Mazlum nasıl zalime dönüşüyor

Yahudiler uzun yıllar boyunca itilmişliğe, dışlanmışlığa ve ayrımcılığa maruz kalmışlardır. Bu tutumlar 2. Dünya savaşında doruğuna ulaşmış, Yahudilere karşı korkunç bir aşağılamaya ve nihayetinde soykırıma dönüşmüştür.

Daha önce yüzyıllar boyunca devam eden dışlanmanın etkilerini hesap etmesek bile sadece 2. Dünya Savaşı sırasında yaşadıkları Yahudi toplumunu ve bireylerini büyük ölçüde değiştirebilecek niteliktedir.

Yahudilere önce kötü, suçlu, kusurlu ve değersiz oldukları söylenmiş. Bundan dolayı da kötü muameleleri hak ettikleri dikte edilmeye çalışılmıştır.

Yapılan aşağılamalar ve kötülemeler yavaş yavaş evlerine işyerlerine el konulabilecek, toplama kamplarına sürülebilecek ve  bir köleden daha kötü muameleleri hak eden bir topluluk oldukları fikri işlenmiştir.

Sonra da zararlı ve fazlalık oldukları söylenerek “final çözüm” olarak öldürülmeleri gerektiği söylenmiştir.

İşin daha da acıklı yanı Nazilerin başlattığı bu tutum, sadece Alman etkisinde olan ülkelerde kendini göstermedi, neredeyse tüm dünyada Yahudi olmak, daha değersiz daha aşağı bir insan olmak gibi algılandı.

Şu iki olay Yahudi olmanın; Almanya’da toplama kamplarında, gaz odalarında işkence, zulüm ve katliama maruz kalmaktan öte tüm dünyada yersiz yurtsuz kalmak olduğu anlamına geldiğini anlamaya yeter.

SS St. Louis Olayı; 1939 yılında SS St. Louis isimli geminin taşıdığı 937 Yahudi mülteci, sırasıyla Amerika Birleşik Devletleri, Küba ve Kanada’ya gitmiş ama hiçbiri sığınma hakkı vermediği için gidecek yer bulamayan gemi Avrupa’ya geri dönmüş ve hiçbir yere kabul edilmeyen bu insanlar toplama kamplarında öldürülmüştür.

Struma Olayı; 1941 yılında, Romanya’nın Yaş kentinde, dört bin Yahudinin Nazilerce katledilmesinin ardından zengin ve entelektüel bir Yahudi grubu Filistin’e kaçıp kurtulmak için bir gemi kiraladılar. Gemi, o zaman İngiliz kontrolünde olan Filistin toprakları için vize almak üzere İstanbul’a geldi.

Gemide 791 yolcu ve 10 mürettebat vardı. Gemi İstanbul’a ulaştığında çeşitli ilişkileri olan birkaç kişi dışında yolcuların ne başka yere gitmelerine ne de Türkiye’ye sığınmalarına izin verildi. Gemi, güvenlik güçlerince Karadeniz’e geri çekildi ve orada Sovyetlere ait olmayan tüm yabancı gemilerin batırılması emrini almış bir Sovyet denizaltısı tarafından batırıldı.

 Travma insanı nasıl etkiliyor?

Travma, en basit haliyle aşırı bir uyarandır ve beynin algılama kapasitesini aşar.  Ancak travmanın kontrol yetisini aşmasının yanında çok karmaşık boyutları ve sonuçları vardır. Bir olay ne kadar şu niteliklere sahipse o kadar fazla travmatik olur.

Ancak bir olayın travmatik olması için mutlaka hepsini göstermesi gerekmez. Mesela bir olay ne kadar umulmadık, beklenmedik şekilde meydana gelirse travmatik etkisi o kadar fazla olur ancak bu beklenebilir tahmin edilebilir bir olayın travmatik olmayacağı anlamına gelmez.

