Ayrıntı Yayınları Editörü Enis Rıza Sakızlı ile kitap yayıncılığını konuştuk. Sakızlı, Türkiye’de genel bir yayın standardı olmadığını söylüyor.
Kitap yayıncılığı, her geçen gün artan kitap sayısı ile Türkiye’de büyüyen bir alan. Zihin dünyamızı zenginleştiren yayınlar, kültürümüzü ve bakış açımızı genişleten eserler ya da sadece belli bir ücret karşılığı basılan kitaplar… Yazarlar ya da bir kitap sahibi olarak imajını(!) kuvvetlendirmek isteyenler… Nasıl olursa olsun pekala nicelik arttıkça niteliğin artmasına da dolaylı bir katkı sağladığı düşünülebilir.
“İmla hatasına bile tahammül etmeyen ciddi bir okuyucu var”
Ayrıntı Yayınları’nın editörü Enis Rıza Sakızlı diyor ki; “Türkiye’de bu konuda ortaya karışık bir durum var.” Sakızlı, niteliği sorgulanacak kitapların sayısının artmasından şikâyet edilse de, çok ciddi bir okur kitlesi olduğunun da altını çiziyor; “Üstelik belli bir okuma seviyesine hitap eden kitaplar çok satabiliyor ve bu okurun kitapta bir imla hatasına bile tahammülü yok. Bu Türkiye için oldukça şaşırtıcı. Aynı zamanda çok iyi üreten kafalar bulunuyor ve bu genç kuşağa yol açmak gerekiyor.”
Enis Rıza Sakızlı ile söyleşimizin birinci bölümünde, yayınların içeriğinden editörlerin tavrına, eleştirmen yoksulluğundan yazarların tanıtım kaygısına kadar, kitap yayıncılığına dair birçok sorunun cevabını aradık.
Türkiye kitap yayıncılığı konusunda hem nitelik hem de nicelik olarak sizce nasıl bir tablo çiziyor?
Aslında bu konuda Türkiye’de çok garip bir durum var; neredeyse bütün dünya literatürü Türkçe basılmış durumda ve çok iyi kitaplar bulunuyor. Bir grup yayınevi, kendi dünya görüşü, hayata bakışı, hayatla meseleleri açısından çok iyi kitaplar basıyor ve bunu satış kaygısı olmadan, kitabın Türkiye’nin zihin dünyasında yer alması gerektiğini düşündüğü için yapıyor. Yanı sıra ortalama okuyucu için belli bir kalitede kitap basan yayınevleri var. Bir de sadece para alarak kitap basan yayınevleri var. Bunların dışında çeşitli kategorilerde yayınevi sayılabilir. Mesela çok iyi çocuk kitapları basan, bu konuda uzmanlaşmış yayınevleri var. Ayrıca Türkiye’de belli bir okuyucunun konjonktürel olarak satın alabileceği, bizim anlamadığımız ya da anlamak istemediğimiz bir kriterle kitap basan yayınevleri var. Kişisel gelişim kitapları gibi… Bunlar, kendiyle sorunu olan ama çözümü palyatif alanlarda arayan okuyucuya dönük yayınevleri… Dolayısıyla, Türkiye’de genel bir yayın standardından söz etmek pek mümkün değil.
“Hakikaten belli bir okuma düzeyine sahip olmayı gerektiren kitaplar satılıyor”
Ayrıntı olarak, bizim bastığımız öyle kitaplar var ki, hakikaten belli bir okuma düzeyine ulaşmış olmayı gerektiren yayınlar olduğu halde inanılmaz ilgi görüyor. Bazı kitaplar ağır ağır karşılığını buluyor. Hiçbir zaman satış değerini kriter olarak almıyoruz. Editörler olarak seçtiğimiz kitapları, o eserin Türkiye’de bulunması gerektiğini düşünerek belirliyoruz. Ancak Türkiye genelini düşündüğünüzde, hakikaten sıfırdan yüze kadar belli bir eğride bakarsanız, her türlü kitap bulunuyor.
