İstanbul’un tam orta yerinde ama terk edilmiş bir mahallesinde, sokak aralarında telaşla koşturan kadınların, adamların romanı Bizim Zamanımız. Orada hikayenin içine girdiğinizde ki Sal sizi oraya sokup o zamanda bırakmayı çok iyi başarıyor. Kendi gözünüzden yaşamı izlerken, Mihrap’la oradan oraya koşuşturuyorsunuz ve zaman duruyor… Kahkahalarla gülerken birden gözlerinizden yaş geliyor ama acıdan. Bizim Zamanımız bir dönem hikayesi, içinde insanlık halleri her anlamıyla karşımıza çıkıyor. Karakarga Yayınları’ndan piyasaya çıkan Sinem Sal’ın yeni romanını mutlaka okuyun derim.
Bir dönem romanı yazmışsın Sinem, seni bu hikayeye yönelten motivasyon neydi?
İlk motivasyonum kuracağım dünyayla ilgiliydi. Uyandırmak istediğim bazı duygular ve kurmak istediğim bir atmosfer vardı. Sağlam bir hüzün, sağlam bir neşe. Esaslı bir korku esaslı bir cesaret. Buralardaydım. Tüm kurguyu detay detay yazmadan önce ilk bölümü yazdım bir gece. Motivasyonum romanın ilk bölümü oldu aslında. Sonra tümüyle durup çalışmaya başladım. Otuz bölümü ve karakterleri çalışıp bitirdikten sonra yazmaya başladığımda yolda şekillenen bir hikâyeden ziyade sanki şahit olduğum, gördüğüm şeyleri yazıyormuşum gibi rahat bir yol aldım.
İstanbul’un içinde bir başka İstanbul izliyor okuyan ve soluk soluğa sokaklarda, evlerin içinde dolaşıyor. Bu koşturmacayı nasıl oluşturdun, Mihrap oldun mu hiç yazarken?
Bir tarz belirlemekten korkuyorum. Ama bitmiş bir roman olduğundan bu kitap özelinde konuşabilirim. Bu kitapta bir baba kaybı var, bir ayrılık var, bir tuhafiye dükkânını geçindirmeye çalışan kadınlar var, aldatılan bir kadın var, intihara teşebbüs eden bir kadın vs… Ama tüm hikâyelerin ağırlığını vermek için duygularını çekiştirmedim, görülmeleri için yavaşlatmadım, duyulmaları için avaz avaz bağırsınlar istemedim. Tam tersi bir yol denedim.
Uzun zaman oturunca bacakların uyuşur ve bunun en iyi çaresi, hepimizin bildiği gibi, bacaklarımızı hareket ettirmektir. Bu kadınların koşturması da bundan. Yıllarca evlerinin olduğu sokağı, günaydın ve iyi geceler arasında geçirdikleri mutfaklarını, aşksızlıktan kırılan kocalarını, dişi kuşluğun yuva yapmaya yetmediği iki oda bir salonlarını bırakmamışlar. O kadar çok durmuşlar ki ayağa kalktıkları ilk anda ayağa kalkmaları yetmiyor harekete de geçmeleri gerekiyor.
Mihrap oldun mu ne güzel soruymuş… Mihrap’ta senden bir şeyler var mı diye soruyorlar genelde. Her karakterle eşit mesafede durmadım ne yazık ki. Çünkü anlatıcım Mihrap. İnsan kendiyle olan yakınlığını diğerleriyle kurabilir mi?
Yaşayanları değişince hikayeler de değişiyor
Roman hem sosyolojik hem de psikolojik bir örgüyle çok başarılı ilerliyor. Bu kadınlar ve adamlar aslında hep bildiğimizi sandığımız ama unuttuğumuz insanlar. Sen bu kadar yakından onları bize tekrar göstermiş oluyorsun. Mihrap, Asiye, sevgilisi Dalyan… Bize ne kadar uzak ve yakın sence?
Hikâyeler tanıdık belki ama yaşayanları değişince hikâyeler de değişiyor. Ses tonlarımızın birbirinden farklı olması gibi. Duyulsak da aynı şeyi anlatsak da ses tonlarımız farklı.
Bir zamanlar bir film izlemiştim. Orada, otobüste yolculuk eden bir adam yanındaki kadına sanırım şöyle diyordu, “Bu şehirde gördüğün her insan kadar ayrı bir roman ve hikaye var.” Çoğunlukla görmediğimiz ve umursamadığımız hayatların bir tık uzağımızda ama bambaşka dinamikleri olduğunu gösteriyorsun. 90’lar bize ne kadar uzak?
