“RTÜK Yasası iki büyük medya patronundan çıktı. DSP, ANAP ve MHP buna EVET dedi. Patronlara medya dışı iş ve bankacılık imkanları açılırken, MHP bir de gazetecilere hapis maddesi koydurdu. Yani bu baskı ortamı AKP’ye gökten inmedi. AKP bunun nasıl yapıldığını çok güzel öğrendi”
Yüzü suskun, kalemi konuşkan, köşe yazarlarının çelebisi UMUR TALU, sol aktivist olarak geçen öğrencilik yıllarında Boğaziçi Üniversitesi’nde özellikle Kapital’i ve Artık Değer Teorilerini anlayabilmek için Ekonomi okuyan Umur Talu, hızla tırmandığı gazetecilik kariyerinde defalarca kendisini, kültürel kökenlerini, ideallerini yeniden anlamaya, Genel Yayın Yönetmenliği’ni bıraktıktan sonra dahi gazeteciliği sıfırdan öğrenmeye çalışmış, hangi kesimden kim olursa olsun mutlaka ‘hırpalanmış’ insanların hakkını aramış sahici bir insan.
Basınköy’de geçen çocukluğu, aile geçmişinden gelen vicdanı, görmüş geçirmiş dürüstlüğüyle TİP’e katılımını Doğan Apartmanı’nın çatısındaki mini kütüphanede gerçekleşen röportajda anlatırken, hedeflerindeki üç aşamadan bahsetti.
Bir, geniş ittifakın çabalarıyla başta Cumhurbaşkanı olmak üzere 21 yıldır kemikleşmiş kadroyu değiştirmek. İki, bir an önce Meclis’te grup kurarak en aktif, en gür muhalif sesi çıkartmak, üç sosyalist kültürü tanıtmak ve geliştirmek. Anlaşılan o ki; TİP’in bu seçimde öncelikle iki acil hedefi var.
Seçime girerken Türkiye İşçi Partisi az sayıdaki yeni katılımlarla çok konuşuldu. Toplumun belli bir kesiminde tatlı bir rüzgar ve eğilim de hissediliyor. Siz bunun ana nedenini neye bağlıyorsunuz?
Partiyi asıl sürüklemiş olan isimler Meclis’te yüzlerini ve seslerini saygıyla ve merakla izlediğimiz, dinlediğimiz dört milletvekilidir.
Bu dört milletvekili belki 44 milletvekili, belki de daha fazlası kadar ses çıkarabilen, toplumun tüm acılarını ve tüm umutlarını kapsayabilecek potansiyeli gösterenler. Bugün listelere baktığımızda da çalışan ve uğraşan, dinamik ve sesi yüksek çıkan gençler çoğunlukta.
Lucescu’nun tercümanı Turgay Vardar’ın cenazesinden sonra Fatih (Altaylı) gazetedeki odama geldi. “Umur Abi” dedi, “Biz yanlış yaptık sana. Şu şu koşullarda bana ‘bunu yazar mısın dendi, ben de tamam‘ dedim.” Özür diledi, o kırgınlık bitti benim için ama arşivlerde kaldı. O yasa sürecinde beni yıpratmak için, beni itibarsızlaştırmak için yapılmış organize bir şeydi, maalesef.
Yenilere dışarıdan bakınca, siyasi hırstan azade insanların topluluğu gibi bir havası var ama…
Yok. Siyasi hırsımız var. Gitmesi gerekenleri bir şekilde yolcu etmek, onlardan hesap sormak, iyi şeyler yapabilmek için varlık göstermek… bu hırsın bir parçası da Meclis’te grup kurabilmek, en az 20 milletvekiline ulaşabilmek. Hepimiz hırslıyız, çünkü her birimiz öfkeliyiz. Umutlu olmak istiyoruz. Siyasi hırstan kastedilen parti içi çekişme yahut kariyerizm ise, onu yapmak isteyenler için başka partiler var, gidip onlara katılabilirler. TİP içten pazarlığı olmayan bir parti.
Sosyalist, komünist denince uygulanan bir şiddet, sıradan insanlar arasında dahi en azından bir psikolojik şiddet vardır. TİP’in kapıları milliyetçi, muhafazakar isimlere de açık mı?