Yani Türkiye’deki yayın dünyasında ortaya karışık bir durum var?
Evet. Çok… İlginç biçimde her şey var ama Türkiye’de olmayan tek şey eleştirel cephe… Bizde güçlü eleştirmenler cephesi yok. Hangi kitaplar basılmış, içerikleri nedir, benim ihtiyacımı hangi kitap karşılar? Bunlara cevap verebilecek, okuduğum veya okumayı düşündüğüm bir kitabın derinlemesine çözümlemesini yapabilecek eleştirmen yok denecek kadar az. Yetişmekte olan okuyucuyu yönlendirecek bir eleştirmen cephesi mevcut değil. Bizde esas problem bu. Yalnız yayınevi için söylemiyorum, bütün sanatlarda bu böyle… Dediğim gibi bazı eleştirmenleri tenzih ederek konuşuyorum ama genel olarak eleştiri cephemiz eksik.
“Türkiye’de bir eleştirmen cephesi yok”
Türkiye’de eleştirmen olmak, “Don Kişot” olmaya soyunmak olarak algılandığı için böyle bir eksiklik olabilir mi? Sanki eleştiriyi kişisel algılayan bir zihin yapımız var. Ne dersiniz?
Aynı zamanda ahbaplık ve dostluk nedeniyle sadece destek vermeye yönelik de çalışıyor. Sonuç itibariyle hakikaten kurumsal bir eleştirmen cephesi yok. Batı’da bir oyunu sahneye koyarsın, bir eleştirmen gelir ve onun ne yorum yapacağını beklerken tir tir titrersin. Çünkü onun yazdığı yazı senin oyununun başarılı olmasını ya da olmamasını belirleyecek bir unsurdur. Yazdığın ya da bastığın bir kitabın eleştirisi de okuyucuya yeni bir zihin dünyası açar ve o kitabı işaret eder. Dolayısıyla, okuyucu tercihlerini yaparken o eleştiriye göre seçimini yapar. Bizde “Eleştirmen” olmak için bir gazetede maaşlı eleman olmak yetiyor. Bunun dışında bağımsız bir eleştirmen olmak, ilkeselleşmiş değil. O yüzden eleştirmenlik mekanizması Türkiye’de, bütün sanatlar için, epeyce tartışmalıdır.
“Türkiye’de akademik çalışma çok sınırlı”
Türkiye’de basılan kitap sayısı için ne düşünüyorsunuz?
Çok kitap basılıyor. Bazen iyi bir kitap evine girdiğim zaman başım dönüyor. Neredeyse her konuda kitap var. Tarih, sanat, sinema, plastik sanatlar, sanat tarihi, arkeoloji vs. Edebi olarak da teorik olarak da çok ciddi bir kaynak var ama Türkiye’de üniversitelerin yapısından kaynaklı olarak çok sınırlı bir akademik çalışma var. Doktora ya da master tezi gibi zorunlu yayınlar bulunsa da, dört yılını verip bir araştırma yapıp kitap çıkaracaksın. Buna imkân verecek bir akademik yapı yok Türkiye’de. Batı’ya baktığınızda, bütün o teorik düzeyde çeşitli konulardaki kitapların gerisinde çok ciddi akademik çalışmalar ve tartışmalar var. Akademiden de okuyucuya doğru uzanan yayınlar çıkıyor.
Peki basılan kitap sayısının artması zihin dünyamızın genişlediğini gösterir mi?
Bunu belli bir kesim için söyleyebilir. Çok iyi kafalar da var ve çok iyi ürün veriyorlar. Yani bir yandan da çok ciddi bir yayıncılık var.
Hangi yayınevleri sizi heyecanlandıran işler yapıyor?
