Bütün bir hafta sonu nereden aklıma takıldıysa, ‘’mümkün olan dünyaların en iyisi’’ diye bir cümle takıldı. Okuduğum her kitabı hemen hatırlayabilecek bir belleğim hiç olamadı. Kitabın yazarını, konusunu bir kenara bıraktım ama mümkün dünyalar sorunu üzerine gidip gelen düşünceleri bir türlü aklımdan çıkaramadım. Hele böyle apansız karşıma dikildiğinde, kabul etmek gerekir ki iyi soruydu.
Geçim sıkıntısını, yarın endişesini hafifletme derdine düşerek geçirdiğimiz zamanın bir parçasıyla, dünyamıza iyilikten yana neleri hayal edebilmeyi beceriyoruz sorusu olmalı bu dedim içimden. Dürüstçe söylemek gerekirse ‘mümkün olan dünyaların en iyisini’ düşünmeyeli epey olmuştu.
Dünya hızlı davranıp elimizden kurtulmuştu
Dönüşte sanki hiç tanımadığımız bir dünyaya ayak basmıştık, buraları artık başkaları için ‘mümkün olanların en iyisi’ idi. İnsan hazırlandığı savaşları yitirince, koca bir boşluk mu kalıyor geriye.
Bence bir boşluk değil, her tarafı inceden inceye döşenmiş, rafları, köşeleri doldurulmuş bir dünyada kalıyor insan. Elindekini, aklındakini, içindekini koyacak yer bulamıyor.
İçinde bulunup, seçmiş gibi göründüğüme göre bu hayatı mümkün olanların en iyisi olarak düşünmeliyim. Belki düşe kalka, eğile büküle, döne dolaşa ulaştığım yere biraz çaba, biraz sakınma ile geldiğimi düşünüp, gerisini bilinmez güçlere bağlayabilirim. Yazgı deyince artık birisiyle fazla oyalanmadan topyekün kararlaştırılmış bir gidişi akla getiriyor insan.
Zaman, tarafsız olsa da aramızdaki farklılıkların giderek azalmasına seyirci kalıyor. Birimizin diğerine benzemesi çok da açıklanamayacak bir durum değil. Hepimiz aynı sorunlara mı sahibiz, aynı kıpırtısızlığa mı bilmiyorum. Akışlara, akıntılara kaptırıp, ‘kendiliğimizi’ terk ettiren bu yolculuk nereye?
Mümkün olan dünyalar azaldıkça, yaşama çerağımız tükeniyor. Dalgaları birinden diğerine oynaşırken, bu denizin kayıkları geceyi geçip gündüze varsa da bir birini tanımıyor. Bir göz ucu, bir baş çevrimi kadar, nefesini hissedecek kadar yanında olanla; hapishanede iki hücre komşusu gibi oluyor bazen.
Çürük bir sallanan sandalye edinmiştim. Karşıma da kusursuz görünümü ile bir duvar saati yerleştirdim. Sarkaç, zamanı ileri doğru adımlayan bir asker gibi ilerlerlerken, benim her hareketim sonuçsuz çabalarımı hatırlatan bir yaygara halini alıyor. Hemen kendime ‘çabuk’ yapmam gereken bir iş ile ‘yavaş’ yapabileceğim bir başka iş buluyorum. Her şey için daha zamanım varmış gibi geliyor.
‘’Mümkün olan dünyaların en iyisi’’ni ararken kaybolup gittim galiba…