Parti Yönetimi, parti kültürü, parti disiplini, partinin kısa ve uzun vadeli hedefleri açısından elbette bir dikkat, özen, eleme olması gerekir. İsteyen kapıdan atlasın gibi bir politikadan söz edilmez, çünkü parti yol geçen hanı değildir. Partinin bir yönetimi, onun bir çeperi, adayları, gönüllüleri vardır.
Oy verirken, gönüllülük esasına dayalı çalışırken de elbette, insanların geçmiş kimliklerinden öte, o sıradaki düşünceleri, o sıradaki değişen idealleri, o sıradaki öfkeleri, kendi içlerindeki birtakım değişiklikler önemlidir. Oy verirken kimsenin sizinle aynı kimlikte olmasını bekleyemezsiniz. Acılar ortaktır. Pazar yerinde çocuğuna bir şey götürememenin acısını aynı anda birlikte çekiyorlarsa ve TİP’in bunu en net ve en çok dillendiren parti olduğunu görürlerse, hepsi aynı anda TİP’e sempati duyup, oy kullanabilirler.
“Yazılarım benim namus belgem… Elbette bunların arkasında vicdanlı bir ailede büyümek, vicdanlı öğretmenler görmek, vicdanlı bir aile kurup çocuklar yetiştirmek, vicdanlı arkadaşlara sahip olmak gibi bir geçmiş var”
Yetmişli yıllarda Demiryolu-İş İstanbul Şubesi’nde eğitim, sendikal eylem, araştırma, toplu sözleşme, işçi kütüphanesi, işçi tiyatrosu gibi deneyimleriniz var. Ülkemizde işçi sınıfı sendikal mücadelesinin dünü ve bugününe baktığınızda, en çarpıcı tespitiniz nedir?
Bahsettiğiniz yıllar benim gençliğim, öğrenciliğim, sol aktivist olduğum, bunu da en çok sendikal örgütler içinde yapmak istediğim bir dönem. Demokratik Sol ve Ecevit’in CHP’sinin belki de en sol hali. Oradan başlayarak ‘74 sonrası soldaki bütün fraksiyonlara, gruplara kadar yayılan müthiş bir dönem.
Ama aynı zamanda çok acılı bir dönem. Faşist baskıların çok yoğun olduğu, devlet baskısının yavaş yavaş milliyetçi cephelerle kendini tahkim ettiği ve darbeye doğru taşıdığı, katliamların olduğu, karşılıklı cinayetlerin olduğu, hatta sol içi tasfiye ve çatışmaların da olduğu çok karmaşık bir dönem aynı zamanda. Bütün istihbarat örgütlerinin devlet içi ve yurt dışından da dahil olduğu bir dönem.
Türkiye İşveren Sendikaları “Artık gülme sırası bizde” diyor, CIA 12 Eylül için “Bizim çocuklar yaptı” diyordu. Baktığınızda o darbenin şekli şemali de ortaya çıkıyor. Tabii o günden bugüne farkı çok net görebiliyorum, o günkü çoğunluk, o günkü keskinlik; olumlu ya da olumsuz değerlendirebilirsiniz ama, o günkü sendikal mücadele bugün çok zayıf. Keskinlik maddesi üzerinde durursak, bugün öyle mi olmak gerekir, bundan emin değilim.
Sendikal mücadele ne zamandır ezik?
12 Eylül’den bu yana ezilmiş, bastırılmış, dağıtılmak istenmiş. Son 20 yıllık AKP’nin de sendikalardan, örgütlerden hoşlanmayan bir iktidar olduğu aşikar. Soldaki herkesin de çok hatası oldu. İşçilerin bir bölümü muhafazakarlaştı, bir bölümü milliyetçi oldu. Ama şu anda hepsinin ortak acıları, sıkıntıları var.
Eve ekmek götürme, işsizlik tehdidi, esnek çalışma sistemi, taşeronlaştırma, yarına dair, geleceği dair umutsuzluk, örgütlenme çalışmalarının ezilmesi, işten atılmalar. En modern, en Batılı gibi görünen işletmelerden en sıradan atölyelere kadar ortak bir dert. İşçiler de kendi güçlerini tekrar tekrar keşfetmek zorunda. Yetmişlere göre zayıf olunan yer orası. Ama umut hiçbir zaman sönmüyor işte, umudu yeşertecek yeni kuşaklar mutlaka çıkıyor.