Ayrıntı, Metis, İletişim… Bunların dışında da bir takım yayınevleri var. Bunlar satışa odaklı yayınevleri değil. Ancak bazen de satılmayacağı düşünülen kitaplar okuyucu buluyor, ilginç olan bu ve çözülemez bir durum.
Yayıncılık açısından hedef kitleyi analiz etmek zor yani?
Evet. Hiç kolay değil. Mesela Ayrıntı’nın okuyucu profili de çok ilginçtir. Hiçbir hatayı kaldırmıyor. En ufak imla hatasını bile eleştiri yağmuruna tutan bir kitle var.
Açıkçası Türkiye koşullarında böyle yüksek kriterlere sahip okuyucu profili bir yandan şaşırtıcı da geliyor.
“Deneyimli editörler gençleri küçümsüyor”
Peki editörlük sistemi?
Editörlük, Türkiye’de çok genç bir kurum. Batı’da yarım asrı aşan editörler var. Bu bizde bir elin parmaklarını geçmez. Bizim şimdi bir bağımsız editörler platformumuz var. İleride birliğe dönüşür ya da dönüşmez bilmiyorum ama şu anda bir şekilde kendi kendimizi eğitmenin, yeni editörler yetişmesine imkân sağlamanın, editörler düzeyinde dayanışmanın ve olan bitenden haberdar olmanın bir ortamı olarak sürdürmeye çalışıyoruz. Nedenini bilmiyorum ama çok büyük ticari yayınevlerinin deneyimli editörleri gençlerin arasına girmiyorlar. Bir nevi küçümseme söz konusu…
Ustalık, yetiştirilen insanlarla ölçülmez mi?
Tabii ama Türkiye’de garip bir durum var. Kendilerine rakip yetiştirmek istemiyorlar. Maalesef eski editörler var ama o eski editörlerden devralınmış ve devredilmekte olan bir gelenek yok.
“Editörlük çok genç bir kurum ve bir nirengi noktası yok”
Mesela Avrupa’daki editörler, yazara daha az müdahale edebilir ama Amerika’dakiler eseri baştan kurgulayabilir. Türkiye’de bu konuda öne çıkan bir tutum gelişmiyor gibi?
Tek tek insanlardan söz edebilirsin ama gördüğüm kadarıyla böyle bir nirengi noktası yok. Örneğin Ayrıntı Yayınevi’nde sekiz editör çalışıyoruz. Her birimizin kendi uzmanlık alanı var. O alanlar üzerinden kitaplarımızı seçiyoruz, çevirileri kontrol ediyoruz, bazen hakikaten yeni baştan yazıyoruz, ciddi müdahalelerde bulunuyoruz, son okumadan geldikten sonra bir daha okuyoruz.
“Satış kaygısı ile kitap seçmiyorum”
Siz bir kitabın basılıp basılmayacağına nasıl karar verirsiniz?
Tabi her editörün bir politikası vardır. Ben sinema kitaplarıyla ilgili çalıştığım ve özellikle de sinema eğitiminde problemler olduğunu düşündüğüm için her kitabın bir eğitim yönü olmasına dikkat ederim. İster üniversitede ister bağımsız… Sinemayı öğrenmek isteyen, sinema üstüne düşünmek isteyen, kafa yoran, sinemanın her hangi bir alanında formasyon sahibi olabilmek için çalışan herkesin, okuması gereken kitabı seçiyorum. Seçtiğim kitabın satış kaygısı olmuyor. Çok kapalı bir biçimde, bu kitabı teorik olarak üniversitelerdeki sinema hocalarının okuması gerekir diye düşünüyorum. Karşılık buluyor mu bulmuyor mu, ayrı bir şey ama satış kaygısı ile kitap basmıyoruz.
“İyi editör yayınevinin politikasını bile değiştirir”
Editörün uzmanlığından söz ettiniz. Bunun önemi nedir?
