evet ama nezaket dediğin şey de görgü bilgi kurallarıyla ilgili… Şu anda mesela gençlerin çoğu eski TRT zamanlarını bilmiyor. İnternet ortamından eski videoları bulup izleyenler görebiliyor. İnsanlar ne kadar düzgün konuşuyorlardı. Çok iyi Türkçe kullanıyorlardı.

TRT muhabiri köylüyle, çiftçiyle röportaj yaparken bakıyorsun o köylü kendini çok düzgün ifade ediyor ve çok güzel konuşuyor ama bundan bir 30 yıl önceki eğitime baktığında, şu andaki üniversite eğitiminden daha iyi olduğunu görüyorsun. Hatta daha önceki dönemde babamların döneminde kesinlikle çok daha iyi bir durumdaydı.

Ritüeller demişken yeni yıl geçti, yeni yıl kutlamaları konusunda zaman içinde yaşadığımız değişimi de konuşalım mı?

Ritüeller biliyorsun belli dönemlerle sınırlıdır, başlangıcı ve sonucu vardır. Biz bu toplumda çoğunlukla Noel’i kutlamıyoruz, yılbaşını kutluyoruz. Noel’i kutlayan vatandaşlarımız da var ama çoğunluğumuz Müslüman olduğu için yılbaşı kutluyoruz. Yeni bir yıl geliyor. Yeni yıl kutlamaları yeniden başlamak için bir umuttur aslında ama bakıyorsun kültür politikaları buna da karışıyor.

Yani daha önce de karıştığından söz edebiliriz. Mesela benim gençlik dönemimde TRT yılbaşı kutlamaları, mili piyango çekilişi, Nesrin Topkapı’nın gece yarısı sahneye çıkması şeklinde olurdu. Çünkü sana o yeniye geçiş ritüelinde kısa bir özgürlük hali sunardı. Geçici bir süre için tabii…

Ertesi sabah bulamazsın ama o özgürlüğü. Daha sonraları Mehmet Ali Erbil’in şamatacı sunumlarıyla bu durum daha da özgürleşti ama bakıyoruz yılbaşı kutlaması, iktidar – kültür ilişkisi içinde Batılılaşmanın simgesi olarak görülüyor. Muhafazakâr dünyada yılbaşının kutlanmaması gerektiğini söyleyen vaazlarla karşılaşıyoruz.

“Ritüelin kuralını iktidar koyduğu sürece o ritüel toplumsal devamlılık için yeterli olmuyor”

Burada soru şu; o ritüelin içinde yer alacak insanların kimler olduğunu nasıl belirleyeceğiz? Mesela Ramazan’da kim oruç tutacak kim tutmayacak? Örneğin çok uzun dönem, oruç tutmayanların yeme içme veya alkol kullanma hakkını kullandığı dönemler yaşadık ama bu son yirmi yılda bunu göremiyorsunuz.

Hatta alkol satan bayilerin kapatıldığını görüyorsunuz ama önce kurumlarda bu uygulamalar yayılmaya başlıyor. Ritüelin kuralını koyan iktidar olduğu sürece o ritüel o toplumsal devamlılığı sağlamak için yeterli olmuyor. O yüzden de iktidar sahipleri, neden güçlü bir hâkimiyet sağlayamadıklarına hep şaşırıyorlar. Çünkü insanların yasağa uyduklarını görüyorlar ama gerçekte zihinlerinde ne olduğuna hâkim olmak çok zor tabii…

Bu durum, insanları toplum içinde ayrı kendi kendilerine kaldıklarında ayrı davranmaya da itmiyor mu?

Tabii… Yılbaşını düşünürsek yine ritüel denen şey toplumun devamlılığını sağlayan geçici bir rahatlama içermelidir. Toplumsal boyutundan söz ettiğimiz zaman yaşamın devamlılığı için ritüel gereklidir. Bu her zaman çok iyi bir şey midir? Hayır. Belki egemen olanın egemenliğinin sürdürmesi için de ritüeller devam eder.

Ritüellerdeki alışmış olduğumuz haliyle dahi rahatlamalar, kaçamaklar ortadan kalkarsa benden farklı olduğunu bildiğim komşum, farklı inançtan olduğunu bildiğim mahallemdeki kişinin ne yiyip ne içtiğine karışmayan hatta onları kutlayan bir…

“İnsanın vücuduna sıkışması zavallılıktır”

Yani insanlar yaşamdan keyif almaz hale gelir ve giderek birbirlerine tahammül edememeye başlar?

Aynen öyle… O zaman bir stres birikiyor ve o baskı nedeniyle ayakta kalabilmek için elinde ne varsa onu kullanmaya başlıyor. Bir de bedenini kullanıyorsa yani şiddet uygulamaya başlamışsa bu en zavallı ve en barbar durum çünkü söyleyecek lafın kalmadığını, başvuracak makamın kalmadığını gösteriyor. Sadece bedenin kalmış elinde ve sen de ellerin ayaklarınla, bedeninle karşı tarafa girişiyorsun. Bu zavallılıktır. Bu insanın vücuduna sıkışmasıdır.