TİP’e katılımınızı Mehmet Aslantuğ gibi ‘güzel abilik’ ya da ‘dayanışma’ gibi bir saikle mi, yoksa tam bir siyasi mücadeleye girmek olarak mı açıklarsınız?
Yok, ben tam olarak siyasi mücadele vermek olduğundan eminim. Herkesin sürecini bilmiyorum ama ben evraklarımı kendim topladım ve götürdüm. Gerçekten mezuniyet belgeme kadar kendim dosyaladım da gittim. Sağolsun İstanbul İl Başkanı Cengiz (Yeter) tabii ki ilgi gösterdi, karşıladı.
Evraklarımı teslim ettim. “Mülakata gireceğim ben,” dedim. Arkadan SMS yolu ile gelen mülakat çağrısına uydum. Bir adaylık ihtimali çıktı. Ben biraz İzmir, biraz İstanbul’da yaşıyorum. İzmir olur herhalde diye düşündüm hatta. İstanbul 3. Bölge’den aday oldum.
“Belki gazetecilikte çabuk yükseldim, ana medyada çabuk bir yerlere geldim, hep onun profesyonel hakkını vermeye, dürüst olmaya çalıştım. Yüreğimin vicdanımın sesini de kaybetmemeye çalıştım. Bu da bir gerilimdir aslında Türkiye medyasında”
Siz örgütlü Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde Gazetecilik Bildirgesi kaleme almış insansınız. Daha önce hiçbir siyasi bildiriye imza atmışlığınız var mı?
Tabii ki daha önce gazeteci olarak hiçbir siyasi bildiriye imza atmadım, çünkü ‘kendi yazdığım’ ilkelere aykırıydı. Ama İnsan Hakları ile ilgili en çok yazan gazetecilerden biriyim. Ama herkesin İnsan Hakları… buna ezilen, mobbing’e uğrayıp intihar eden asker, polis de, normalde sol kesimlerin görmediği, dışladığı kesimler de dahil. Öldürülen Kürt çocuklar, ezilenler.
Roboski’nin bir tarafında öldürülen köylüler de, -resmi adıyla Uludere, ki aynı yer biliyorsunuz- orada uçuruma düşen ve o köylülerin kurtarmaya çalıştığı 13 asker de dahil. Benim bakış açım bu. Ben bunları yıllardır yazıyorum, çünkü içimde taşıyorum. Elbette bunların arkasında vicdanlı bir ailede büyümek, vicdanlı öğretmenler görmek, vicdanlı bir aile kurup çocuklar yetiştirmek, vicdanlı arkadaşlara sahip olmak gibi bir geçmiş var.
Dedenizin babası Recaizade Mahmud Ekrem, dedeniz Ercüment Ekrem Talu, babanız Muvakkar Ekrem Talu. Hatta ablanız Çiğdem Talu. Bu önemli kişilikler içinde sizi en çok enterese eden hangisi?
Babam. Babamla çok vakit geçiremedim. Ben tam olarak altı yaşında bile olmadan öldü. Babamdan en çok ne hatırlıyorsun derseniz, açıkça söyleyeyim futbol hatırlıyorum. Çünkü radyoda maç anlatan ilk canlı yayın spikerlerindendi. Bana bahçede futbol çalıştırdığını hatırlıyorum. Maça götürdüğünü hatırlıyorum. Radyoda sesini duyduğumu hatırlıyorum.
Onun ölümünden hemen sonra, sınavla yatılı okula, Galatasaray’ın ilkokuluna girdim. Okulun ilk günleri orada sadece anneler bulunuyordu. Ben de uzun süre herkesin babası ölmüş sandım, sonra öğrendim. İlk iş babası ölmüş çocukları aradım. Ayrıca çok iyi bir annem vardı, hem anne hem baba olabilen bir anne. Ama o yatılılık bir kolektiflik kazandırdı bana.