Editörün çalıştığı literatürü bilmesi gerekir. Çünkü bir kitap seçecekse ona göre seçecek. Dolayısıyla, önce bir editörün kafasında, bir yayın politikası olması gerekir. O yayın politikasının, tabii yayınevinin genel politikasıyla uyuşması gerekir, bağdaşması gerekir. Bazen öyle bir editörlük yaparsın ki, gerçekten çok iyiysen yayınevinin genel politikasını bile değiştirirsin.
Editörün vizyonu yayınevinin kalitesini belirliyor?
Kesinlikle. Yani öyle telif eserler var ki, bayağı onu yazanla oturup çalışıyorsun. Ekleyip çıkarması gerekenleri anlatıp müdahale ediyorsun. Kitabı beğeniyorsun belki ama bazı yerleri baştan yazdırdığın bile oluyor. Gerekli olduğunda radikal değişiklikler yaptırabiliyorsun. Bunun için editör olarak formasyonunun sağlam olması gerekiyor. Mesela çeviri eserde sorunlar yaşanıyor. Çünkü Türkçe’de her kavramın karşılığı yok. O kavramların karşılığını bulmak zorundasın. Bu ciddi bir tartışma tabii… Çevirmenin de o kitap konusunda belli bir formasyonunun olması gerekiyor. Her iyi dil bilen kitap çeviremez. Teorik formasyona sahip olması gerekiyor.
“En büyük problem maliyetlerin yüksek olması”
Yayınevlerinin şu anda en önemli problemi nedir?
Yayınevleri açısından en büyük problem, maliyetlerin çok yüksek olması… Copyright maliyetleri, kâğıt fiyatları… Yani bir yayınevinin ayakta durabilmesi için çok ciddi bir maliyet gerekiyor. Bir kitabın arkasında çok ciddi ve geniş bir emek var. Yayınevinin arkasında bir bankaya da büyük bir sermaye yoksa çok güçlükle ayakta duruyorsunuz. Deposundan yayınevi bürosuna, editöründen çevirmenine, son okumacısından dizgicisine, kapak tasarımcısına kadar…
“Kitap dağıtımında politik müdahaleler olmaması lazım”
Dağıtım sorunları da cabası… Dolayısıyla, bir kitabın maliyeti, bugünkü koşullarda bayağı fedakârlık istiyor. Demokratik bir ülkede, devlet sübvansiyonları olması ve kâğıt fiyatlarının ucuz olması lazım. Ayrıca vergi indirimi gerekiyor. Yine kitap dağıtımında politik müdahaleler olmaması lazım. Sansürü kastetmiyorum. O bir yana artık dağıtımcılar da kamplaşma halinde… Yani bütün bunlar açısından çok ciddi problemler var ve bunlara rağmen yayıncılığın sürmesi, bence mucize gibi.
Peki Türkiye’nin şu anki kültürel iklimi yayınevlerini nasıl etkiliyor?
O sıkıntı her zaman devam ediyor ama konjonktürel olarak baktığında kitaplar eskiden, özellikle darbe dönemlerinde, depolardan küreklerle hamur olmaya giderdi. “Seka’ya gitmek” diye bir kavram vardı. Şimdi çok fazla böyle meselelerle karşılaşıldığını sanmıyorum ama işte bir şekilde kitabın toplumsallaşması, topluma dağılması, kitapevlerinin açılması, yaygınlaşması gibi konuların önünü kesen durumlar var. Bu, bize özgü bir şey… Mesela Amsterdam’da sinema kitaplarına bakmak istediğimi söyleyince beni bir yayınevine götürdüler. Fark ettim ki, bütün bir dükkânda sadece sinema kitapları satılıyor.
“Kitabın iyi olması yetmez, yayınevinin okuyucu kitlesi önemli”
Sizce dijitalleşmenin kitap dünyasına etkisi ne oldu?