1.Yoğun bir uyaran yaratması, 2. Kontrol edilemeyişi, 3. Beklenmedik olması, 4. Ölüm korkusu yaratması,  5. Güçsüzlük ve edilgenliğe yol açması,

  1. Yoğun Bir Uyaran Yaratması: Travmaya yol açan olaylar yoğun, başa çıkılamayacak miktarda uyaran oluştururlar. Bu aşırı uyaran ile başa çıkabilmek için uyaranları azaltmak amacıyla kişi, dış dünyayla ilişkilerini keser. Deşarj yolları bloke olur ve her tür gerilim endişe ve stres yaratır ve organizmayı kendi dürtülerine karşı bile duyarlı hale getirir.
  2. Kontrol Edilemeyişi: Travmatik olay, kişi tarafından kontrol edilemez, işkenceciyi, seli, volkan patlamasını ya da depremi ya da sizi ele geçirmiş, bir yere kapatmış güçleri, sizi bombalayan uçakları vb kontrol edemezsiniz. Travmatik olay karşısında kontrol duygusunu kaybeden kişi kendisini zayıf ve etkisiz hisseder.
  3. Beklenmedik Olması: Egonun gelecek olayları önceden yaşama ve böylece geleceği hazırlama yeteneği, dışarıdan gelen uyaranları elemesini ve organize etmesini kolaylaştırır. Beklenmedik olaylar, hazırlanma olanağı bulunmuş olanlardan daha şiddetli yaşanır.
  4. Ani, umulmadık ve karşı konulamaz olayların neden olduğu, hakim olunamayacak miktardaki heyecanlar çok ıstırap verici gerilim duyguları yaratırlar ve alışılmış yoldan zapt edilemeyen şeye hakim olabilmek için patolojik ve arkaik düzenekler harekete geçer.
  5. Ölüm Korkusu Yaratması: Bir travmanın yarattığı etki ile ölüm olasılığı arasında bağlantı vardır. Ölüm veya sakat kalma tehlikesi ne kadar ciddiyse travmanın etkisi de o kadar ağır olmaktadır.
  6. Güçsüzlük ve Edilgenliğe Yol Açması: Kendisine zarar veren, inciten, yaralayan olaylara karşı kişi kendisini ne kadar etkisiz ve güçsüz hissederse, ne kadar edilgen olursa travmanın etkisi o kadar fazla olur. Mağdur, travmatik çevreyle iç içedir ve tehlikeye karşı aktif olarak yapacağı pek şey yoktur.
  7. Hareket ve etkinlikleri katı bir şekilde sınırlanmıştır. Edilgenlik ve güçsüzlük, çaresizlik ve ümitsizlik, ölümün hissedilir bir gerçek haline gelmesine, travma ve ölüm duygusuna yol açmaktadır.

 Travma tüm bu özellikleri dolayısıyla nesne ilişkilerinde değişikliklere yol açar: İnsanın subjektif deneyimlerinin egosu tarafından sentez edilmesiyle oluşan kendisi ve diğerleri hakkındaki kanaatleri, daha çok biriken mikro olaylar ve buradaki nesne ilişkileri tarafından belirlense de travma kendilik ve nesne tasarımlarını ciddi olarak sarsar.

Anılarımızın bileşkesi hem kendi hakkımızdaki hem de ötekiler ve dünya hakkındaki kanaatlerimizi oluşturur. Ancak her anı aynı derecede etki etmez, bir anının hayatımızı etkileme gücü, yarattığı duygusal etkiyle paralellik gösterir. Travmalar güçlü duygusal tepkiler oluşturan olaylardır.

Düşe kalka bir denge kurarız. Kendimizi belli ölçülerde olumlu bir insan olarak algılar ve dünyaya da belli bir güven duyarsak bir huzur elde edebiliriz. Ancak travma üç şeyi tahrip eder: Kendimize ilişkin tasarımlarımızı, ötekilere dair tasarımlarımızı, bunların nispi olumluluğuna dayanan huzurumuzu.