O halde çözüm önce bu baskının ortadan kalkması mıdır? Bunu bir tarafı eleştirmek için değil, beraber nasıl yaşayacağımızı düşünerek soruyorum.

Tabii… Baskının ortadan kalkması ve toplum hayatında bazen bir kültür egemen ve baskın hale geliyor bazen bir diğeri… Bu elbette kutuplaşmanın dezavantajı ve kötülüğü ancak önemli olan beraber yaşama isteğinin olması ve beraber yaşayabilmek.

 

Peki, tarih boyunca kozmopolit olduğumuzdan ve bir arada yaşama kültürümüzden övgüyle söz ediyoruz.

Gerçekten bir arada yaşamayı başarmış mıyız yoksa bir dönem bir kültür baskınken bir dönem başka bir kültürün hâkim olmasıyla mı devam etmiş bu süreç?

İşte o gündelik rasyonaliteye geliyoruz tekrar. Gündelik rasyonalitede tarikat grupları var. Çok etkili… Bir gün sana selam veren bir adam ertesi gün bir tarikata dâhil olduğu için sana selam vermez hale gelebiliyor.

Neyin nasıl yapılacağına dair kuralları kimin belirlediği öne çıkıyor. Belirleyen her zaman vardı ama kimin kontrol ettiği çok daha önemli… Bir bakıyorsun komşu komşuyu ihbar ediyor. Böyle dönemler de yaşadık. Aslında birey bunu yaparak kendi yaşam alanını daraltıyor tabii.

 

Peki, bütün bunların farkında olan insanlar ne yapıyor?

Bekliyor. Günün birinde bir fırsatını bulursam bir çatlak bulursam ben de kendimi ifade edebilirim diye düşünüyor. Bir de gençlerden çok söz ediliyor ya o gençler muamma aslında çünkü bugünkü gençler bizim dönemdekiler gibi sürekli kendini ifade eden gençler değil. Çok dikkatliler… Kendilerini koruyorlar. Ne zaman ne yapacaklarını bilemezsin.  Örneğin Gezi’deki tavırları hiç beklenmiyordu.

“Kültür çalışmak için bu coğrafyada çok malzeme var”

Bir de yaşadığımız coğrafya tarih boyu çok fazla çeşitliliğin ve kaosun hâkim olduğu bir yer… Sanki hâlâ o öngörülemez halimiz var gibi, ne dersiniz?

Doğru, hiç normal bir günümüz yok. Hep sıradışı… Çok karmaşık bir coğrafyayız ancak bu tabii kültür çalışmak için çok fazla malzeme olduğu anlamına da geliyor. Kültürel hareketlilik çok fazla, çok inişli çıkışlı… Çok kısa süreli üretimler oluyor ama süreklilik yok.

Böyle bir ortamda da sabırla çalışmak ve buna güvenmek yerine hızla köşe dönmenin yolları aranıyor diyebiliriz, sanırım?

Bir de bu durum artı değer olarak pompalanıyor. Kim bilir sırtını kime yasladı, ne büyük gücü var, diye düşünülerek o kişi yüceltiliyor. Zaten bu yüzden gösteriş kültürünün çok yaygın olduğu yerlere ve dönemlere baktığında, orada çok ezilenin ve yoksulun olduğunu görürsün. Kazanan azdır ki gösteriş orada işe yarar. Farklı kültürlerde de incelemeler yapıldığında bu durum çokça karşımıza çıkıyor.

Mesela giyim kuşam konusu da böyledir. Daha alt kesimlerden gelmiş ve maddi problemlerle uğraşmış insanlar daha özenli ve düzgün giyinmeye çalışıyor. Saçına başına makyajına dikkat ediyor. Maddi problemlerle uğraşmamış insanların ise eşofmanla dolaştığını görürsünüz.

Dilek Karagöz

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Paylaş

Son Yazılanlar

Dijital içeriklerin gastronomiye etkisi

Gastronomi, bir yandan kadim geleneklere ve yerel tatlara dayanırken diğer yandan sürekli yeniliklerle şekillenen dinamik bir alan. Bu hızlı değişimin önemli bir ayağını, hiç şüphesiz

Gastronomide geleceği şekillendirmek

Turizm, gastronomi ve ağırlama sektörleri, hem ekonomik hem de toplumsal açıdan dünyada çok önemli bir yer tutuyor. Bu alanlar, hem yerel kültürlerin korunmasını hem de

Bu resimlerde herkesin duygusu saklı

Bilinçdışı renklerle konuşuyor. “Bazı organik meseleler” Ressam, oyuncu ve iç mimar Melis Babadağ, “bazı organik meseleler” isimli ilk kişisel resim sergisini The Art Capsule Gallery’de

Edebiyat ve popüler kültür

Popüler kültüre hapsolmuş en popüler davranışlardan biri nedir diye sorsanız, hiç düşünmeden popüler kültüre küfretmektir, derim. Sondaki lafı başta söyledim ama mevzunun özeti bu sevgili

Tarihin en eski rehberi olan genetik

Son dönemde ne kadar çok duyar olduk değil mi ? DNA artık kulağımıza eskisi kadar uzak gelmese gerek. Sahi uzak mıydı ki, bizler genetik parçacıklar