Artık o da bir kültür. Belli kesimler internet üzerinden okuyor. Hatta internet üzerinden daha ucuza satın alıyor ama bunun da bir toplumsal kültür haline dönüşmesi lazım. Ben hep şuna inanıyorum; bazı kitaplar ağır ağır satar bazı kitaplar hemen tükenir ama iyi kitaplar her zaman okuyucuda karşılığını bulur. Sonuç itibariyle şunu da söylemek lazım; bu pedal çevirmek gibidir. Yayınevi “Ben iki ay kitap basmayacağım, kendimi toparlayacağım,” derse batar. Dolayısıyla, sürekli o pedalı çevirmesi ve istikrarlı kitap basması lazım ki pazarlama açısından yayınevi yaşasın. Bir de her yayınevinin bir okuyucusu var. Yavaş yavaş ve zamanla o okuyucu kitlesi gelişiyor. Yani kitabın tek başına iyi olması yeterli olmuyor. İyi bir kitap olsa bile okuyucun o kitabı istemeyebiliyor. Türkiye’de çok iyi kafalar var. Edebiyatçı olarak da kuramsal alanda da… Hakikaten iyi yetişmiş yazarlar bulunuyor. Ciddi bir genç kuşak geliyor.
“Yazarların sinema aktristi gibi davranmasına gerek yok”
Bir de PR algısı var. Artık neredeyse “Ne yazarsan yaz PR’ın iyiyse kitabın satar” şeklinde bir algı gelişti. Yazarlar her kitap sonrası adeta turneye çıkıyor. Buna ne diyorsunuz?
Evet. Böyle bir durum gelişti. Bunu yapan yazar da var yapmayanı da… Ama ben kişisel olarak şöyle bakıyorum; sonuç itibariyle bir ağırbaşlılığın olması gerekiyor. Yayınevi açısından da yazar açısından da… Tanıtımın bir sınırı var. Kitap dağıtıma verilir, ilanı verilir, duyurusu yapılır, çeşitli eleştirmenlere yollanır. Onlar da isterse kitabın çözümlemesini yapar, kitabı eleştirir veya över. Kitap fuarlarında imza günü olabilir ama bütün bunların ucu kaçmamalı. Sinema aktristi gibi davranmaya gerek yok. Mesela bir defa bir yazara rastlamıştım. Aşağı yukarı 60 tane kitabı vardı. Tanımadığım birisiydi ancak yazdıkları basılmıştı.
Tam tersi tek kitap ile adı edebiyat tarihine geçen yazarlar var…
Doğru. Ahmet Arif sonuçta tek bir kitaba sahipti. Şimdi esas problem şu; genç kuşağa yol açmak gerekiyor. Onların önünün açık olması lazım ki düşünce dünyası, edebi zevk zenginleşsin. Kendi yazarlarını, araştırmacılarını ortaya çıkarsın.
“Yurtdışında hâkim bir genel kültür var”
Bir de şu var; kültür emperyalizminden, popüler kültürün olumsuz taraflarından sık sık bahsedilir ancak bu kavramları doğuran Batı aynı zamanda az önce bahsettiğimiz editörlük ve yayıncılık geleneğine de sahip. Sizce bunu nasıl başarıyorlar?
Hâkim bir genel bir kültür var. Sonuç itibariyle, genel bir okuyucu formasyonu bulunuyor. Ayrıca her yayınevinin bastığı kitap tarzı belli ve herkes karşılığını bulacağı yayınevlerinin kitaplarını alıyor. Bizde kitap seçerken adına bakılıyor, güzelse alınıyor. Yurtdışında ise yayınevine göre kitap seçiliyor. Türkiye’de bu biraz karışık. Bir bankaya ait yayınevleri normal bir yayınevinin basamayacağı kitapları basıyor. Bunun pozitif bir yanı da var ama ciddi bir rekabet de yaratıyor. Sonuç itibariyle, iyi yayınevlerinin çıkardığı kitaplar zaman zaman bu rekabetçi düzeyde eziliyorlar.
Dilek Karagöz