Travma, kırılmaz, incitilmez, başına kötü şeyler gelmez biri olarak deneyimlediğimiz kendilik algılarımızı tahrip eder. Keza dünyayı da güvenli ve kötü şeylerin olmadığı bir yer olarak algılama imkânımızı ortadan kaldırır. Öyle ki sanki her an gene kötü bir şey başımıza gelebilir, gene hayatımız tehlikeye girebilir, yaralanabilir, incinebilir gibi hissederiz. Diğer insanları da iyi, yardımsever, barışçı olarak algılama biçimimizi ortadan kaldırır.

İnsanlar bize tehlikeli olabilecek, zarar verebilecek, tedirginlik uyandırıcı varlıklar olarak gelmeye başlar ve bütün bunlar da güvenlik duygumuzu ve huzurumuzu yok eder. Öteden beri kendimize ve dünyaya ait tasarımlarımız ancak çarpıtmalar, körlükler ve inkârlarla olumlu hale getirilebiliyorsa travmalara karşı daha da kırılgan oluruz.

Travmanın kendilik ve nesne tasarımlarının olumluluğunu tahrip etmesi başta anksiyete, uykusuzluk, huzursuzluk, çabuk sinirlenme olmak üzere bir dizi belirtiye neden olur.

Travmanın toplumsal sonuçları ve saldırganla özdeşleşme

Travmatize kişilerin ve travmatize olmuş toplumların en büyük korkusu travmayı yeniden yaşamaktır.  Keza ebeveynleri tarafından sürekli aşağılanan, eleştirilen, sürekli kötü ve kusurlu olduğu söylenen insanlar da bu rolden olmaktan kaçmak için tersini yapmaya çalışırlar. Sürekli başkalarında kusurlar arar onları eğer imkan bulurlarsa aynısını başkasına yaparak bu rolden olmaktan kurtulmaya çalışırlar.

Travmatize eden ilişkideki nesne ilişkisi şu şekildedir:

Yeniden bu rolde olmamak için mümkün olan her yola başvurur.

Saldırganla uzlaşmaya çalışmak, alttan almak, saldırganı kızdırmamaya çalışmak veya gönlünü hoş tutmak.

Ancak mümkünse hiçbir şey rol değiştirmek kadar kişiyi güvende hissettirmez

Kendisi saldırganın rolüne geçtiğinde, yani şu nesne ilişkisi içinde olduğunda, artık aşağılanan, ezilen, boyun eğen bir zavallı değil, aksine kendisinden korkulan biri olduğunda, artık o eski korkak ve zavallı değildir.

Kendisini yeniden güçsüz, ezik, korkak hissedebileceği durumlarda, mesela herhangi bir saldırı ile karşılaştığında bir an bile çaresiz ve korkmuş hissetmemek için büyük bir saldırganlıkla cevap verir.

 

Böylelikle, zayıf değil güçlü, korkak değil korku salan; boyun eğen değil, boyun eğdiren; ezilmiş değil ezen biri olmuş olur. Hissettiği korku ve dehşet de yerini güç ve azamete bırakır.

Bu mekanizmaya saldırganla özdeşleşme denir. Ancak saldırganla özdeşleşme sadece bundan ibaret değildir.  

Mesela doğrudan travmaya uğramadığı halde travmayı izleyenler de saldırganla özdeşleşebilir.  Bir travma izleyiciler için de tehdit edici olursa, kendi can güvenliğini sağlamak ve varlığını sürdürmek için güçlü olan gibi düşünme eğilimi ortaya çıkar.

Mesela işkence inkâr edilemez noktaya ulaştığında insanlar, işkenceye karşı mücadele etmek riskli olabileceğinden işkenceye karşı çıkmak yerine işkence görenleri suçlayıp, “onlar da uslu dursaydı” diye düşünmeyi tercih edebilmektedir. Ya da 2. Dünya savaşında olduğu gibi başlarına gelen kötü şeyler için Yahudileri suçlu ve kabahatli bulmak ve onlara kötü davranmak da saldırganla yapılan özdeşimlerin sonucudur.

Saldırganla özdeşleşme o kadar yaygın bir savunma mekanizmasıdır ki, tarihe yön vermiştir. Bir ülke başka bir ülkeyi yendiğinde veya işgal ettiğinde ya da kendi istediği gibi davranmak zorunda bıraktığında yenilen ulusun insanları, yenen ve güçlü ulusun insanlarına özenmeye başlarlar.