İstisnalar elbette olmuştur. Ama paylaşmayı öğrendim. Okulda en varlıklısı da vardı, en yoksulu da. Kıyafet serbestisi konusunda herkes kendini ayarlıyordu. Bu bile bir dayanışma duygusuydu. Ben tabii ki bahsettiğiniz ailenin soyundan, babamın ikinci eşindenim, dolayısıyla abim ve ablamla aynı evde büyümedim. Onlarla yaş farkımız çoktu. Tek çocuk gibi doğdum, ama neden tek çocuk gibi büyümediğimi anlatırım.
Basınköy’de büyümüşsünüz, bize çocukluğunuzun Basınköy’ünüzü anlatır mısınız?
Herkesin kapısının açık olduğu, insanların isimlerinin şöhretli ama hayatlarının çok mütevazı olduğu bir yerdi. İkisinin bağdaşabileceği bir ortamda büyüdüm. Sonradan abi, amca dediğim insanlarla aynı gazetelerde çalıştım.
Yaşar Kemal’le omuz omuza yürüdüm, Orhan Kemal’in çocukları arkadaşımdı. Çetin Altan’ın çocuklarıyla da beraber büyüdüm diyebilirim ama onlar benden büyüktü. Orada ve yatılı okulda tek çocuk gibi büyümedim. Hep etrafımda bir sürü çocuk, bir sürü insan, bir sürü baba, abi, abla, kardeş vardı.
Yani ben Orhan Kemal’i gördüğümde küçüktüm, hiçbir kitabını okumamıştım. Yaşar Kemal’i gördüğümde de okumamıştım. Çetin Altan’ın makalelerini bilmiyordum ama sonra yavaş yavaş bu insanların ne anlatmak istediği kitapları, yazıları yüreğimde büyüdü. 15-16 Haziran İşçi Hareketiyle, ki hala ufaktım, bir bağdaştırmaya giderek Galatasaray Lisesi’nin sonlarında o zamanki TİP’e sempati duydum ve sosyalist oldum.
1965’teki rüzgarı da çocuk gözüyle izlemiş olmalısınız…
Çetin Abi milletvekili gitmişti. O zamanlar sadece gazeteler vardı, biraz da radyoda ses. Etkileyici bir şeydi. Sonra 12 Mart (1971) geldi. Hepsinin üstünden bir şey geçti. O zamanlar bugünkü gibi çöp konteynırları yoktu, çöp varillerinin içinde kitapların yakıldığını gördüm. 1974 müthiş umutlu bir dönemdi ama 1978’den itibaren cinayetlerin, katliamların arttığı, MC’nin kurulduğu, 12 Eylül’ün olduğu dönemde bu sefer kendi kitaplarımı suya basıp bir yerlerde yok ettim.
Hırpalandık hepimiz. Ben belki de gazetecilikte çabuk yükseldim, ana medyada çabuk bir yerlere geldim, hep onun profesyonel hakkını vermeye çalıştım, dürüst olmaya çalıştım. Yüreğimin vicdanımın sesini de kaybetmemeye çalıştım. Bu da bir gerilimdir aslında Türkiye medyasında.Yazılarımda ise sadece hırpalanan insanları dikkate aldım.
Gazetecilikte ilk adımlarım ekonomi muhabirliğidir, ki ekonomi sayfaları otuz tane banka müdürü ve patronun sesidir. Ben ise otuz bin tane banka çalışanını yazmak istedim her zaman. Call Center’ları yazdım, Tuzla tersanelerini, Davut Paşa Maytap Fabrikasını, OSTİM’i, Esenyurt’ta yanan işçileri yazdım.
Bütün bunları yazmak için sosyalist olmak gerekiyor mu? Hayır. Bunun için vicdan gerekiyor ama bunun da ötesinde bir şey yapabilmek için, siyasi bir bakış açınızın olması gerekiyor. Sadece merhamet, sadece acımak, sadece vicdanınızla konuşmak değil; bunların sebebi şudur, bunların önlenebileceği düzen budur, Hukuk Devleti şudur diyebilmeniz lazım.
Yazmak ile siyaset yapmanın etkisini karşılaştırsak, siyasi mücadeleye atılan Umur’la yazı adamı Umur arasında nasıl bir fark bekliyorsunuz?
O yazılar benim namus belgem. O yazılar olmasaydı, bugün buna cesaret edemezdim. Sık sık televizyonlarda konuşan şöhretli biri değilim, ben sadece işimi düzgün yapmaya çalıştım. O yazılar olmasaydı, ben bugün seçim bölgemde kendimi anlatamaz veya “Evet ya, ben seni de yazmışım,” diyemezdim.