Altmış yaşında bir kayıp yaşadığında, beş yaşındaki hâlinle tepki verebiliyorsun. Geçmiş dediğimiz şey aslında bize bu kadar yakın. Tam da şu anda. Nesilden nesile aktarılan şeyler olduğu kadar kendimizden kendimize aktardıklarımız da var. Doksanlar en basit tarafıyla, teknolojinin hayatımıza gerçek anlamda ilk girdiği yıllar ve biz o yıllarda tatlı saçmalama hakkımızı öyle çok kullandık ki geriye sadece ciddiyet kalabilirdi. Neyse ki arkamız sağlam.
Bir de romandaki en can alıcı olay var. Dalyan’a ciğerini vermek… Gerçekten de birine ciğerini de versen bazen beş para etmiyor ya amiyane tabiriyle. Aşkın içinden geçerken bunca kendini verişin sonu nereye varıyor?
Eğer kendinle bağın kuvvetliyse, sürekli vermenin sonu kendini bulmaya varabilir. Sürekli tekrarlanan senaryolar yaşıyorsak, oraya dönüp bakmak gerekiyor. Başıma ne geldi, ben bunu nasıl algıladım ve nihayetinde o şeyle ilk nasıl baş ettim, baş ettiğimi sandım? Bu sorular aşkta da aşksızlıkta da çok değerli. Mihrap bu anlamda bana tutarlı ve adil geliyor. Fazlasında gözü yok. Yıllarca elektrikli süpürge makinesi, mutfak robotu, bulaşık makinesi olmuş. Kitabın bir yerinde mesela şey diyor: “Bir kalenin önündeyim. Kim beni koydu buraya, nasıl ve ne sebeple geçtim bilmiyorum. Ama anlamalıyım. Takımımı üzmemek için gol yememeye çalışıyorum. Topu takip etmem gerekiyor Dalyan. Tüm hareketleri tahmin etmem gerekiyor. Karşı takımı iyi tanımam gerekiyor. Çalımlarını bilmem gerekiyor. Ne kadar kaldığını bilmem gerekiyor. Ama ben yere uzanmak istiyorum. Sonra kalkıp anlamsızca koşmak istiyorum. Biraz sakatlanmak istiyorum. Kendi hatamla gol yemek istiyorum. Ceza alacağımı bile bile gol yiyince bir sigara yakmak istiyorum. Kalemi boş bırakmak istiyorum. Bir tek böyle kazanacağım. Biliyorum.” Mihrap diyelim hata etti. Bence hata etmeden önceki hâlinden yine de daha iyidir. Birinin ciğerini söküp almak istemiyor ki sadece verdiği gibi ciğerini almak istiyor.
Onların kahkahası çözümsüzlükten değil
Yaşadığın şehre, insanlara, yaşamlara yabancılık sence nerede başlıyor. Romanda kendini kurtarmış sayılan Füsun bile mahallenin bir ucuna kadar gitmiş. İnsan ağlamak isterken kahkahalarla da gülebiliyor okurken. Sence kaybedenler hep kaybetmeye mahkum mu?
Bir gün taksiyle Beylerbeyi Sahili’nden Çengelköy’ün yukarılarına doğru gidiyorduk. Bir anda bir şarkı çalmaya başladı. Adı “Geberiyorum”. Adam dedi ki “Abla şarkı çok güzel. Sahilden devam edip yukarı çıkayım mı şarkı bitene kadar. Üç beş lira az alırım.” Radyonun sesini açtık ve sahilden gittik. Dünyanın en acı şarkılarından birinde radyonun sesini açıyorsan, acı tanıdık geldiği için olmalı. Ama bir acı bundan daha güzel çekilebilir mi? Sahilden gidecek kadar da seviyor hayatı. Bazı acıların yaşanma hâli benim çok ilgimi çekiyor. Mezelerimizi hazırlıyoruz, rakı için buzluktaki buzları kontrol ediyoruz, yalnız kalmamak için kendimize bir refakatçi listesi oluşturuyoruz. İçimiz kıyılırken ne birini ne kendimizi doğruyoruz. Bir de tüm bunların üstüne neden acı çektiğimizi anlamaya çalışıyorsak da şahane. Çünkü bunların hepsinde hayat var.
Bizim Zamanımız’daki kadınlar da başlarına türlü felaketler geliyor ama sahilden gidiyorlar. Dizlerini döve döve ağlasalar da günün sonunda dizlerine vura vura gülüyorlar. Onların kahkahası, neşesi çözümsüzlükten değil. En ilkel silahlarına davranıyorlar.
Ve 2000’lerde sence Mihrap nerededir?
Mihrap tam da istediği golleri yedikten sonra kalecilikten ayrılmıştır. Bir süre tribünde takımını desteklemeye devam etmiştir. Sonra da takımının atkısı boynunda, o büyük gürültülü stadyumdan dışarı çıkmış, şöyle bir nefes almıştır.