Bugün İspanyollardan daha Katolik olduğu söylenen Güney Amerika ulusları, işgal edilip yağmalandıklarında kendi dinleri, kendi kültürleri olan uluslardı ama zamanla kendilerini yenen, diz çöktüren insanlar gibi olmaya, onların dinine inanmaya başladılar. Güney Amerika uluslarının Hristiyanlaşması doğrudan zorlama yani din değiştirmeyenleri öldürme yoluyla hem de saldırganla özdeşleşme yoluyla oldu. Saldırganla özdeşleşip din değiştirenler, o dini benimsetenlerden daha dindar olurlar.

Osmanlı Devleti’nin daha güçlü olduğu 16. yüzyılda, Avrupa hanedanları Osmanlılara özeniyor, saray kadınlarının kıyafetleri moda oluyordu. Birçok insan ülkemizdeki kıyafet değişiminin kıyafet devriminden sonra olduğunu düşünür. Oysa 18. yüzyıldan sonra Batı karşısında gerileyen ve sürekli yenilen Osmanlı, giderek Batıya özenmeye, kendisini yenen bu uygarlıklara benzemeye başlamıştı.

Osmanlı padişahları kıyafet devriminden çok önce Batılı gibi giyinmeye başlamışlardı. Sadece kıyafetlerimiz değil, ordularımızın yapısı, sağlık ve eğitim sistemimizi de batınınki gibi yapmaya çok önce başlamıştık.

Dinlerin yayılması ve bir dinin başka ülkelerce kabul edilmesi, insanların bireysel olarak o dinleri inceleyip, ikna olması yoluyla nadiren olur, en yaygın durum, bir uygarlığın başka uygarlıklara galip gelmesiyle başlayıp, saldırganla özdeşleşme yoluyla pekişen süreçtir.

Japonların kendi kültürlerine son derece bağlı bir millet olduğu söylenir. Oysa, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte, Japon giyim tarzı, müziği, gençlerin saç stilleri büyük oranda Amerikalılara benzemeye başlamıştır. Saldırganla özdeşimin mevcudiyeti belki de savaş ve işgallerin yenen ülkeler açısından daha anlamlı olmasını dolayısıyla savaşların sürmesini sağlayan mekanizmalardan biridir.

Prof. Dr. Psikiyatrist Doğan Şahin

Paylaş

Son Yazılanlar

Nostalji dolu bir Aralık ayı

Her sene Aralık ayı geldiğinde içimde o kadar farklı duygular doğar ki. Bence yılın en neşeli en mutlu ve lezzet dolu günlerini yaşadığım bir ay

Balonlu bir cumartesi öyküsü

Bilmiş bilmiş konuşuyor, küçücük ellerinden biri boşta kalmış, boyundan yukarıda, şimdi yazdığı senaryoda oynuyor sanki. Öteki elini tutan annesine günün sonu kalmış bu tatlı yaramazla

Yıldızların altında gastronomi hikayemiz

Michelin Rehberi 2025 Türkiye seçkisi, gastronomi dünyasında büyük bir ilgi ve heyecanla bekleniyor. İstanbul, İzmir ve Muğla’nın öne çıkan restoranlarını kapsayan 2025 seçkisi, Türk mutfağının

Mirasla geleceği harmanlayan buluşma

Türk gastronomisinin global arenadaki en güçlü temsilcilerinden biri haline gelen Gastromasa Uluslararası Gastronomi Konferansı bu yıl dokuzuncu kez İstanbul’da düzenlendi. “Legacy & Menu” (Miras &

Zeytinyağının hayatımdaki önemi

Maria’nın günlüğünde bugün; zeytin hasadını konuşup zeytinyağının hayatımda, sağlığımda, evimde, restoranlarımdaki önemini anlatmak istedim. İki hafta önce sevgili arkadaşım Emine ve eşi Mark, beni arayıp