Mobbing sonucunda intihar eden askeri yazdığımda bana “Siz de emekli astsubay mısınız?” diye sormuşlardı. Hayır, bir şeyi hissedebilmek için O olmak gerekmiyor. Tam tersine, O olduğu halde hissedemeyenler çok. İşçi olduğu halde işçilerin ezilişini hissedememek, ciddi sorun. Bu insanlar AKP’ye oy verirken bu partinin aslında az sayıda insanı zengin etmek için, çok sayıda insana biraz beton, biraz ekonomik büyüme, biraz din satan bir parti olduğunu anlatmak gerekiyor.
Benim şu anda hitap etmek istediğim insanlar dindarlıklarıyla tercih yapan insanlar. AKP’ye oy veren vicdanlı insanlara da kendi bölgemde bunları anlatmaya çalışıyorum. Ve o bölgelerde mesela “Şişe Cam direnişinde en iyi yazıyı siz yazmıştınız” diye hemen hatırlayan, başlığı bile söyleyen, artık emekli olmuş bir işçiyle oralarda da buluşuyoruz. Mücadele azmini artık çocuklarına da devretmiş oluyor ve o çocuklar artık bizim seçmenimiz, yol arkadaşımız, umut dayanışmamız.
İşçi tanımı da değişti, genişledi artık, siz bana kendi işçi tanımınızdan söz eder misiniz?
İşçi Sınıfı bitti diyenlere inat, ben tam tersine proleterleşmenin çok yaygın olduğunu düşünüyorum. İçerikler değişmiş olabilir ama bana göre beyaz yakalı, üniversite bitirmiş, bankada çalışan, orada bir otoritenin altında, otoritenin dayattığı biçimde çalışan ve hedef manyağı yapılan bankacılarla madene sokulan arasında işçilik açısından bir fark yok. Tanım burada genişliyor.
Evde home office çalışan, belli zaman, belli hız ve belli dayatmalara tabi olan, sadece bir zincirin, bir halkanın parçası olan da işçi bana göre. Daha öteye gideyim, profesyonel askerler, helikopteri çalıştıran, helikopterin parçasını tamir eden teknisyen, tankı çalıştıran da otoriteye tabi. Onlar da Ordu’nun proleteryası. Çeşme Adliyesi önünde kafasına silah dayayıp intihar eden ve cebindeki üç kuruş paranın hesabını vasiyet olarak bırakan çaresiz Polis Erol da.
Onları haksızlıklara teşvik eden, ve kadınları, işçileri dövmeye teşvik ederken onun ruhunu, geleceğini, ailesini dayaktan, hakaretten geçiren, o otoriter işleyişin baskısı altında, o insan kendini böyle görmüyor diye biz o insanları öyle görmekten men edemeyiz kendimizi. Solcu filan değildi Polis Erol, kendi çaresizliğiyle intihar etmişti ama cebinden çıkan pusula soldaydı! Kendi ölümüyle İnsan Haklarını vurguladı kelimesi kelimesine.
Fatih Altaylı ile hesaplaşma
Röportajın başında ‘hesaplaşma’dan bahsettik ya, size sormadan edemeyeceğim. Siz Fatih Altaylı’yla nasıl hesaplaştınız?
Aslında Fatih’le aynı okuldanız, aramızda belli bir sempati de vardı. O henüz Hürriyet’e geçmemiş radyocuyken, benim diğer gruplarla mücadelemde beni çok destekliyordu. Hürriyet ve Sabah ayrı gruplar. Sonra ben bu RTÜK Yasası’nın aleyhinde yazdığım dönem, ki RTÜK Yasası’nın çıkartılmasını isteyen Aydın Doğan’ın Milliyet gazetesinde olduğum halde konuyla ilgili ısrarlı yazılar yazıyordum. Aynı zamanda da Gazeteciler Cemiyet’inin Yönetim Kurulu’ndaydım.
Yani bu sipariş yasaya karşı örgütlü olarak da mücadele ediyordum. Anayasa Mahkemesi Başkanı olup o medya gruplarına randevu vermeyen -Ahmet Necdet Sezer de bu yasaya karşıydı. Ahmet Necdet Sezer birden Cumhurbaşlığına seçildi. Benim Sezer’le özel bir bağım olmadığı halde o benim yazılarımdan ötürü bana sempati duyardı. Ben hayatımda onu hiç aramadım ama o çok mütevazı bir şekilde beni arayıp telefonu kızım açınca “Ben Cumhurbaşkanıyım kızım, baban evde mi?” diye sormuştu.
Fehmi Koru benim için “Sezer’in görüştüğü tek gazeteci” diye yazdı. Bu arada, Sezer beni sadece iki kez aramıştı. Bu da RTÜKçü medya iktidarını da siyasi iktidarı da rahatsız etti. Bugün o yasaya muhalefet eden kadrolar AKP ile RTÜK bir yana Kütükçü; o yasayı yapanlardan MHP ile birlikte.
Sezer’in vetosunu sizden mi bildiler?
Tabii, sanki böyle bir şeyi etkileyebilirmişim gibi. Milliyet’ten kovulduk biliyorsunuz, hadi ben isyankarım. Bedri Koraman kovuldu, Duygu Asena kovuldu, Zeynep Oral kovuldu, Turhan Selçuk, Yalçın Doğan, Akal Atilla, Nilgün Cerrahoğlu da kovuldu. Bakın, dördü bugün artık yaşamayan bu insanlar Milliyet’le özdeşleşmiş insanlar ve benim yaptıklarımı da yapmıyorlar.
Kendi düzgün işlerini yapıyorlar. Ben ortada kaldım, üniversitede kadrolu çalışmaya başladım. Star gel bizde yaz dedi. Size nasıl yazayım, “Siz bellisiniz, ben belliyim” dedim. “Söz, hiç karışmayacağız” dediler. Cem Uzan siyasete girene kadar bir yıla yakın orada ikinci tur yazılarla devam ettim konuya. O süre içinde de hakikaten karışmadılar. Birdenbire Hürriyet’te Fatih’in yazısını gördüm…
Peki Altaylı’nın o tarihte yazdığı gibi siz Söz Gazetesi’nden ayrılırken arşivdeki dosyaları sildiniz mi?
Olabilir mi böyle bir şey. Ben böyle bir şey yapabilecek bir insan mıyım? Fatih nereden bilecekti, orada yoktu. Ona birisi yazdırmış. Orada 100-150 tane gazeteci var, öyle olsa bu insanlar hayat boyu beni böyle anar, yüzüme bakmaz. Bunu yapmadığıma dair hepsi şahit. Bunlar çok büyük yalanlar. O dönem çok sertti.
Olayın özü şudur. RTÜK Yasası’nı Ahmet Necdet Sezer veto etti. Neydi o yasa? Bir: Patronlara medya dışı iş ve bankacılık imkanlarını açıyordu. İki: MHP’nin isteği ile gazetecilere hapis getiriyordu. Bu yasa iki büyük medya patronundan çıktı. DSP; ANAP ve MHP buna Okey dedi. MHP bir de gazetecilere hapis maddesi koydurdu.
Süreç nasıl işledi? O yasa veto edildikten sonra bir yıl boyunca değişiklik yapılmazsa Cumhurbaşkanı da bir daha veto edemez! O gün bunun yolunu açtığınızda, bugünü hazırlıyorsunuz işte. Yani baskı ortamı AKP’ye gökten inmedi. AKP de çok güzel öğrendi bunun nasıl yapıldığını. O gün yapılanlar bugün yapılanlardan çok daha hafif kaldı, onun da hakkını teslim edeyim.
RTÜK Yasası hakkında o gün kalem oynatmayan büyük gazetecilerden şimdinin muhalifleri kimler?
Onu da siz bulun, ben söylemeyeceğim, çünkü çoklar. Yalnız size ‘karşı çıkan’ iki isim verebilirim, ki iktidar milletvekiliydiler. Biri Mehmet Ali İrtemçelik ANAP’ta, diğeri de Uluç Gürkan DSP’de bu yasaya karşı çıktılar.
İftiralar karşısında nasıl hesaplaştınız Fatih Altaylı’yla?
Fatih’in yazısı çıktığı gün ben Star’a rica ettim. Ben bir yazı yazacağım, çok uzun. Bunu web sitelerine vereceğim, siz yarın ister koyarsınız, ister koymazsınız. Onlar da kabul ettiler, ertesi gün de tam sayfa yayınladılar. Tek tek cevap verdim.
Ama şimdi Google’ladığınızda o cevap gözükmüyor. Çünkü Star’ın arşivi kalmadı, gazete el değiştirirken yok edildi. Bende hala var. Aradan yıllar geçti, çok kırılmıştım Fatih’e tabii. Sabah’ta aynı gazetede buluştuk. Ben yine çok kırgınım.
Galatasaray’da Lucescu’nun tercümanlığını yapan ortak tanıdığımız Turgay Vardar’ın cenazesinden sonra gazetedeki odama geldi. “Umur Abi” dedi, “Yanlış yaptık sana. Şu şu koşullarda bana bunu yazar mısın dendi. Ben de tamam dedim.” Özür diledi, o kırgınlık bitti benim için ama arşivlerde kaldı.
O yasa sırasında beni yıpratmak için, beni itibarsızlaştırmak için yapılmış organize bir şeydi maalesef. Sabah’tan sonra da beni onun dönemi Habertürk’e çağırdılar. Habertürk’de benim bir dönem iç eleştiri yapan çok sert bir yazımı ise aynen, hatta ilk sayfadan kullanabildi.
Hasan Cemal’le de Emek İttifakı’ndasınız. O Yeşil Sol’dan. Hasan Cemal adına yapılan özel kitapta onun hakkında eleştirel bir yazınız var. Görüşüyor musunuz kendisiyle?
Hasan Cemal olgundur o konularda. Kendi hatalarını ve değişimlerini kabul eder. Ben çok sert eleştiriler yaptım ama o kitapta hepsi yayınlandı. En son T24’te görüştüm. Bu arada TİP için aday olmamdan dolayı T24’teki yazılarıma son verdim.
15 Mayıs’ta bu iktidar giderse medyamızda nasıl değişiklikler olacağını düşünüyorsunuz?
Bir: Çark edenler. İki: Geri dönebilenler olacak. Ama dönülen ve çark edilen yerler ne olacak? Sonuçta buralara gene bir sermaye gelecek. Yahut daha kolektif şeyler çıkacak. Artık eski gazetelerimizin çok da önemi var mı, ondan da emin değilim.
İnternet gazeteciliği?
İnternet gazeteciliği de sorunlu. Bu hız gerçek gazeteciliği biraz engelliyor. Her şeyi hızlı hızlı yapıyorsunuz. Halbuki sindire sindire, araştıra araştıra, patlattığın zaman da çok etkili olabiliyordu. Galiba insanlar patlayan şeylerin bir sonuç vermediğini kanıksadılar. Ben Fransa’da iki sene gazetecilik yaptım. Ana akım medya Jubilemi orada yaptım diyeyim. Çok heyecanlandım.
Neden? İnternet Fransa’da daha mı zayıf? Hayır, daha çok erişimi var, insanların eğitim düzeyleri yüksek. Ama buna rağmen konvansiyonel gazetecilik de var. Uzun araştırmalar, tadı lezzetli yazılar da var. Bunlar ölmemiş yani, yan yana yaşıyorlar. Le Monde’un en önemli gazetecilerinden biri bir site kuruyor çok etkili, ama özel ve büyük haber yaptığı için çok etkili, sadece ahkam kestiği için değil. Sarsıyor yani. Cumhurbaşkanı da ciddiye alıyor, cevap veriyor. Sistem de buna izin veriyor.
O adam Cumhurbaşkanının karşısına geçip soru sorabiliyor. Burada şimdi T24, Gazete Duvar ya da bir başkasına bu imkanı verirler mi? Onu bırakın kırk yıllık gazetecileri almıyorlar karşısına. Yani AKP’li seçmenin düşünmesi gereken şu: Tayyip Erdoğan nereden nereye geldik diyor ya, kendilerinin de aynısını sorması lazım. Bu demokrat palavralardan, demokrasi illüzyonlarından nereye geldik. Kartel medyası falan denilen yerden nerelere, iktidar uşaklığı yapanlara…
Şebnem İyinam